...
Başlık : ANARŞİT
Yazar : Sami Aydoğan

     -Haydi, birer çay daha içelim arkadaşlar. Ondan sonra da gidip yemek yeriz ve köylerimize yollanırız.

     Uzun boylu, gür bıyıklı, ağzını açtığında sözü dinlenir genç bir öğretmen olan arkadaşımdı bunu söyleyen. Söylediklerine duyduğu inanç gözlerinden okunurdu, dürüstlüğüne söz söylenemezdi. Verdiği sözü yerine getirmediği olmamıştı. Ben o yılın sonunda eğitim enstitüsü İngilizce bölümünü kazanmıştım.  O da benden bir yıl sonra Siyasal Bilgiler Fakültesini kazandı. Kendisi ve yanındaki meslektaşıyla inmişlerdi köylerinden ilçeye, büyük olasılıkla benim gibi yaya yolculuk ederek. Ben daha şanssızdım, yalnız başıma yolculuk etmek zorundaydım.

     - Çay içecek kadar daha kalırım ancak hemen sonra kalkmalıyım arkadaşlar, benim yolum uzak, tam üç buçuk saat. Siz sohbete devam edin, benim yola revan olmam gerekiyor. Yolculuğumun bir buçuk saatlik bölümü ormanlık alandan geçiyor ve ben bu etabı alacakaranlıkta geçmek istemiyorum. Köylüler uyardı karşıma kurt çıkabilir diye.

Kerem öğretmen hemen sözü aldı.

   - Sanki kurt gündüz çıkmaz mı karşına?
    -Çıkar çıkmasına da gece daha korkunç. Gündüz hırıltının nereden geldiğini kestirebilirim. Saldırı durumunda korunmam daha kolay olur.

     Çaylarımızı yudumladıktan sonra hep birlikte çıktık derneğimizden, sokağı geçip ana yola girdiğimizde iki hafta sonra öğretmen derneğimizde görüşmek üzere ayrıldık, ben kendi köyüme giden yola koyuldum.

     Bu sohbetleri seviyordum, üç buçuk saat süren ve pır pır köprüyü geçmem gereken yolculuğa değiyordu. Her gelişimde öğretmen arkadaşlarla okuduğumuz kitapların konusu, karakterleri,  işleniş tarzı ve mesajının ne olduğu üzerine görüş bildiriyorduk.  Okumuş olan diğer arkadaşların da söz alarak kitap hakkında konuşmalarını kararlaştırmıştık. Konumuz sadece kitapla sınırlı kalmıyor, ’71 cuntasının kanlı uygulamalarına sözü getiriyor, ülkenin bu karabasandan nasıl kurtulacağı üzerine korka, çekine konuşuyorduk. Tüm ülkede olduğu gibi bizim atandığımız ilçede de büyük bir suskunluk rüzgârı esiyordu. Özellikle ilçe merkezinde görevli arkadaşlar ortam hakkında konuşmaktan çekiniyorlardı. Köylerden gelen bizler hem mesleğe yeni başlamanın, hem gençliğin verdiği heyecanla daha açık sözlü davranıyor, başımıza neler gelebileceğini hesap etmeksizin cuntanın can alıcı uygulamalarını kendi aramızda konu ediyorduk.

     Ankara’da ortaokul ve gündüzlü öğrenci olarak okuduğum Öğretmen Okulu yıllarımda yolun ortasından değil kaldırımdan yürüme alışkanlığımla, Malta taşı döşenmiş yolun sağ kenarından yürüyormuşum. Arkadaşlardan biri “Öğretmenim kenar kenar yürüyorsun, yol boş.” diye seslendi. “Alışkanlık işte.” Oysa ilçenin içinde veya dışarıya uzanan yollarda hemen herkes sahiplenmiş gibi yolun ortasından yürüyor, gelip geçen araçların korna seslerine hiç aldırmıyor. Korna çalmada ısrar eden sürücülere de tehdit eder gibi dik dik bakıyor.

     Hafiften yokuş aşağı eğimli olan ana yol boyunca baston yutmuş gibi dimdik yürüyerek ilçenin son evlerini de geçtim, sağlı sollu bahçelerin arasından yola devam ettim. Bu arada, bahçe çitleri arasından kendime uzunca bir sırık seçmeye de çalışıyordum. Çitlere bakacağım diye taşlara tökezleyerek ilerlerken çit sırıkları arasında parlayan bir metal çubuk gözüme ilişti. Bahçe sahibinin nereden eline geçtiğini kestiremediğim uzunca, çok kalın olmayan bir metal boruydu. Böyle bir boru sırıktan daha koruyucu olurdu benim için, çekip aldım. Sahibi fark ederse bile hakkını helal etsin, benim için korkuluk olmaktan daha yararlı bir görev yapacak bu ince boru.

