...
Başlık : YAZAR ALİ GÜNAY’LA SÖYLEŞİ
Yazar : Ü.Gülsüm Bülbül

Ali Günay edebiyat yolculuğuna ortaokul yıllarında başlar. Çok uzundur yolu ama kitaplarında gittikçe kısalır öz yaşam öyküsü. “Arka Bahçe” kitabında da ‘Ne Önemi Var’ başlıklı şiirinde; Ne önemi var, / Adımın, soyadımın/ Nereli olduğumun, /Irkımın, Dilimin, /Cinsimin cibilliyetimin. Diyerek devam eder. Kişisel bilgilerinin değil, fikirlerinin, düşüncelerinin, edebiyat dünyasına katkısının önemli olduğunu bizlere yazınında söylemek ister. Bütün dünyada ve ülkede olup biten olaylar, haksızlıklar, adaletsizlikler, emekçiler, yoksullar, ezilenler, ülkenin kemirilmesi, çıkarlara alet edilmesi onun öykü, şiir, çocuk kitaplarında yerini alır.

Ali Günay’ın edebiyat, okuma- yazma serüvenini daha ayrıntılı öğrenmek amacıyla Bulut Yazar Dergisi olarak kendisiyle sohbet etmek istedik ve sorduk:

Soru-1: Kitapla tanışmanızı ve yazmaya başlama serüveninizi anlatabilir misiniz?

Yanıt-1: Bizden önceki kuşaklar gibi, bizim kuşaktan da benim gibi birçok kişi yaşama ekside başladı diyebilirim. Arap olarak doğdum, nüfusa geç yazıldığım için, ilkokula başlamadan bir yıl önce, kendi çabamla yarım yamalak Türkçe ve okuma yazma öğrendim. Tensel olduğu ölçüde tinsel, düşünsel olarak açtım; beslenmeye, okumaya, öğrenmeye, bilmeye…

Köydeki her ev gibi bizimkinde de Kur’an ve birkaç Arapça dini kitapçık dışında çok az Türkçe kitap vardı. Onlar da büyüklerden kalan ders kitapları, âşık öyküleri, Hz. Ali cenkleri, kahramanlık destanları gibi şeyler. Kullanılmak üzere getirilen eski gazeteler dahil ne bulursam heceleyerek okuyordum. Nisan sonu başlayan yaz “tatili” başlarında dut satmaya Antakya’ya her gittiğimde gördüğüm tüm tabelaları da okumaya giriştim. Türkçe’ye paralel olarak Arapça okumayı da ilkokul döneminde öğrendim.

Öykü Teknesi ortak kitabında yayımlanan “Kitapçı” başlıklı fantastik kısa öykümde anlatmıştım; kentte ortaokula başladığımda bir gün tarihi Köprü Çarşısı’nda bulunan musluklu, sebil bir çeşme başında, açık tahta bavulunun içi ve kapağı üzerinde kitap sergisi açmış satış yapan birine rastladım. Gördüğüm ilk “kitapçı” oydu. Yetmeyen harçlığımdan elli kuruşa kıyıp bir kitap aldım. Okumaya yolda başlayarak köye döndüm. Ertesi gün kitaplara bakmadan geçemedim. Satıcı okuduğumu ve yine alacak param olmadığını sorup öğrenince beklemediğim bir öneri yaptı: okuduğum kitabı getirecektim, üstüne on ile yirmi beş kuruş arası fark ödeyerek başka bir kitapla değiş tokuş edecektik. Elindeki tüm kitapları, onlar bitince de sağdan soldan bulup getirdiklerini okuyup tüketinceye dek bu anlaşmamız sürdü.

Sonrasında okuma tutkumu anlayan okul müdürü de olan Türkçe öğretmenimiz beni kitaplık başkanı yaptı; camlı dolaptaki 149 kitabı o yıl okudum. Ardından beni kent kütüphanesine götürdü, kefil oldu ve üye yaptı. Kitap okuma alışkanlığım o günden bugüne sürüp geldi.

İlk yazma girişimim çocukça ve gülümseticiydi. O sıralar futbolla ilgilenmeye başlamış BJK yandaşlığını benimsemiştim. Kütüphaneden okuduğum kitaplar arasında olan tarihi romanlardan ve sinemada izlediğim kahramanlık filmlerinden de etkilenmiştim. Çizgili bir defteri dolduran ancak bitmeyen bir “roman” yazmıştım. At sırtında yalınkılıç düşman arasına dalıp her kezinde onlarca savaşçıyı darmadağın eden korkusuz cengaver “Karakartal” üzerineydi.

