...
Başlık : Doğan Başçavuş’un Kurşuna Dizdiği Asker
Yazar : Mahmut Arslan

 

Babam merhum Emekli Ordu Donatım Teknisyen Kıdemli Başçavuş Doğan Arslan’ın aziz hatırasına                                                                                                             Mayıs 2022, Ankara

 

Ankara’ya son gidişimde askerlik arkadaşım diş hekimi Hüseyin Kırmızıgül’ün muayenehanesinde bölük komutanım Salim yüzbaşı ile karşılaşmıştık. Yaşı 80’e varan emekli albay Salim Bey demek daha doğru olurdu. “Bizim Doğan Başçavuş’tan ne haber?” diye sordum. “Sorma, Ulusta karşıdan karşıya geçerken bir taksi çarpmış ve kurtulamamış, üç yıl oluyor.” dedi. O anda Doğan Başçavuş’la 46 yıl önceki ilk karşılaşmamız aklıma geldi, bir tuhaf oldum.                                                                                       Haziran 1974, Balıkesir

O yıllarda yazları ailemle Ege sahillerine gitmek dışında İstanbul’un dışına çıkmışlığım yoktu. Teknik Üniversite’nin Makine bölümünü bitirdikten sonra 1970’lerin Türkiye’sinde iş bulmak da zor olmamıştı. Stajımı yaptığım İstanbul’daki fabrika beni hemen işe almıştı ama işe başlamadan askerliğimi bitirme şartını koymuştu. 16 aylık yedek subaylık hizmetimi görmeden elim ekmek tutmayacaktı. Vatan borcuydu ve ödenecekti.

1974 yılının Haziran ayında silah altına alındım. Makine mühendisi olmamdan ötürü Balıkesir’deki Ordu Donatım Okuluna gönderilmiştim. O zamanki adıyla Ordu Donatım sınıfı şimdilerde Bakım sınıfı adını almış ama yapılan iş aynıydı. Ordudaki her türlü bakım onarım işini yapmak bizden sorulurdu ve bir nevi Ordu’nun tamircileriydik.

Yedek subay okuluna girdikten tam bir ay kadar sonra Kıbrıs Barış Harekatı başlamıştı. Annem ve babam Kıbrıs’a gönderilir de şehit olurum diye uykusuz geceler geçiriyorlardı. Asteğmen rütbesini takmadan savaşa gönderilemeyeceğimi bir türlü aileme anlatamıyordum. Savaşta şehit düşen asteğmenler de vardı ve bu tür haberler babamın daha çok tansiyon hapı almasına neden oluyordu. Ben rütbe taktığımda ise Eylül ayı gelmiş ve Kıbrıs’ta ateşkes sağlanmıştı. Bir yıl yedek subay asteğmen olarak görev yapacağım birliğim kura ile belirlendi. “Ankara Etimesgut Zırhlı Birlikler Okul Komutanlığı, Ordu Donatım Bölüğü.
                                                                        Eylül 1974, Ankara

Ankara’yı çocukluğumdan beri görmek istiyordum ama bir türlü fırsat bulamamıştım. Eğer bir işiniz yoksa İstanbullular için Ankara gezip görmeye gidilecek bir yer değildi o yıllarda. Benim de Ankara’ya ilk gelişimdi. O zamanlar Tandoğan Meydanında bulunan şehirlerarası otobüs terminalinde inip şöyle bir etrafıma bakındığımda nasıl bir yere geldiğim konusunda pek de bir şey oluşmamıştı kafamda. Bavulumu bir taksiye atıp Bahçelievler’de oturan yakınlarımızın evine doğru yola çıktım. Ankara’yı hiç güzel bulamadım doğrusu. Dağ taş gecekondu doluydu. Herhalde Yozgat’ın biraz irisi olmalıydı burası. Bahçelievler ise şehrin Batı yakasındaki en son mahallelerindendi. Hemen yanı başında Emek Mahallesi adında yeni inşaatlar yapılıyordu. Sonrası ise Polatlı’ya kadar uçsuz bucaksız tarlalardı.

