...
Başlık :      KOYU GRİ
Yazar :   Aynur Uysal

                                                                     15 Şubat 2023                                    

     Hatay'a geldiğimizden beri henüz tam alışamadığımı düşünüyorum. Üç ay oldu bu kente taşınalı, ama birkaç komşunun dışında sürekli görüştüğüm kimse yok. Neyse ki annemlere daha yakın bir şehire tayin olduğumuz için moral olarak daha iyiyim. Bir de Van oldukça serin bir kent olduğundan zaten dört yıl boyunca soğuğuna bir türlü alışamamıştım.

      Oğlumuz da yaş olarak pek büyük bir çocuk değil, gerçekten Van'ı oğlumun sık sık hastalandığı bir kent olarak hatırlayacağım. Ama orada kurduğumuz arkadaşlıkları ve paylaşımı bir daha hangi şehirde bulabilirim diye de düşünmeden duramıyorum. Lojmanda yaşadığımız için ilişkiler daha samimiydi haliyle. Herkes birbiriyle kardeş gibiydi, çocuklar bahçede rahatça oyun oynayabiliyorlardı.

      Oysa burada aynı samimiyeti yakalamak sanırım çok daha uzun zaman alacak. Anadolu insanı birbirini er ya da geç kucaklar nasılsa. Burayı daha çok seveceğimi düşünüyorum. Burada lojman olmadığı için şimdilik bir ev kiraladık. Hatta bu şehirde kiralık daire bulmanın çok zor olduğunu da anladık. Ancak dedim ya, iklimi çok iyi, yani yabancısı olmadığım hava koşulları söz konusu.

       Van'da aylarca karın dışında hiçbir şey görmeniz mümkün değil. Doğa orada masumiyetini bembeyaz karla gösteriyor, sakinlik yaratıyor havada. Ben kara pek alışık olmadığım için sanırım oradan tayin olduğumuza içten içe sevindim. Oysa eşim karın yağışını çok seviyor. Ama ben, yine de geldiğimiz için daha rahatım diye düşündüğüm sırada; bu şehirde yağmur bile pek yağmazken, o da ne?

     Şubat ayının başında, hem de deniz kıyısı denilebilecek bir yerde, sabah uyandığımızda bir de ne görelim; tıpkı Van'daki gibi, Asi Nehri'ne sakinlik katarcasına her yer beyaza bürünmüş! Oğlum da bugün ısrarla kartopu oynamak istediği için kırmak istemedik ve sitemizin bahçesinde üçümüz kar topu oynadık. Doğanın beyaz örtüsü sadece ağaçlara, ovalara sükûnet vermiyor, insanların ruhuna da bir huzur veriyor diye düşünüyorum artık.

      Sanırım geçen dört yıl sonunda fazlasıyla içselleştirdim. Çünkü biliyorum Van'daki gibi uzun süre kalmayacak ve kısa bir süre sonra sessizce ve gözyaşlarını toprağa bırakarak gidecek. Aslında iyi de oldu bu kar yağışı. Geldiğimizden beri buraya yağmur dahi yağmamıştı. Toprağın bereketli olması için çok ihtiyaçtı.

     İnsanoğlu hayal kurmadan yaşayamazmış. Benim de hayallerimden biri,  burada kirada oturduğumuz daireyi satın almak.  Hem büyükçe bir daire olduğu için gelecek olan misafirlere de ayrı odamız var. Ayrıca kış mevsimi uzun sürmediği için yakıt faturaları da yüksek değil.

    Neyse, yerleşeceğimiz şehri bulduğumu düşünüyorum. İklimi güzel, yemekleri bizim yemeklerle aşağı yukarı aynı, üstelik annemlere otomobille bir buçuk saatte gidebiliyoruz. Oğlumuz için de güzel bir okul bulduk.

   Hem kültürel olarak hem de tarihsel dokusunu düşündüğünüzde gerçekten yaşanılası bir kent. Üstelik dinler başkenti diye anılan ve tarihi kültürel açıdan oldukça zengin bir kente gelmekte müthiş bir şey. Hele o Akdeniz'in ılıman ikliminde yaşamaksa mükemmel bir ayrıcalık diye düşünüyorum. 