Lise yıllarında, ergenlik ve romantik (daha çok melankolik) dönemimde şiirler yazdım, kompozisyonum çok iyiydi. Gelin görün ki bir şiirimi okutmaya çalıştığım edebiyat öğretmenim ırkçı bir tutumla tersledi beni. Sonrasında okumadan değil ama yazmaktan soğudum, koptum. Üniversite yıllarında ve sonrasında hep yazdım ama edebiyat dışıydı: gazetecilik ve siyaset yazılarıydı. 2001 yılında eşimin görevi nedeniyle yirmi ay kaldığımız Berlin’de çocukluk, ilk gençlik anılarımla karışık öyküler yazmaya başladım. “Çocuklar için doğa öyküleri” diye nitelediğim iki ve ilk öykü kitabım bu metinlerden oluşturdu. Sonraki öykü, şiir, söz ve yazılarım altı kitap olarak yayımlandı, onlarca “fikir yazısı-deneme” denebilecek yazım Deliler Teknesi dergisinde yayımlandı ve dahası yayımlanacak sanırım.

S-2: Kitaplarınızda yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız, yoksa bu yazarken şekillenebilen bir durum mudur?

Y-2: Aç insanın yemek ayırmaması, ne bulursa yemesi gibi ben de elime ne geçerse okuyordum. Liseden başlayarak “toplumcu gerçekçi” yazarlar ve yapıtlarından etkilenmeye ve bu tür kitapları yeğlemeye başladım. Sol düşünceye eğilimim de belirmeye başlamıştı. 1969’da ODTÜ’de başlayıp gazetecilik (iletişim) bitirmemle sonlanan üniversite yılları, onu izleyen dernek yöneticiliği, sendika eğitim uzmanlığı, gazetecilik hatta esnaflık (video-müzik dükkânı işletme) yıllarında kuramsaldan, romana öyküye, şiire hep siyasi yazılar okudum, yazdım. Dönem ve ortam da bunu neredeyse kaçınılmaz kılıyordu.

Yazmaya başlamadan önce bir toplumsal ileti kaygısıyla başlamasam da bir toplumsal olay veya olgu dürtüsüyle yazmaya girişirim. Doğal olarak metin, eskiden “ana fikir” denen bir iletiyi içkin olarak olgunlaşır, bu iletisiyle birlikte ortaya çıkar.

S-3: Sizin kitaplarınızda en göze çarpan özelliğin, ‘yazarın dünyaya nereden baktığı’ mottosunun metinlere yansıması olarak görüldüğünü söyleyebilir miyiz? “Hiçbiri Hikâye Değil”, “Çatlak Nar”, “Zamanın Aynasından” kitaplarınızdaki öyküler bu düşünceye örnek olabilir mi?

Y-3: Evet, söyleyebiliriz. Yazarın dünyaya, yaşama, topluma bakışı (felsefesi, ideolojisi) doğrudan veya dolaylı olarak az ya da çok yazdıklarına yansır; bu kaçınılmazdır. Apolitik sa(n/y)ılan konu seçimi bile ideolojik nitelik taşır. Yalnızca adını belirttiğiniz kitaplarım değil, çocuk öyküleri de içinde olmak üzere (Çatlak Nar kitabımdaki birkaç öykü dışında) buna örnektir. Yazdıklarımı biçim, biçem, izlek bakımından bilinçli çeşitlendirme çabalarıma karşın, yaklaşım olarak metinlerimin birbirini tümleyerek bir bütün oluşturduğunu (en azından bunu amaçladığımı) söyleyebilirim. Edebiyatta temel tartışma konularından biri olan “ne” ve nasıl” sorunsalından birini önceleme yanlısı değilim. “Yazarın ne yazdığı kadar nasıl yazdığı da önemlidir; ikisi bir bütündür, birinin abartılması uyumu bozar, içerik veya yazınsal olarak metnin değerini düşürebilir” diye düşünüyorum. Bilindiği gibi “ne yazıldığı” yani konu, izlek seçimi düşünceye; “nasıl yazıldığı” biçim, biçem, dil, anlatım ve estetiğe ilişkindir.