      Yol uzun ve benim düşünmekten, okuyacağım kitaplar hakkında bazı varsayımlarda bulunmaktan, üniversite hayalleri kurmaktan, üniversite yaşamı konusunda öngörülerde bulunmaktan başka seçeneğim yok. Arada bir yoldan aşağıya veya yukarıya araçlar geçmiyor değil.  Benim öğretmen olarak atandığım köyün karşısına kadar bir araçla gitmem daha kısa ve kolay, tercih ederim böyle bir yolculuğu. Ancak yol boyunca kıvrıla kıvrıla inen nehri karşıya geçmem çok zor, köprü yok. Bahar yağışlarıyla birlikte nehir kabardı, genişledi ve gürleyerek akıyor, geçiş olanaksız. O nedenle bu üç buçuk saat süren yolu tepmek, pır pır köprüyü aşmak ve bir cesaret ormanlık alanı geçmek zorundayım.

    Yürüdükçe kafamdan onlarca düşünce geçiyor, birbirine karışıyor, beynimi zorluyor. Öyle kanlı bir cunta dönemi yaşıyoruz ki tarifi olanaksız. Ankara’nın batısında küçük bir köyde stajyer öğretmen olarak bir buçuk aylık bir dönemi ders vererek, verdiğimiz dersin sorumlu öğretmence denetlenmesini ve olumlu raporunu heyecanla bekleyerek geçirdiğimiz dönemde ilan edilmişti 12 Mart ’71 cuntası. İlanıyla birlikte şiddetli bir tutuklama furyası başladı, binlerce ilerici, devrimci, sosyalist içeri tıkıldı. Gazeteler gelişmeleri tarafsız olarak veremiyor, insanlar kulaktan kulağa yayılan söylentilerle şaşkınlığa uğruyor. İstanbul’da Ziverbey Köşkü, Ankara’da kontr-gerilla karargâhları olarak duyulan karanlık odaklar ve buralardan yükselen işkence feryatları konuşuluyor. İşkencenin ne olduğunu bile kavrayamıyoruz. İşkence olarak ne yapılıyor ki? Bu sorunun yanıtını on sene sonra ilan edilen 12 Eylül cuntasının tezgâhlarında alacakmışım, acı deneyimlerle.

     Mart sonunda Kızıldere’de on devrimcinin katledildiği haberlerini radyodan dinlediğimizde donup kalmıştık. Eskiler ‘havsalamız almıyor’ derlerdi ya, tam anlamıyla aklımız almıyordu yaşatılanları. Devlet kendi çocuklarını bombalamıştı! On devrimci ve üç yabancı teknisyen katledilmişti. Bu nasıl olabilirdi? Koskoca devlet on devrimciye mi savaş açmıştı? İdam edilecekleri söylentisi dolaşan Deniz ve arkadaşlarını kurtarmak üzere, rehin aldıkları radar teknisyenleriyle birlikte Mahir’leri yok etmeyi göze almıştı cunta. Cunta, uygulamasına alkış tutan gazeteler aracılığıyla büyük bir karalama kampanyasına girişmiş, devrimcileri öcü olarak gösteriyordu. İşbirlikçi tekelci sermayenin emeği sömüren bir suç sınıfı olduğu gerçeğini gizleyerek devrimcileri suçluyordu. Tam tamına Göbels propaganda kampanyası sürdürülüyordu. Cuntayı ilan ettiren de bu işbirlikçiler değil miydi? Şiddet uygulamalarıyla emek ile bu işbirlikçiler arasında katmerlenen bir kan duvarı oluşturmuştu. Tekelcilerin sömürülerini en acımasız yöntemlerle sürdürebilme aracı değil miydi cunta? Cuntacıları alkışlayanın sadece bu suç sınıfı olması şaşırtıcı değildi. Kanlı, faşist uygulamalarını anlatan basım-yayım organı neredeyse yok gibiydi, birkaçı hariç. Bilgi edinme araçları kilitlenmiş, şaşkınlık ve dehşet içinde söylentilere kalmıştı haberler. Dört koldan yalan haber yayılıyordu. Uygar(!) dünyadan göstermelik de olsa bir itiraz yükselmemişti. Demek insan öldürmek, bombalamak o kadar da zor değilmiş! Uygulayan cunta olunca kimse ses çıkaramıyormuş! Henüz yeni bir şokla uyanacağımız Hıdırellez gelmemişti. İdam şokuyla. Bir seherde üç fidanın soldurulması şokuyla. Devrimcilerin tam bağımsızlık düşü daha yeşermeden biçiliyordu. Cunta kentte, kırda ‘anarşit’ avındaydı. Muhtarlar sıkıştırılıyor, köylere gelen her yabancıyı ihbar etmeleri isteniyordu.  Şaşkınlığımız ve kızgınlığımız giderek çoğalırken henüz öğrenmeye çalıştığımız devrim yolunun dolambaçlı, engebeli olduğu kafalarımıza dank etmişti.  