      Eşimin nöbetleri çok yoğun olsa da fırsat buldukça Harbiye Şelalesi'ne gidip, orada hem şelalenin dinlendirici melodik akışını dinliyor, hem de bir şeyler yiyebiliyoruz. Oh, çok şanslıyız bu defa. İnsan bazen şanslı olduğunun da farkında olmalı diye düşünürken, dışarıda yağan soğuk kara rağmen içimden sıcacık bir huzurun bütün bedenimi kapladığının farkındaydım.

       Eşim bu gece nöbetçi değil. Oğlumla biraz oyun oynadıktan sonra, birlikte futbol maçı izlediler. Ben de hem ortalığı toparlayıp ütü yaptım hem de bütün bu düşünceleri içimden geçirdim gece boyunca. Gece 24:00'e doğru eşim: "Hadi yatalım, sabah erken kalkacağız. Yarın çok yoğun bir programım var, vaktinde uyuyalım." dedi.

     Ben de ütülediğim gömlekleri gar dolaba astıktan sonra oğlumun yatağını açtım, pijamalarını giymesine yardımcı oldum ve sonra da kendi yatağımızı açıp eşime uyku için hazır olduğumuzu söyledim. Eşim de oğlumun odasına gidip yanağından öptükten sonra odaya geldi. Ben de ışığı kapatarak yatağa biraz yorgun uzandım. Eşime de iyi geceler dedikten sonra, sanırım o yorgunluğun etkisiyle çabucak uykuya daldım. Ne kadar oldu uyumaya dalalı tam olarak bilemiyorum; aman Allahım!                                                                                                                                                                                                                             Bir uğultu, gürültü, yer yerinden oynuyor! Önce, yatağımızı eşimin salladığını düşündüm ama oğlumun çığlıklarıyla farklı bir şeyler olduğunu anladım. Oğlum korkuyla bizim odamıza çığlıklar atarak gelmeye çalışırken saniyelerle yere kapaklandı. Ancak bizim odaya gelmek için verdiği mücadelede başarılı oldu. Çığlıkları gözyaşlarına karışmış, "Evimize bomba atıyorlar!" diye bağırarak ağlıyordu.

       Birkaç saniye, gerçekten bomba mı atıyorlar diye düşünsem de eşimin "Kapının altına geçelim, deprem oluyor." demesiyle olayın farklı olduğunu anladım. Ama kapının altına doğru gitmeye çalışsak da sarsıntının etkisiyle yatak odasının kapısına ulaşmak bir türlü mümkün olmuyordu. Tam o sırada, oğlumu büyük bir hızla kucağıma almamla gar dolabın bizim yatağın üzerine devrilmesi arasında sanırım on saniyeden fazla bir zaman geçmedi.               

     Sonradan öğrendim ki ilk sarsıntı kırk beş saniye sürmüş. Bize sanki birkaç saat gibi geldi. Oturduğumuz daire üçüncü katta. Sarsıntı bittikten birkaç dakika sonra pijamalarımızla aşağıya doğru inerken, çelik kapıların patlayarak merdivenlere doğru uzandığını, duvarların da aynı şekilde patladığını görmek inanılır gibi değildi.

      Karlı bir gecenin ayazında sabaha karşı spor ayakkabısı, terlik, ne bulabildiysek ayağımıza takıp sitenin bahçesine indik. Bahçede yalnız değildik. Sitenin bahçesi pijamalarıyla, çorapsız terlikleriyle, ya da yalınayak inen, korkunun etkisiyle gecenin bir yarısı da olsa fal taşı gibi açılmış gözlerle birbirine bakan insanlarla ana baba günüydü. Herkes şaşkın ve panik bir halde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Beşinci kattaki dairelerden birinde yaşayan karı kocanın olmadığını fark ettim. Ama kimse yukarı çıkmaya cesaret edemiyordu.

     Neyse, bir başka komşu telefonla aradı. Telefon uzun uzun çaldı, ancak cevap veren olmadı. Oldukça soğuk ve korkunç bir gecede bahçede beklemenin ya da evlere dönmenin de pek mümkün olmadığını anlamaya başlamıştık. Çünkü komşulardan biri, gecenin karanlığını delercesine telefonunun ışığını B bloğun üzerine tutmuş ve "Bakın bakın! Bu bina biraz yan mı duruyor, yoksa ben korkuyla yanlış mı görüyorum!" diye heyecanla çevreye olayın vahametini somut bir şekilde göstermeye çalışıyordu.