S-4: Toplumsal ve siyasi tarihimize, bugünümüzün Türkiye’sine ilişkin soru ve sorunlara bakışınız, bir aydın ve edebiyatçı olarak bu konulara olan duyarlılığınızı ortaya koyuyor.
Sizce yazarın niyeti ile okurun niyeti kesişir mi?

Y-4: “Aydın ve edebiyatçı” nitelemeniz için teşekkürler. Öyle miyim, bilmiyorum. Bildiğim, öyle olmaya çalıştığım… Diyebilirim ki ülke ve toplum sorunlarına duyarlılığım bunların çok öncesinde başladı. İçine doğduğum yaşam koşulları, çıktığım sınıf, ilişkide olduğum çevre ve kişisel yapım bunda belirleyici oldu. Hümanizm (insancıllık) olarak başlayan eğilim okuma, konuşma, örgütlenme gibi etmenlerle sosyalist olma çabasına ve -tam anlamıyla olmasa da- yaşam biçimine dönüştü. Bu süreçte dernek, sendika, parti ve haber ajansında üstlendiğim bildiri, broşür, çalışma raporu, dergi ve gazete yazıları ile ideolojik bir dil edindim. Yıllar sonra edebiyat alanında ilerledikçe dilimin yazınsal olması yönünde adamakıllı çaba gösterdim ama ideolojik özelliğini tümden yitirmesini de istemedim. Türkçemin doğru, dilimin arı duru ve yalın olması ve sürekli varsıllaşması doğrultusunda titiz davranmaktan hiç kaçınmadım. Bence edebiyatın malzemesi dildir, bozuk malzemeyle sağlam yapı kurulamaz.

Niyet konusuna gelince, benim yapımda olan ve bu yapının doğal sonucu olarak olay ve olgulara, söylemlere nesnel ve eleştirel bakmaya ve ussal, bilimsel düşünmeye çalışan biri için niyet belirleyici bir nedenden çok, ortaya çıkan bir sonuçtur. Mevlana’nın dediği gibi “ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır”. Yazar ile okur arasındaki ilişki, anlatan-dinleyen, veren-alan ilişkisine benzetilebilir. Yazarın “vergisi” (ürünü, anlatısı, iletisi) okurun algısıyla işlenir, anlamlandırılır ve değerlendirilir. Kesişmesi hatta örtüşmesi arzulanan yazarın vergisi ile okurun algısıdır. Bu kesişme, örtüşme olmadığında yazar yine yazar, okur da yine okurdur ama o okur o yazarın okuru (o yazar da o okurun yazarı) değildir.

Sözü iki alıntıyla bağlayayım:
“(…) en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir/birbirini anlamayan…” (Herman Amato, Can Yücel çevirisiyle)
(Sanırım) Yasaklar oyunundan: Metin Akpınar: Hay senin anlayışına! Zeki Alasya: Hay senin anlatışına!

S-5: Yeni bir konuda yazmaya sizi yönelten bir dürtü, olay, duygu, film, ses, müzik veya durum mudur? Neden ve nasıl başlarsınız, devamı, sonu nasıl gelir metinlerinizin?

Y-5: Yetenek ve eğilim, çocuk veya genç yaşta kendini gösterse de istenç, imrenme veya öykünmeyle yazmaya başlanabilse de özlü, içerikli ve nitelikli yazma becerisi belirli bir birikim gerektirir. Birikim de yaşamak, gözlemlemek, deneyimlemek ve okumakla edinilir; yazma dönemini de kapsayan bir süreklilik içinde geliştirilir, varsıllaştırılır. Açıktır ki bu, zaman ve emek tüketen uzun bir süreçtir; edinilen bilgi ve deneyimlerin çözümlenmesi, değerlendirilip anlamlandırılması, özümsenmesi ve içselleştirilmesi de öyle…