Bahçelievler gerçekten de bahçeli ve iki katlı şirin evlerden oluşan, sokaklarında çocukların oyun oynadığı huzurlu bir memur semtiydi. Dümdüz birbirini kesen sokakları sanki bir Orta Avrupa kentindeymişim izlenimi veriyordu. Benim büyüdüğüm, inişli çıkışlı ve sokakların birbirini kesmeden kıvrıldığı eski İstanbul mahallelerine benzemiyordu. Bahçelievler güzeldi güzel olmasına ama bazı evler yıkılıp arsalarına beş katlı çirkin apartmanlar dikiliyordu.

Annemin dul teyzesi benim de teyze diye hitap ettiğim Naciye Hanım, kızı damadı ve iki torunu ile birlikte kalıyordu. Ev kendisinin olduğu için evde sığıntı değil sahibe tavırlarındaydı ve durmadan kızına ve damadına talimatlar yağdırıyordu. Küçüklüğümden beri beni pek bir severdi Naciye Teyze. Rahmetli kocası ile İstanbul’a geldiklerinde bizde kalırlardı. Beni çok sıcak karşıladı sarıldı öptü ve sanki çocukmuşum gibi burnumu sıktı. Ne zaman büyümüştüm de asker olmuştum, inanamıyordu.

Kızı Meltem Abla o zaman benden on yaş büyük çocukluk aşkımdı. Ben on iki, on üç yaşlarındayken Meltem Abla İstanbul’da üniversiteyi okuyor çoğu hafta sonunu da bizim evde geçiriyordu. Bana göre dünyanın en güzel kızıydı. Giyinip süslendikten sonra “nasıl oldum” diye hep bana sorardı. Ben de ona hep İstanbul’un en güzel kızı olduğunu söylerdim. Pek bir sevinir beni yanaklarımdan öper ve “küçük sevgilim” derdi. Haşim Ağbi ile Yalova’daki yazlıklarında nişanlandıklarında bayağı bir üzülmüştüm. Üzüntümü anlayarak yanıma gelmiş nişanlısının yanında “Haşim de kim oluyormuş, sen her zaman benim küçük sevgilim olarak kalacaksın” demişti. Meltem Abla’yı görünce birden on yıl önceki o nişan törenine gitmiştim. Bir tanrıça heykeli kadar güzeldi. Şimdi ise orta yaşa yaklaşan iki çocuk annesi ve birazcık da tombiş sayılabilecek bir hanım teyze olmuştu.

Meltem Abla beni görünce sarılmış ve “benim küçük sevgilim gelmiş” diyerek yanaklarımı sıkmıştı. Bu evde kimse büyüdüğümü kabul etmek istemiyordu anlaşılan. Bir tek Haşim Ağbi “Bu yıl küçük sevgiline inşallah büyük bir sevgili bulacağız.” dedi ama ben “Aman Ağbi boşver ben Ankara’ya askerlik yapmak için geldim evlenmeye değil” deyiverdim. Haşim Ağbi ise gülerek “O işler hiç belli olmaz, büyük konuşma.” dedi.

Akşam yemeğinden sonra Haşim Ağbi çocukları Naciye Teyze’ye emanet ederek beni ve Meltem Abla’yı Kızılay’a çıkardı. Amerikan yapımı direksiyondan vitesli 7 kişilik eski arabalardan dönüştürülmüş taksi dolmuşlardan birine binip meydanda indik. İlk defa Kızılay’ı görüyordum. Daha önce hep gazetelerde ve kartpostallarda görmüştüm. Ankaralıların Gökdelen dedikleri ve o yıllarda ülkenin en yüksek binası olan yirmi iki katlı Emek İş Hanı meydanda bütün heybeti ile yükseliyordu. Meydana adını veren Kızılay Derneği’nin sarı renkli binası tepesinde kocaman bir kırmızı hilal ile ben buradayım diyordu. Binanın bahçesinde Kızılay’ın kuruluşuna katkıda bulunan Osmanlı paşalarının büstleri vardı ve bunlar Cumhuriyet’in başkentine biraz Osmanlı biraz İstanbul havası katıyordu.