     Ülkede 68 rüzgârının estiği üç yıl boyunca dilime takılan ve sık sık ıslıkla çaldığım marşı ıslıkla çalmaya başladım. Kızdıkça ıslığım daha gür çıkıyor. Hem yürüyor, hem ıslık çalıyor hem de kızgınlığımı giderecekmiş gibi ayağımın ucuna gelen taşları bir tekmeyle ta uzaklara gönderiyorum. Her taş olmuş bir halk düşmanı, benden tekme yiyip yoldan çıkıyor, henüz yeşermiş olan otların arasında sinsi birer yılan kıvrımıyla yok oluyor.  Keşke emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine bu tekmeyi bir kez daha vurabilseydik ve tam bağımsızlığa kavuşsaydık. Herkes kendi sevincini de üzüntüsünü de kendi yüreğinde yaşıyor, üzüntüyü yürekten paylaşanımız az. Devrim yolu ne kadar diken doluymuş, kavrayamıyorum. Kızgınlığım bir türlü bitmek bilmiyor, yol uzadıkça artıyor. Sağ ayak başparmağım acımaya başlayıncaya kadar taş tekmeledim, kendime zarar verdiğimi fark etmeden, bereket kırılmamıştı. Rahmetli dedem yaşasa ve ona öykümü anlatsam, ela gözlerini gözlerime kenetler “İyi halt etmişsin evlat! Parmağının kırılabileceğine de mi aklın ermedi?” derdi.

     Dünyanın benzerlikler, ayrımlar, ayrılıklar ve çelişkiler üzerine oturduğunu düşünmek tuhafıma gidiyor. Asya’nın Akdeniz ucundaki ülkemde yaşanan ABD kaynaklı cunta can alıyorken benzer bir kıyımı yine ABD askerleri Asya’nın doğusunda Vietnam diye bildiğimiz ve hakkında adından başka gazetelerin verdiği kadarından fazlasını bilmediğimiz bir ülkede çocukları aç bırakıyor, kadınlara tecavüz ediyor, ülkelerini savunan Vietkong savaşçılarını öldürüyor veya esir aldıklarını işkenceden geçiriyordu. Bu sömürgeci güç dünya halkları tarafından nasıl durdurulamazdı? Sömürüye ve kana dayanan bu güç dünya halklarının yazgısı mıydı? Vietkonglara uygulanan işkence ile ülkemde adı ayyuka çıkan kontr-gerilla kamplarındaki işkence yöntemleri birbirine benziyor muydu? Her halde benziyordu ki canhıraş bağırtıların sokaklara taştığı söyleniyordu. On sekiz yaşıma girdiğim aylarda, çocuk denebilecek bir yaşta ilkokul öğretmeni olan ben bu benzerlik ve çelişkileri düşündükçe önümüzde ne gibi karanlık, kötücül gelişmeler olabileceğine kafa yoruyordum. Yorumlayabiliyor muydum cunta vahşetini? Ve düşündükçe kafama ağrılar giriyordu.