Saydıklarınız da içinde olmak üzere, ilgi alanıma giren, dikkatimi çeken, rahatsız eden, acıtan, öfkelendiren, üzen, acıma uyandıran, güldüren, şaşırtan, düşündüren her olay, olgu, durum ve bunları anımsatan, anıştıran, çağrıştıran her şey yazma dürtüsünü devindirebilir. Demem odur ki yazma konusu neredeyse sınırsızdır. Bu bağlamda, her zaman dosyalarımda başlığı veya izleği veya giriş bölümü yazılmış çok sayıda konu olur. Ancak, nasıl ki tüm ömrünü okumayla geçirse bile bir insanın tüm kitapları okuması olanaksızsa, hiç durmadan yazanın bile tüm konuları yazıp tüketmesi de olası değildir. Yaş alıp zaman kısaldıkça okumada olduğu gibi yazmada da seçici olmak zorunlu olur. Benim gibi geç başlayanlar için bu, baştan öyledir. Bu nedenle dosyamdaki birçok konu hiçbir zaman yazılmayabilir; kimini yerini başka konular alır, sürekli yenileri de eklenip sırasını bekler. Kısacası, böyle bir dünyada ve böyle bir ülkede hiçbir yazar konu sıkıntısı çekmez; güç olan, seçtiği konuyu, biçim, biçem, kurgu, dil ve anlatım bakımından olabilecek en yalın ve duru, en edebi ve estetik biçimde işleme becerisi göstermesidir. Kanımca okurdan önce kendi beğenisi ve doyumu ile edebiyatçıların, varsa eleştirmenlerin değerlendirmesi ve olumlaması önem taşır.

Kitaplaştırma ayrı -ve ne yazık ki sancılı- bir süreçtir. Uzun zamandır her bir kitabım basıldığında en az iki kitap olabilecek ölçüde yazım birikmiş bekler. Belki de aralarında hiçbir zaman kitap ve/ya okur yüzü görmeyecekler de olacaktır. Basım, dağıtım, tanıtım, satış gibi teknik konular bence yazarın değil yayıncının sorunudur veya öyle olmalıdır.

S-6: Modernite ve kitap, okumanın sıradanlaşması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Okuma ve yazma 21.nci yüzyılda sizce nasıl anlamlandırılabilir?

Y-7:Önce iki saptama: Modernizmin yaşanmadığı yerde “postmodernizm; bilimin olmadığı yerde “bilimkurgu” olmaz ama ikisinin de çokça “edebiyatı” yapılır, varmış gibi davranılır.

Dünya hep dönmektedir ama günümüzde, başta yapay zekâ aşamasına gelen bilgisayar, genetikte ilerleyen tıp, uzayda yeni aşamalarla ve her alanda giderek hızlanan bilimsel ve teknolojik gelişmelerle insanın başı dönmektedir. Dünya yüz yılı aşkın bir evresi sona eren “ideolojiler dönemi”nin yerine ne konacağı konusunda kaosa yakın, çalkantılı ve karmaşık bir süreçten geçmektedir. Bu kararsız, döngüsel süreçte geri dönüşler ve kopuşlar (geri kalmalar ve ara açmalar) da kaçınılmazdır. Bir yandan da yeni denge ve yeni ideoloji arayışları da sürmektedir. “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” ama değişimin yönü, sonuçları ve “özde mi, biçimde mi” olduğu insanlar ve toplumlar için yaşamsal önem taşıyabilir.

Değişim ve gelişmelerin yazına yansımaması düşünülebilir mi? Hayır ama bu yansıma nasıl bir “yeni edebiyat” yaratacak, soru(n) budur bence. Şu sıralarda ne denli süreceği belirsiz bir bocalama ve arayış sürecinden geçilmekte olduğu kanısındayım.

İnsanın anlatma ve dinleme, yazının bulunmasından bu yana yazma ve okuma gereksinimi hep var olmuştur, artarak sürmüştür ve öyle sanıyorum ki hep sürecektir. Bunun gelecekte hangi evrelerden geçerek nasıl biçimleneceğini kestirmek olası değil, birazı gerçekçi, daha çok fantastik varsayımlarda bulunulabilir ancak. Basılı kâğıttan (kitap, dergi) dijitale geçiş yol almaktadır, zaman ve gelişmeler bu değişimden yanadır; teknolojik ilerlemelerle paralel olarak e-kitap, e-dergi ve seslileri ile başka yeni formların basılı kağıtların yerini alması kaçınılmaz görünmektedir. Teknolojide olduğu gibi bazı değişim/dönüşüm evrelerinin kısa sürmesi hatta atlanması da olasıdır. Giderek küçülen el telefonu, saat ve benzeri aygıtlara başka birçok şeyle birlikte kütüphaneler dolusu kitap ve bilgi yüklenebilir olması başka olasılık ve olanakları düşündürmektedir. Şu anda uç(uk) görünse de konu ve sözcükler verilerek yapay zekalı aygıtlara dijital roman, öykü, şiir yazdırılması, okutulması (seslendirilmesi); sözcüklerin yerini sembollerin (emoji veya yeni şekillerin) alması, ötesi, anlatıların çiplere yüklenip belleğe aktarılması ve istenirse silinmesi veya bu işlemin göz yoluyla bir bakışta belleğe yansıtılması veya bizim kuşağın düşleyemeyeceği başka yazma ve okuma yöntemleri geliştirilmesi olasılık olarak öngörülebilir.

