...
Başlık : Ayla Kutlu’nun “Zehir Zıkkım Hikayeler”i
Yazar : Gülçin Göktay

Ayla Kutlu’nun kitabının adını “Zehir Zıkkım Hikayeler” koyması boşuna değil. Okurken kahramanların içinde olduğu tarihsel, kişisel ya da toplumsal açmazlar öykülerin tadını acılaştırıyor. Özellikle kadın kahramanlar bunlar. İçinde bulundukları coğrafya, tarihsel ve toplumsal koşullar, onları erkekler karşısında ve erkeklerin neden olduğu yıkımlara, çaresizliklere sürüklüyor. Hikayeleri okurken “coğrafya kaderdir” sözü aklımdan geçiyor, nasıl geçmesin? Coğrafya, bugün korkunç bir yıkım yaşamış olan Antakya ve çevresidir. Zaman ise,  Birinci Dünya Savaşı yılları. Sanki dünya yüzünde  bademlerin çiçek açtığı, baharın çeşitli renk ve kokuları ile cümbüş yaptığı bu cennet coğrafyada, sadece erkeğe tanınan bir haktır yaşamak edimi ve kadınlar sadece kendilerine tanınan sınırlar içinde verilen rollerini oynuyorlardır. Baskı, şiddet ve dayatma ceberrut devletten gelmez sadece, dayatılan faşizm bir yandan da  insanın insana, erkeğin kadına, toplumun bireye günlük hayatın pratiklerinde, iktidar hırsıyla yaşattığı cehennemdir. Toplumun kültürü, gelenek görenekleri ile yaşatılan bu ilişkiler ağı, insanın gözeneklerine sinmiştir.

Hikayeleri okurken bazen kadın kahramanı yüreklendirmek geliyor insanın içinden, çevresinde örülen ve adına hayat denen ağı yırtsın, parçalasın, içinden çıkıp özgürlüğüne kavuşsun, nefes alsın diye. Söz gelimi “Kara Kayalar” hikayesinde kalbim çarpıyor, kamyonundan inip kayalar üzerinde koyun otlatan çoban kıza kösnül emellerle yaklaşan o erkeği gözünde canlandırırken. Küçük kız onun karşısında çabalasın, dirensin, diklensin, kaçsın istiyorum. Adam hoyrat, gözü kara, adam bayağı ve aklı uçkurunda ama ya sen, tazecik, körpecik kız, sen hayatın boyu hep figüran mı olmak zorundasın? Kadınlık hep altta olmayı, hem fiziksel hem mecazi anlamda, üstündeki erkek tarafından ezilmeyi mi getirir? Çevremizi çepeçevre saran kültür bize doğumumuzdan itibaren bunu dayatıyor olsa da bunu değiştirmek, karşı durmak için yapabileceğimiz bir şeyler yok mudur? Hikayede kayalar yani coğrafya serttir, hayat şartları, kültür serttir ve erkek serttir, kıza düşen bu çepeçevre sertlikler arasında ezilmektir.