     Bu dehşet haberlerinin beynimde yarattığı ağrının, sırtıma vuran güneşin ve yürüyüşün etkisiyle yorulmuş ve terlemişim. Oysa kolumdaki Nacar saate göre yarım saat kadar yürümüştüm. Ayırdına varmadan yolun her zaman geçtiğim, çalıştığım köy ve ilçe arasındaki köy ile sağdan o güne kadar hiç yürümediğim Beldibi’ne giden yol ayrımına gelmişim. Öğretmeni olduğum köyle ilçe arasında sürekli konakladığım köye dönmek yerine yirmi dakika kadar daha fazla yürümeyi göze alarak sağdan yokuş aşağı ilerleyip Beldibi’nin yakınından sola dönerek pır pır köprüye kadar yürürsem, her yolculuğumda korkudan ne yapacağımı bilmeyerek geçtiğim köprüyü aşmak zorunda kalmayacağım. Beldibi’ne yakın olan köprü üstünden araç geçecek kadar sağlam. Yol uzayacağı için bu yöne dönmeden önce oturup biraz dinlendim. Elimdeki çantayı omzuma almadan önce yürüdükçe taşımanın daha da zorlaştığı metal borunun ucunu çantamın içine soktum, boru güneşli gökyüzüne doğru uzanıyor. Çantayı omzuma alarak tekrar yürümeye başladım. Böylelikle ağırlığı omzuma vererek tek elim rahatlamış oldu. İçi çok dolu olmasa da bir elimde çanta diğerinde metal boru ile yürümek zorlamıştı beni.

     Çantayı omzuma aldığımda çantadan yukarı doğru uzanan metal borunun bahar güneşinin etkisiyle parıl parıl parladığını düşünerek ilerliyorum. Gören, gökyüzünden yeryüzüne pike yapmış ve yüzeye yakın bir yerde asılı kalmış uzun bir ışık parıltısı sanır. Kim bilir bir çeşit UFO diye yorumlayanlar da çıkar. Bahar güneşi sırtımı ısıtıyor, gündüz gözüne yolculuk endişelerimi uzaklaştırıyor. Kendi gölgem ve gölgemin üzerinde yükselen borunun gölgesi anlaşılamaz bir şekil oluşturuyor, her adımda gölge tuhaf bir şekle dönüşerek bir sağa bir sola kayıyor sanki benimle oyun oynayan cansız bir beden gibi önümden gidiyor. Bir tek atım yok, o da olsa Don Kişot gibi ‘tek at tek mızrak’ köye gideceğim. Böyle kendi gölgemle ve borunun gölgesiyle oyun kurup eğlenerek Beldibi köylülerinin ilçeye gelip giderken üstünden geçtikleri köprüye kadar geldim, rahat rahat köprüyü geçtim ve ormanlık alana uzanan toprak yoldan sola dönerek az sonra pır pır köprüye varacağımı düşündüm. Sözlerini anımsayamadığım bir türküyü ıslıkla söylemeye çalışarak kendimi oyalıyorum. Pır pır tahta köprüde tekrar bir mola verdim. Artık yolun bundan sonrası ormanlık alan, hava hâlâ güneşli. Karanlık basmadan kendi köyüme varırım, diye geçiyor aklımdan.

     Dünya ne garip! Bir yanda cunta ilan edilmiş, 6.filoya namaz duranları görmezden geliyor, tüm vahşetiyle devrimcileri kırımdan geçiriyor diğer yanda insanlar günlük işlerine dalmış cunta var mı yok mu, aldırmaz görünerek işinde gücünde, çalışıyor, didiniyor. Gazeteler şu dağda şu kadar anarşist görüldü haberleriyle çıkıyor. Köylü tarla tapan işleriyle meşgul, kim ölmüş, kim kalmış, devrimciler emekçi işçi ve köylülük için mi can veriyor, yoksa ulaşamayacakları bir hayalin peşinde mi koşuyor farkında bile değil! Sattıkları ürün üstlerini başlarını yenilemeye bile yetmeyen köylü devrimcilerin ülkenin bağımlılık zincirini koparmak üzere yola çıktıklarının bilincinde hiç değil! Anamalcı düzen işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, öğretmeniyle tüm emekçileri dişlilerinin arasında un ufak ediyor. Bu hep böyle mi sürer, bukağından nasıl kurtuluruz? Yoksa bu uğraş içinde yoğrulup yaşlanacak mıyız? Kim bilir kaç insan erken ölecek? Doğacak çocuklar da bu endişelerle mi büyüyecek yoksa daha sorunsuz bir ortamda mı yaşayacak?

     Metal boruyu elime alarak yeniden yola koyuldum. Kulaklarım en ufak çıtırtıya duyarlı, elimde metal boru bir sağa bir sola bakarak, kalbim küt küt vurarak toprak yolda ilerliyorum. Her çalının arkasından kurt çıkacağı korkusuyla pür dikkat yürüyorum. Kurt korkusu neredeyse aklımı başımdan alacak. Karşıma çıkarsa veya beklemediğim bir yönden üstüme atlarsa ne yapacağımı bilmiyorum. Bu metal boru beni koruyabilecek mi? Bu ormanlık alandan geçmek düşüncemi durdurmaya, tüylerimi diken diken etmeye, yalnızca kurt hırıltısına odaklanmama yetiyor. “Off yeter oğlum, bırak korkuyu!” diye kendime cesaret veriyorum ama kurt korkusu geçecek gibi değil.