Haşim Ağbi “Bakanlıklar’a doğru yürüyüp haydi dondurma yiyelim” dedi. Kızılay binasının önünden yukarı, karşıya geçince Cumhuriyet Ankara’sı ile yüz yüze gelmiştim. Güven Anıtı birdenbire önümde dikilivermişti. Anıtın arkasındaki büyük parka da Güven Park deniyordu. İki devasa heykelin yer aldığı bu anıt sanki bir Avrupa şehrinden fırlamış gibi duruyordu. İstanbul’da da Taksim Anıtı vardı ama bu bambaşka bir şeydi. Tamamen modern Avrupai kamu binalarından oluşan şehrin bu yakasına boşuna Yenişehir denmiyordu. Burası Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkan Cumhuriyet’in ideolojisini ve değerlerini yansıtan tamamen yepyeni bir şehirdi gerçekten de. Anadolu bozkırının ortasında bir Orta Avrupa şehri oluşturulmuştu ama Pera gibi içimizdeki bir yabancı gibi de durmuyordu.

Bakanlıklara doğru yukarı çıkarken elimize de birer külah dondurma almıştık. Yoldaki insanların tamamı orta ve üst sınıftaki Türklerden oluşuyordu. Giyimleri ve tavırlarıyla oldukça Batılıydılar. Bir İslam ülkesinde yaşadığımızı ancak okunan yatsı ezanı hatırlatıyordu.

Yarın birliğime katılmak üzere Etimesgut’a gidecektim. Haşim Ağbi’ye Etimesgut şehrin neresinde diye sorduğumda gülerek “Şehrin hiçbir yerinde değil orası şehrin oldukça dışında Eskişehir Yolunda bir köy” demişti. Allahtan Etimesgut ve Ankara arasında çalışan dolmuşlar vardı. Sabah erkenden kalkıp o dolmuşlardan birine atladım. Dolmuşa Ulus’tan binmiştim ve Bahçelievler’den sonra şehir bitmiş tarlalar başlamıştı. Yaklaşık 25 km sonra Zırhlı Birlikler Okul Komutanlığının önündeydim. Kapıdaki nöbetçi askere kimliğimi gösterince ilk defa bir askerin topuk selamı vererek “Buyurun komutanım.” dediğine şahit oldum. En alt rütbede de olsam bir Türk subayıydım artık.

Karargâh binasında bir astsubay beni buyur etti, çay söyledi ve yanıma bir asker katarak levazım bölüğüne gönderdi. Orada bedenime uygun eğitim ve harici üniforma bot ve ayakkabı aldım. Eğitim üniformamı giydikten sonra artık göze batan bir sivil değil içlerinden biri olmuştum. Benimle gelen asker “Buyurun komutanım şimdi sizinle ordu donatım bölüğüne gidelim.” diyerek beni kendi kullandığı cipe buyur etti. Ordu donatım bölüğü levazım bölüğünün beş yüz metre ötesindeydi. Asker beni bölük komutanının odasına kadar götürdü ve esas duruşa geçip selam vererek görevinin sona erdiğini söyledi. Teşekkür edip elini sıktım. Botum hafiften ayağımı vurmaya başlamıştı ama umursamadım.

Odaya girdiğimde topuk selamı verip esas duruşa geçme sırası bana gelmişti. Eski ve küçük bir masadan ibaret olan bölük komutanlığı makamında bir yüzbaşı oturuyordu. Sarışın sıska bir adamdı. Selam verdikten sonra kendimi tanıttım. “Rahat asteğmenim, oturun lütfen,” diyerek masanın önündeki sandalyelerden birini gösterdi. Sakin bir tavırla biraz kendimi tanıtmamı istedi. Beni dinledikten sonra bölükte yapılan işleri anlatmaya başladı.