Farklı etnik kökenlerden kadınlar anlatılıyor hikayelerde ama kökeni ne olursa olsun kadınlık aynı coğrafyada aynı anlama geliyor. Tarihin savaşla, zorunlu göçle, yıkımla, yoksulluk ve yoksunlukla ördüğü hayatlar nasıl erkeğe belli davranışları, zorunlulukları dayatıyorsa kadınlara bu kaderden düşen pay erkeklerinkinden çok daha zor; çünkü erkeklerden farklı olarak can taşıyan, çocuk büyüten, gelecek kuşakları yetiştirerek toplumun ve kültürün sürekliliğini sağlayan onlar ve bu sorumluluk, koşulların getirdiği zorlukların üzerine artı bir yük bindiriyor omuzlarına. Ancak, doğurganlıkları da bazen çok makbul görünmüyor. “Sen Aybike Bahu’nun Kızı” adlı öyküde, kadınların, doğurdukları çocuğun cinsiyeti ile de bir kez daha ezildiğini görüyoruz. Çocuklarının evine gelen anneanne ve babaanne'nin karşılanmasından ağırlanmasına gördükleri farklı muamele bu coğrafyanın her zaman erkek diyarı olduğunu gösteriyor. İktidar onlardadır, bu yüzden, bütün ilişkileri onların belirlediğini, rolleri onların dağıttığını görürüz.  Bu durumun onların beden diline, hareketlerine, konuşmalarına nasıl sindiğine tanık oluruz: “Babaanne kraliçe azameti ile salona girdi. Anneannenin girdiği görülmedi. Daha sonra sağdaki damalı taşları çepeçevre saran siyah beyaz zincirle kenarlanmış oturma odasında yere oturmuş olarak bulundu.”  Erkek, dedelerinden, babasından gördüğü geleneğin basit bir devamıdır sadece: “Babam karısına el kaldırırdı. Kim bilir hangi söz onun kanının başına sıçramasına neden olmuştu, hangi gerginlik annesinin yanında seni son sınırda aşağılayarak erkeklik gücünü gösterme, annesini yücelterek talihsizliğini ona -yalnızca ona kanıtlama isteğini vermişti”

Kadın için erkekle yaşamını bir kılmak, ona katlanmak, ondan doğurduğu çocuklarını büyütüp hayata hazırlarken onurunu ve kişiliğini de korumak ne kadar zorsa, erkeksiz kalmak hayatın iğne deliğinden tek bir iplik olarak geçmek de onun kadar dayanılmaz olabilir bazen. İşte Matmazel Dimitra’nın Bitmemiş Hikayesi” nde de yine bir erkeğin, bu kez babasının baskısıyla evden adımını atmamış, okula gidememiş, tüm hayatını ailesi için terzilik yaparak geçirmiş bir kadının yalnızlığı anlatılıyor. Erkeksiz olmak özgür olmak değildir çünkü bu toplumda; hatta daha bir üstünüze gelir yakınlarınız ve çevreniz: “Esirliğin anlamını öğreniyordu Dimitra. Kafesin gücü içine aldığını çepeçevre sarmasından geliyordu. açılan bir kapı olmasının özgürlükle hiç ilintisi yoktu. Değil mi ki o kapı başka bir irade ile açılıyor.”  Hayatını terzilik yapıp ailesine bakmakla geçiren Dimitranın sonunda eline kalan sadece artık kumaş parçalarıdır. Tek aşkı olan komşu çocuğu Cengiz platonik bir hikayeden öteye geçmemiş, bir gün hayatındaki yerini terk edip kayıtlara karışmıştır. Bir gün babası ölüp kardeşleri yuvadan uçunca dışarıda özgürlüğü tatmak istemiş ama akrabaların ve çevrenin baskısı buna bile engel olmuştur: “Bu Şehirde hiçbir namuslu kadın deniz kıyısında tek başına salınarak yürümemiştir. Bu da kimdir?”

Ödeşme öyküsü ise yine erkeklerin hışmına uğramış iki kadının dayanışmasını ve kaderlerini birbirine bağlamasını anlatıyor. Tecavüze uğrayan ve kocası öldürülen bir kadın ve onun erkeklere karşı aynı akibete uğramaktan koruduğu genç kızın hikayesidir bu. Tecavüze uğrayan genç kadın üstünde hissettiği kiri ömür boyu taşır. Genç kızın ona borcunu ödeme biçimi ise sıcak sulardan geçmektedir. Öykü bize kadının dostu ancak bir kadın olabilir diye düşündürür. Ve bazı borçlar burada da gördüğümüz gibi, hayat boyu ödenmez.