Her durumda edebiyatın kalıcılığı konusunda kaygıya yer yok: hangi yöntem ve biçimde olursa olsun insanlar anlatmayı ve dinlemeyi sürdüreceklerdir. Anlatının duru ve doğru bir dil, incelikli, estetik biçem, uygun biçim, sanatsal bir anlatım ve ustalıklı bir kurguyla oluşturulmuşuna da (iyi) edebiyat veya aynı anlamda başka bir şey denecek, edebiyat yeni(lenen) yapılarla hep var olacak, yaşayacaktır.

S-7: Yapıtlarınızda dil konusuna önem verdiğinizi, dilin varsıllaştırılması gerektiğini, insanın evriminde dilin çok önemli olduğunu vurguluyorsunuz. Bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

Y-7: Anadilim Arapça; Antakya Arapçası… Okul öncesi ve ilkokulda Türkçe öğrenmeye başladım. Sonraki okullarda ve yaşamda geliştirdim; öğrenmeyi de sürdürüyorum. Ailesini seçemeyeceği gibi insan doğuştan edindiği dili de seçemez. “Anadil(i)” dediğimiz gerçekte anne dilidir; bence, kaç dil bilirse bilsin insanın anadili kendini en iyi ifade edebildiği dildir. Benim için bu, Türkçe’dir. Dil konusunda başlangıçtan beri titizimdir. Bu konuda öyle çok yazı ve öykü yazdım ki bu söyleşiye özet bile sığdıramam.

Burada, yazılarımda yer verdiğim birkaç saptamaya değinmekle yetineceğim:

- Darwin’in Evrim Teorisi’nde belirttiği “ihtiyaç organ yaratır” kuralı dil için de geçerlidir. Dil, insanlar arasında iletişim ve anlaşma gereksiniminden doğmuştur. Bence “önce (söz değil) ses vardı”. Bir şeyler anlatma amaçlı sesler sözcükleri, sözcüklerin düzenlenmesi de tümceleri, giderek genişleyen anlatımı yarattı ve bunlara dil dendi.

- Sözcükler, başlangıçta rastlantısal ve uydurmadır, sonra anlamlandırılmıştır; dolayısıyla doğuşta tüm diller uydurmadır. Bir sözcüğe neden bu (örneğin, dil) dendiği, neden şu (başka bir şey) denmediği boş bir sorgulamadır.

- Tüm diller geçirgendir ve yetersiz kaldıkları yerde birbirlerinden ödünç sözcükler alırlar. Söz Uçar kitabımda bunu şöyle belirtmiştim: “Yabancı sözcükler anadil bahçesinin gübresidir; hem besler hem de kirletir; ölçüsü kaçtığında bahçeyi yakar.” Olasılıkla bu alışverişte de daha çok doludan boşa akar. Önemli olan dilin öz sözcüklerini korumak, geliştirip dili varsıllaştırmak; ödünç sözcükleri özenip abartarak dil bahçesini yakmamaktır.

- Dil, bağ kurmada, topluluk, toplum, ulus oluşturmada; bağımsızlık, egemenlik ve özgürlük sağlamada kilit önemdedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca bunu “Türkçem, dil bayrağım” olarak dile getirmiştir. Sömürgecilik ve emperyalizmin temel araçlarından olan kültür emperyalizminin taşıyıcısı ve yayıcısı da dildir. Her bağımsız ülkenin bir ulusal bayrağı ve yanında, anadili olan bir dil bayrağı vardır. Her ikisi de ulusal egemenliğin simgesidir.

- Her dilin zayıf ve güçlü yanları vardır. Kendi dilini küçümsemek aşağılık duygusudur. Buna karşılık, abartılı biçimde övmek, yüceltmek, başka dilleri aşağılama düzeyinde hor görmek de dil şovenizmidir, ırkçılıktır. Hele herhangi bir kişiye, topluluğa, halka anadilini yasaklamak, ırkçılığı da içeren faşizan bir uygulamadır; insanlık suçudur.

S-8: Son olarak ne söylemek istersiniz?