“Asteğmenim üzerimizdeki üniformaya bakan bizi subay zanneder ama biz aslında bu birliğin tamirci ustalarıyız. Neferinden bölük komutanına kadar hepimiz tamirci parçasıyız. Bütün Zırhlı Birlikler bizi böyle görür. Bir tank ya da bir kamyon ya da küçük bir cip bozulsa hemen bizi ararlar, kurtarıcı isterler, işimizi de akşama kadar bitirmemizi beklerler. Sanki Tatlı Cadı’nın sopası ile tamirat yapıyoruz burada. Tabi bir de düzenli bakım faaliyetlerimiz var. Tamirhanemize kademe diyoruz. Erleri çırak, erbaşları kalfa, teknisyen astsubayları da usta olarak görebilirsin. Sen ve ben ise tamirhanenin yöneticileriyiz. Ben askeri liseden sonra Harp Okulunda iki yıl okudum. Bir yıl da Balıkesir’deki Ordu donatım okulunda eğitim gördüm. Senin gibi Teknik Üniversite’ye gidemedik. Köylü babamızın imkânları bizi İstanbullarda okutmaya yetmezdi. Allah devlete millete zeval vermesin, devletin imkânlarıyla okuyup subay çıktık. Aslında dört gözle seni bekliyordum. Artık bölük komutan yardımcısısın ve ben haftaya izne çıktığımda bir ay süreyle bölük komutanı vekili olarak destek kıtaları tabur komutanına sen hesap vereceksin.”

Yüzbaşı Selim’in bu son cümlesi ile oturduğum yerde sopa yutmuş gibi saplanıp kaldım. Daha burada ne iş yapıldığını bile anlamadan bir hafta sonra koca bölüğün komutası bana geçecekti. Tabii ki itiraz edecek konumda ve yerde değildim “Emredersiniz.” diyebilmiştim sadece.

Bu kadar konuşmadan sonra içecek bir şey söylemediğini fark eden komutan emir erini çağırıp bir kahve söyledi. Kahvemizi içtikten sonra bölüğü gezdirmeye başladı. Yolda Çavuş rütbesindeki bir asker selam vererek elindeki imza dosyasını komutana verdi. Bu Çavuş bölümünün yazıcısı yani bölük komutanının sekreteri olan Adem Çavuştu. Salim Yüzbaşı günlük evrakı orada imzaladıktan sonra gayet sıradan ve sakin bir tavırla “Şu Doğan Başçavuş’un kurşuna dizdiği askere söyleyin yarın bizim bölüğün önündeki çimleri de bir kesiversin” dedi.

Kafam allak bullak olmuş bir şekilde Yüzbaşı’nın gözlerine soru soran bir ifadeyle bakıyordum. Kim kimi kurşuna dizmişti, burası nasıl bir yerdi, ben nereye düşmüştüm? Yüzbaşı yüzümdeki şaşkını anlamış olmalı ki, gülerek “Anlatırım sonra.” dedi.

Bölüğün kalbi olan kademeye yani tamirhaneye geldiğimizde bir fil ölüsü gibi yerde parçalara ayrılmış olarak yatan koca bir M-48 Amerikan tankı ile karşılaşmıştım. Üzerine tulumlar giymiş olan 4-5 kişi tankın altında ve üstünde çalışıyorlardı. Üç tane onbaşı ve çavuş rütbesi taşıyan erbaş ve iki tane de teknisyen astsubaydılar. Salim Yüzbaşı hepsini bana takdim etti ve benim de yeni bölük komutan yardımcısı olduğumu söyledi. Tankın kulesindeki genç ve esmer astsubay Doğan Başçavuş’tu. Hepsine kolay gelsin dedim. İçimden de “Milleti kurşuna düzen şu tankın kulesinde kendi halinde çalışan teknisyen olamaz.” diyordum. Salim Yüzbaşı ile komutanlık odasına geri döndüğümüzde beynimi kemiren soruyu sorma fırsatını buldum. Şu kurşuna dizilen asker hikayesi neydi? Salim Yüzbaşı güldü ve “Anlatayım sana.” dedi.