     Araçlarımıza oturup gözlerimizle daha emniyetli olabilecek bir alan ararken, o karanlıkta fark ettiğim şey, birçok binanın lego misali yerle bir olmasıydı. O karanlıkta bir toz bulutunun nefes alışımızı engellercesine bütün şehri örtmesi mi, insan çığlıklarının toz bulutlarına karışmasıyla felaketin bir an için de olsa kamufle edilmesi miydi olan, anlayamıyordum.

     Dünyanın sonu mu gelmişti acaba? Elektrikler aniden kesilmiş, kapkaranlık bir gece olmuştu. Gecenin karanlığını dağıtan, karın beyazlığı ve telefonların zaman zaman yanan ışıklarıydı. Sabah saat 04:17 da başlayan deprem, saatlerce sürmüş gibi geldi bize. Araçlarımızın içinde ne yapacağımızı bilmez halde şok içinde oturmuşken üşümeye başlamıştık, aracımızı çalıştırıp ısınmayı uzun süre düşünemedik. Sanırım birkaç saat sonraydı. Sırtımızda pijamalarımızla eşimin çalıştığı şubeye gittik.

     Oğlumla birlikte içeriye girdiğimizde, burada da depremin etkisiyle duvarlarda birtakım çatlakların olduğunu gördük. Bir anda robot gibi hissettim kendimi, eşim ne söylese hiç yorumsuz, tamam diyordum. Gelen telefonlar yardım çığlıklarıydı. Her gelen telefon, depremin ne denli yıkıcı olduğunu idrak etmemizi sağlıyordu. Hiç kimse ne yemek ne su istemiyor, sadece korkunç yıkımın bir an önce bittiğini duymak istiyordu. Zamanın nasıl geçtiğinin ya da geçmediğinin farkında değildik.

 Ağlayan, çığlık çığlığa yardım isteyen insanların her geçen dakika daha da arttığının farkındaydık. Eşim yaşadığı şoka rağmen insanlara yardım etmek için büyük bir özveriyle koşturuyordu. Bizi de annemlere göndermek için çözüm üretmeye çalışıyordu. Sanırım öğlen saatleriydi, yeniden şiddetle sarsılmaya başladık. Sanki yer gök aynı anda öfkeli ve nefret dolu bir insan gibi intikam hırsıyla hareket ediyor ve en güçlünün doğa olduğunu bir kez daha çok acı bir şekilde bizlere hatırlatıyordu.

     Biz bu defa da eşimin görevli olduğu şubeden kendimizi dışarıya attığımızda, karakol binasının müthiş bir gürültüyle yerle bir olduğunu gördük. Yine çığlıklar, korkunç bir uğultu, koyu bir toz bulutu ortalığı iyice kaplamış ve karın rengi koyu gri-siyah arası bir tona dönmüştü. Oysa eşim: "Yoğunluk biraz azalınca, evimizden birkaç parça giysi alıp sizi öyle yolcu ederim." diyordu. Ama artık evimize kısa süreli de olsa girebileceğimizden emin değildim. Bu defa oğlumu da yanıma alarak, son bir cesaretle otomobile atlayıp evimize doğru yavaş yavaş hareket ettim.

     Otomobilimle geçtiğim her yerde yardım isteyen insan çığlıkları, öğlen saati olmasına rağmen koyu bir gök yüzü, ne yapacağını bilemez olmuş çaresiz insan bakışları ve bazı insanların göçüklerden sarkan hareketsiz kolları ya da bedenlerinin varlığı, depremin şiddetini bize o kadar iyi ifade ediyordu ki... Bizim sitenin önüne geldiğimden emindim. Ama iki bloktan oluşan sitemizin artık sadece birer moloz yığınına döndüğünü gördüğümde, göz yaşlarımın donduğunu, bağırdığımı düşündüğüm halde sesimin hiç çıkmadığını ve dün gece kurduğum hayallerimin de moloz yığınlarının içinde kaldığını, ne yazık ki zor da olsa anladım...

                                                                                                        

                                                                                                                   

 

 

Sayfa : 14