     Arada bir duyduğum orman kuşlarının sesi biraz olsun rahatlatıyor. Yalnızlığımı hafifletiyor. Hele bir göğsü mavi, kanatlarının altı beyaz, üstü kurşuni gri kuş var ki uzun süredir beni izliyor. Arkamda üç beş metre uçup yola konuyor, dönüp bakıyorum kaçmıyor, bir tür oyun oynuyor benimle. Benim de hoşuma gitmiyor değil bu oyun. Cebime bir avuç kırık leblebi veya kavurga koysaydım hem kendim atıştırır hem bu kuşun yemesi için yola serpiştirirdim. Bir canlının vurulma, av korkusu olmadan insanla yakınlaşması ne güzel. Kuş bir süre daha oyuna devam ettikten sonra ağaçların üstünde kurşuni bir ışıltı olarak yükseldi, giderek ufacık bir noktaya dönüştü ve kayboldu. Geri dönmedi. Geri dönseydin ya kuş, yalnız yolculuğuma ne güzel bir yol arkadaşı olmuştun!

     Bu oyun insanda doğayla bütünleştiği, doğanın bir parçası olduğu hissi uyandırıyor. Canlı doğanın etiyle, kemiğiyle diğer canlı türler gibi bir türü; düşünme, algılama ve yorumlama yeteneklerimizle diğerlerinden farklılaşmış küçük bir parçası olduğumuzu duyumsuyorum.

     Uzaktan köy göründü. Eh, bu gün de kazasız belasız ulaştım sayılır köye.***

                               ***

İki hafta çabuk geçti. Öğrencilerim, derslik olarak kullandığım geniş kerpiç odanın tertip düzeni, ders defterim, programlar, derslere hazırlık derken beklemediğim kadar çabuk geçti. Arkadaşlarımla sözleştiğimiz gibi ilçede buluşmak üzere ikinci cumartesi sabah yola çıktım. Bu kez yalnız değilim, karşı komşum Mahmut da benimle beraber geliyor ilçeye, oradan Ankara’ya çalışmaya gidecek. Elimde bir sopa veya gelirken bahçe çitleri arasında bulduğum metal boru yok. Yüküm de yok. Elimdeki çantada yalnızca ilçenin handan farkı olmayan tek otelinde yatarken giyip uyuyacağım pijamam var. Artık handa kalmıyorum, bir gece çantam kurcalanıp eşyalarım çalındığından beri gece ücreti birkaç lira fazla olan hanımsı, otelimsi yerde kalıyorum. Daha lüksü yok.

     Mahmut’la yolculuk keyifli. Köyde olup bitenleri arka arkaya sıralıyor, bana konuşma fırsatı tanımıyor; kim kimle içli dışlı, kim kimle iyi konuşuyor veya konuşmuyor, kim kimle dargın, anlattıkça anlatıyor. Mahmut sazı aldı eline, bırakmıyor. Adı geçen insanların çoğu öğrencilerimin velileri, tanımadığım adlar da var. Mahmut’un tek kızı ikinci sınıf öğrencim. Akıllı kız, çabuk kavrıyor anlatılanları. Matematiğe de çok ilgili. İlkokulu bitirince kızını okutmak için Ankara’ya taşınacağını söylüyor Mahmut, baharda ve yazda Ankara’nın amelesi, kışta köyün boşta gezeri. Kafasına şimdiden doktor olmayı koymuş Hatice. Nedenini sorduğumda “Köyde çok hasta var, doktora gidemiyor, ben onları iyileştireceğim” diyor. Bunu, gözlerinin içi gülerek nasıl içten söylüyor, bilemezsiniz. Mahmut çok umutlu kızının doktor olacağından. Ne güzel bir hayal kurmuşlar baba kız. Umarım hayalleri gerçek olur.