Y: 8: Söyleyecek çok şeyim var; yazma nedenselliğim zaten söyleyecek çok şeyim olmasına dayanır. Ahmet Arif’in dediği gibi, “(…) Ocakta küllenmiş közüm, /Karnımda sözüm var/Haldan bilene…”

Bence insanın yarattığı her şey insan içindir; sanat ve edebiyat da… Başka bir deyişle insandan gelir, insana döner. Bu ikisi birbirini dönüştürmeli, yeniden başka düzeyde üretmelidir. Açıktır ki çalkantılı bir geçiş süreci gibi görünen bu dönem, geride bıraktığı büyük düşünürler, büyük yazarlar çağını sürdürememiştir. Bizde geç ve geri kalmışlığın sancıları-ekonomiden daha az olmakla birlikte- sürmektedir. Yenilik, farklılık, özgünlük girişimleri deney aşamasındadır; henüz “tarifi alınacak lezzette” çok az “yeni yemek” ortaya çıkmış gibidir. Teliften düşmüşlüğün yanında belki de bu nedenle edebiyat klasikleri hemen her yayınevince baskı üstüne baskı yapmaktadır. Klasik olmak her zaman okunur olmaktır elbette; özellikle yazma isteklileri mutlaka okumalıdır. Ancak günümüzde durum, okurların yenilerde pek bulamadığı tadı eskilerde aradığını düşündürmektedir.

Edebiyatta akımlardan, kanonlardan değil, çeşitlilik ve çoğulculuktan yanayım. Resimde, müzikte dileyenin dilediği türü yeğlediği gibi, bu alanda da herkes seçimini özgürce yapmalıdır. Çeşitlilik böylece sağlanır ve artar. Okur zaten kendi ölçütlerine veya yönlendirildiği biçimde aralarından neyi okuyacağının kararını verir. Çoğulculuk dediğim, yazanların olabildiğince çok türde denemeler yapmasıdır. Bana göre çok türde (öykü, şiir, roman, deneme, çocuk, oyun…) başarıyla yazabilenler “çoğul yazar” sayılabilir. En beğeniyle okuduğum yazarlar bunlar arasındadır.

Edebiyat yapıtlarının ticari mal, meta olarak değerlendirilmesi, yazarlara üretici, okura alıcı (müşteri) gözüyle bakılması edebiyat dostluğu değil, sömürüsüdür.

Sözümü, Deliler Teknesi’nde beş bölüm,yayımlan (25 A4 sayfası uzunluğundaki) “Yazarlar, Kitaplar ve Okurlar” başlıklı yazım gibi bağlamak istiyorum.başlıklı yazım gibi bağlamak istiyorum.

“Her şeye karşın, İYİ Kİ EDEBİYAT VAR; İYİ Kİ YAZARLAR ve KİTAPLAR VAR...”

- Bulut Yazar Dergisi olarak çok teşekkür ederiz.
- Ben de teşekkür eder, başarılar dilerim.

                                                                      17.09.2022

 

Ü. GÜLSÜM BÜLBÜL KİMDİR?

Uşak ilinde doğdu. Babası memurdu. Pek çok köy ve kasaba gezdiler. Hasanoğlan-Atatürk İlk öğretmen Okulu’nda parasız yatılı okudu. Öğretmenlik yaptı. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmet Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Eğitim Yönetimi ve Denetimi Bölümü’nde Yüksek Lisans yaptı. Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda ve TC Ziraat Bankası Kreş-Yuva’sında Sosyal Hizmet Uzmanı olarak çalıştı.
Bülbül Çocuk Yuvası’nda Kurucu, Sorumlu Müdür ve Eğitimci olarak aile ve çocuklarla eğitim yaşamını sürdürdü. Kadınların ve kız çocuklarının yaşamında özel bir yeri olduğundan onlarla ilgili sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmaya, öyküler yazmaya ve masallar anlatmaya devam etmektedir.

YAPITLARI

  • Alt Islatma Sorunu Olan Çocuklar, Kök Yayıncılık,1994, Ankara
  • Uyku Sorunu Olan Çocuklar, Kök Yayıncılık, 1995,Ankara
  • Can Suyu, Kanguru Yayınevi, 2007, Ankara
  • Canfes, Kanguru Yayınevi, 2008, Ankara
  • Mercan Öyküleri, Kanguru Yayınevi, 2013, Ankara
  • Yüreğim Dünyada Misafir, Kanguru Yayınevi, 2021, Ankara 

Sayfa : 4