“Bu olay yaklaşık bir yıl önce gerçekleşti ve sadece Doğan Başçavuşun değil benim de parmağım var bu olayda. Olay günü Doğan Başçavuşla birlikte hafta sonu nöbetindeydik. Yanılmıyorsam bir pazar günüydü. Doğan Başçavuş Bölük Komutanlığına ben de Tabur Komutanlığına vekâlet ediyordum.

Bu sorunlu askerin adı Ekrem’di. Kendisi askerdeyken köydeki sevgilisini başkası ile nişanlanmışlar ve bu da çılgına dönmüş, birkaç hafta firar etmiş ama her seferinde de inzibatlar henüz Ankara’dan çıkamadan yakalayıp birliğine teslim etmişler. Tabi askeri mahkemeler, cezalar derken her seferinde yaptığı askerlik yanmış ve yeniden başlatmışlar askerlik hizmetini. Fakat bu bir türlü uslanmıyor. Bizim nöbetçisi olduğumuz günden bir gün önce yine izinsiz kaçmış ve enselenip ertesi gün teslim edilmiş. Bölük komutanı vekili olduğu için Doğan Başçavuş’un yanına göndermişler. Dördüncü firarında da enselenen askeri karşısında gören Doğan Başçavuş şimdi yaktım bunun çırasını demiş. Oğlanı dikmiş önüne, dosyasını almış ağır ağır incelemiş ve o meşhur soğukkanlı ses tonu ile “otur yavrum şu sandalyeye” diye başlamış ve karşısında sırıtan askere hüküm bildiren bir hakim edasıyla açıklamaya başlamış:

“Bak evladım dördüncü seferdir firar ediyormuşsun. Biliyorsun Ağustos yeni bitti ve de Kıbrıs’taki savaş durumu hâlâ devam ediyor. Biz de hâlâ teyakkuzdayız. Şimdi sen ne yapmışsın evladım, seferberlik sırasında askerden dört defa, bak bir defa değil tam dört defa kaçmışsın. Savaşta askerden kaçmanın vatana ihanet suçunu oluşturduğunu biliyorsundur. Savaş sırasında vatana ihanetin cezası da Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunu ve de Hıyaneti Vataniye kanununa göre kurşuna dizilmek suretiyle idam edilmektir.”

Tabii bunları duyan askerin beti benzi atmış, eli ayağı titremeye başlamış. Doğan Başçavuş askere sakin olmasını, kadere boyun eğmekten başka yapacak bir şeyi olmadığını telkin ederek bölük yazıcısı Adem Çavuş’u çağırmış ve daktilosunu alıp gelmesini söylemiş. Sonra bir askeri savcı edasıyla başlamış sözde iddianameyi yazdırmaya…

“Yaz oğlum, sanık Ahmet’ten olma Hatice’den doğma 1954 Manisa Kırkağaç doğumlu Ordu donatım Er Ekrem Yalabık, 3 Eylül 1974 günü firar etmiş olduğu birliğine teslim edilmiş ve tarafımdan teslim alınmıştır. Sanık ilk ifadesinde isteyerek ve planlayarak seferberlik sırasında askerden firar ettiğini ikrar etmiş ve pişmanlığını beyan etmiştir. 1920 tarihli Hıyaneti Vataniye kanununa istinaden Er Ekrem Yalabık’ın kurşuna dizilerek idamının tabur komutanlığının onayına sunulmasına karar verilmiştir.

Bölük Komutan Vekili Ordu Donatım Başçavuş Doğan Arslan
Bölük Yazıcısı Çavuş Adem Ortak
Tabur Komutan Vekili Yüzbaşı Salim Öngören diye de imzaları açmış.