     Böyle sohbet ederek ilçe ile köy arasındaki, şimdilerde belde olarak adlandırılan, büyük köye yaklaştık. Çok keyifli bir yolculuk yaptığımı düşünüyorum. Bir kere yalnız değilim ve bir insan sesi duyarak yolculuk yapıyorum.  Ormanlık alandan sonra pır pır köprüyü tek sıra halinde geçip sel sularının kumla doldurduğu yolun solunda aşına aşına çok katmanlı bir duvar gibi yükselen seti seyrederek gitmek daha da keyifli. Katmanlar arasında selin sürükleyerek taşıdığı çakıl taşları parıldayan renkleriyle seçiliyor. Kendime göre anlamlar çıkardığım bazı parlak taşları çakının ucuyla kazıyarak cebime atıyorum. Mahmut meraklı “Hoca ne yapacaksın bu taşları?” Ben de bilmiyorum ne yapacağımı, toplama merakı işte. Taş toplama merakım hiç bitmedi. . Kim bilir kaç yılda bu katmanlı sete dönüşmüştür toprak.

     Köye girdik. Bunca yolu teptikten sonra yol üstünde, köyün girişindeki evlerin sırasında,  kahvehanenin önünde laflayan birkaç kişiyle selamlaştık. Beni gören kahveci Hasan “Ooo hocam hoş geldin, buyur birer çay vereyim, ferahlayın.” diyor. Daha önce birkaç kez oturup dinlendim, çay içtim burada, bu çay kokusunun hiç eksik olmadığı küçük köy kahvehanesinde, ahbaplığımız var, Mahmut’u da tanır. Oturduk bir masaya, hoş beşten sonra hemen demli çaylarımızı getirdi Hasan ağa. Kahvehanede iki masa daha var, birinde iskambil oynayanlar, diğerinde tavla oynayan iki kişi var. Kasketlerini hiç çıkarmıyorlar, ister içerde ister dışarda. Birbirleriyle şakalaşarak oynuyor, eğleniyorlar; anlayacağınız vakit öldürüyorlar işsizlikte. Çaylarımızı yudumlarken farklı birileriyle sohbete can atan kahveci “Aman hocam sen ilçeye sık gidip geliyorsun, yola bele dikkat et.” Kafasıyla giderek dikleşen yokuşu işaret ediyor. “ İki hafta önce yukarda, Beldibi sapağında bir ‘anarşit’ görmüşler ilçeye yaya gidenler. Çok korkmuşlar, dönüp kendilerine ateş eder mi, diye.” Hiç düşünmüyorlar; o ‘anarşit’ dedikleri devrimciler durup dururken köylüyü hedefe koyar mı hiç?

     Devrimcilerin hareketi tüm ülkede duyulmuş, anlaşılan. Duyulmuş duyulmasına da ‘anarşit’ diye aşağılama olarak lanse edilen bu sözcükte ifadesini bulan olumsuz anlamıyla duyulmuş. Köylüler arasında bir sempati yaratmış mı? Köylünün yaşamı kavrayışına ve bilinç düzeyine bağlı. Yaratmış da olabilir, yaratamamış da, kestirmek güç.

     Anarşit sözünü duyar duymaz Mahmut “Sahi mi, sizin köylüler mi görmüş?” “He ya, sapaktan Beldibi’ne doğru hızlı hızlı yürüyormuş.” “Nasıl biriymiş bu böyle?” “Valla, nasıl biri olduğunu pek anlayamamışlar, sırtı dönükmüş amma omuzunda uzun namlulu bir tüfek varmış ki namlusu güneşte parıl parıl parlıyormuş.” “Deme yahu, nereden bulmuş öyle büyük silahı, nasıl taşımış, ne tarafa gitmiş?” “Dedim ya, Beldibi’ne doğru kaybolmuş. Beldibi ormanın eteğinde.” “Biliyorum, benim karım Beldibi’nden.”

    Söylenti almış yürümüş, cuntanın kara propagandası etkisini göstermiş. Onlara o gün oradan geçenin ben, elli yedi kiloluk, kemikleri sayılan cılız ilkokul öğretmeni, parıl parıl parlayanın da elim ağrıdığı için çantamın içine soktuğum, ucu yukarıya uzanan ince sıradan bir boru olduğunu söylesem inanırlar mı? Benim kurt korkusuyla yanıma aldığım boru olmuş mitralyöz! Köylünün dilinde büyümüş de büyümüş!

     Birer bardak çay daha içtikten sonra kalktık, bir saatlik yola koyulmadan önce bıyık altından tebessümle, kahveciyle “Olur Hasan ağa, dikkat ederim, zaten karanlığa kalmadan gideceğim yere ulaşmaya çalışıyorum.” diyerek vedalaştım.

                                                                (Bahar 1972 - Kasım 2022, Ankara)

 

Sayfa : 18