Bir öyküsünde kahramanın ağzından “Kuyularımızı aslında biz yaratırız.”  diyen Kutlu, kitabın ikinci bölümünün başlığını “Kadınlar ve Kuyular” koymuş. Buradaki öyküleri okurken insan, “gerçekten biz mi yaratırız kuyuları yoksa bazen bizim için hazırlanan kuyularda mı yiteriz?”  diye düşünüyor.  “Piç” öyküsünde, evlatlık verilen sağır dilsiz bir genç kız Zühre'nin çaresiz, umarsız, bilinçsizce yaşadıkları ya da yaşatıldıkları, Kur'an'da anlatılan Harut ile Marut'un hikayesinden esinlenilerek anlatılmış. Harut ile Marut, cennetten yeryüzüne insanoğlunun yerine geçip kendilerini denemek ve insanın zina, cinayet, şarap içme, şirk gibi konulardaki zayıflığını göstermeyeceklerini kanıtlamak için gönderilen melekler. Zühre ise, onları baştan çıkaran güzel kadını simgeliyor. Harut ile Marut, dünyada yaptıklarının bedelini kıyamet gününe kadar bir kuyuda baş aşağı asılı olarak öderler. Kutlu’nun hikayesinde Zühre, baştan çıkartan bir cinsi latiften çok iki erkek kahramanın kuyusunda kaybolan, sonunda kuyuyu bir çare olarak gören zavallı bir kızdır. Erkeklerin günahlarının bedelini yine o öder. “Baştan çıkartmak” sözü, erkeğin günahının, kadına karşı beslediği kösnül duygularının faturasını yine kadına kesen toplumun iki yüzlülüğü değil midir?

“Kul ve Kül” öyküsünde ise aşkı ve tutkusu yüzünden gözü kör, onur duygusu sakatlanmış olan Elmas’ı görürüz. Bu körlük ona kendi kuyusunu kazdıracaktır. Aşık olan insan bazen körlükle, karşısındakinin de aynı şeyleri hissettiği yanılgısına kapılır. Beklentilerimizin algılamamızı etkilemesidir bu. Ve bu algı bizim duygularımız adına kendimizi uçurumdan atmamıza neden olabilir. Öyküde, aşkı için bir deli ırmağa kendini soluksuz atan Elmas, ırmak onu sürükleyerek  bir kıyıya örselenmiş hırpalanmış olarak attığında tam yıkımı yaşayacaktır. Karşı taraf ise, bu aşkı onursuzluk ve erkek düşkünlüğü olarak görecek kadar zalimdir.

“Uzaklarda Kalan” öyküsü, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yaşananları konu alır. Kocası savaşta olan yeni doğum yapmış bir gelinle kayınvalidesinin zorunlu göçünü ve göç sırasındaki parçalanmalarını anlatır. Kaderin coğrafya değil insan eliyle dayatılan bir olgu olduğu çok açık görülür burada ama ondan etkilenen, yangınında yanan, suyunda boğulan günahsız insanlar, bebekler, kimin günahının bedelini ödemektedir? Kader diye bir şey varsa bu neden güçlü ellerin yazdığı bir senaryo olarak bazılarına dayatılır? Bunu sormamak elde değildir, Ayla Kutlu’nun şiirsel bir anlatım ve güçlü betimlemelerle kaleme aldığı müthiş öyküleri okurken.

KAYNAK:

"Zehir Zıkkım Hikayeler",BİLGİ YAYINEVİ,3. BASIM,ARALIK 2016

 

GÜLÇİN GÖKTAY KİMDİR?

Eskişehir doğumlu. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun olduktan sonra, aynı alanda yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Şu anda Nişantaşı Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesinde Dr. Öğretim Üyesi olarak çalışıyor.

Yirmi yılı aşkın süredir öyküyle uğraşıyor. Ankara'da çeşitli okuma-yazma atölyelerine katıldı, Öykü Günleri Derneği üyesi olarak öykü etkinliklerinde yer aldı. Öyküleri ve inceleme yazıları çeşitli dergilerde ve internet sitelerinde yayımlandı, bir öyküsü Sabahattin Ali Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı. Yayımlanan “Gelincik Kutusu” ve “Sazlıkların Arasında” adlı iki öykü kitabı, bir de hâlâ üzerinde çalıştığı bir öykü dosyası var. Bulut Yazar isimli e-edebiyat dergisinin Yayın Kurulunda yer alıyor.

Sayfa : 11