Tabi asker “Ne olur beni affedin komutanım” diye yalvarıp yakarıyormuş ama Doğan Başçavuş sakin ve kararlı bir şekilde “Benim affetme yetkim yok, seni Tabur Komutanı’na götüreceğim derdini onu anlat” diyormuş. Olayı anlayan tecrübeli yazıcı iddianameyi yazarken gülmemek için kendini sıkıp durmuş. Doğan Başçavuş bir imza da Çavuş’a attırdıktan sonra bir de kendisi imza çakmış. Sonra Adem Çavuş’a Salim Yüzbaşı’yı ara durumu anlat biz idam kararının onayı için Tabur Komutanlığına gidiyoruz demiş. Ben olayı Adem Çavuş’un telefonuyla öğrendim. “Komutanım Doğan Başçavuş firar eden askere çok pis bir ders veriyor burada divanı harp kurup askeri yargıladık şimdi kararın onayı için size geliyoruz.” dedi.

Doğan Başçavuş’un oyununu bozmamaya karar verdim. Suçlu asker cezasını çekmeliydi. Yolda hem yalvarıp yakaran hem de biraz şüphelenip neden askeri mahkemeye çıkarılmadığını soran askere Doğan Başçavuş “Sus vatan haini seni, sen savaş sırasında birden fazla defa askerden kaçtığın için normal mahkeme kararı ile değil doğrudan Komutanlık kararı ile kurşuna dizileceksin. Sen subay mısın ki seni Divanı Harpte yargılasınlar, nesin sen” demiş. Asker suspus olmuş ama bir yandan da “Ne olur acıyın komutanım vallahi bir daha yapmam son kez affedin beni.” diyormuş. Bunlar benim karşıma geldiğinde Doğan Başçavuş öyle bir topuk selamı ile tekmil verdi ki ben bile ürktüm.

“Komutanım bu vatan haininin kararını yazdık onaylarsanız gereğini yapacağız” dedi. Gülmemek için kendimi zor tutarak zavallı beti benzi atmış askere döndüm “Evet üzerine atılı suçlamayı duydun son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?” dedim. Bu artık ağlıyor “Affedin komutanım bir daha asla yapmayacağım.” diyor başka bir şey demiyordu. Kararı önüme aldım Tabur komutanı kaşesini basıp imzalayarak Doğan Başçavuşa uzattım ve “Al bu haini tankları park ettiğimiz yerde infaz et” dedim. Doğan Başçavuş esas duruşa geçip “Emret komutanım.” dedi ve selamladı. Sonra askere dönüp, “Düş önüme seni vatan haini” dedi. Ben de merakla arkalarına takıldım. Nereden bulduysa Doğan Başçavuş askere bir de ters kelepçe taktı. Firari asker elleri arkadan kelepçeli bir şekilde önümüzde yürüyordu. Yaklaşık 200 metre sonra kurumuş dere yatağına geldik. Doğan Başçavuş yine soğukkanlılığını hiç kaybetmeden “Oğlum birazdan seni kurşuna dizeceğiz ailene söylemek istediğin son bir şey var mı?” dedi. “İstersen bildiğin birkaç dua varsa okuyabilirsin hiç olmazsa öteki tarafa bir de imansız gitme” demez mi? Bu adam astsubay değil profesyonel tiyatrocu olmalıymış dedim içinden.

Doğan Başçavuş Tabancasını çekti askeri diz çöktürdü ve silahın namlusunu askerin ensesine dayadı. Bana dönüp “komutanım emriniz olursa infaz edeceğim dedi” ben de işte o an oyunu bozarak “Oğlum bak Doğan Başçavuş seni kurşuna dizecek ben şimdi seni affedersem bir daha bu haltı yer misin?” dediğimde asker “Komutanım kurban olurum sana kurtar beni Doğan Başçavuş’tan, firar etmem ömür boyu askerde kalırım.” diye hüngür hüngür ağlıyordu. Ben de “Peki o zaman Başçavuşum askerin kelepçesini çözün ve yanına bir asker katıp revire gönderin dedim” Bir oh çeken asker ikimizin de elini öptü ve yanındaki askerle birlikte sakinleştirici almak üzere revirin yolunu tuttu. O gün bugün Er Ekrem’in adı” Doğan Başçavuş’un kurşuna dizdiği asker” olarak kaldı buralarda.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 16