...
Başlık : Sönmüş Anız Yangınları
Yazar : Nurcan Balıbey

Karşısında görünce kıpırtısız birkaç dakika bekledi. Eli cebindeydi. Kalbine kramp girmişçesine inledi.
Kız, gözünün önünden gitmiyordu. Onunla bir gelecek hayal etmeye başladı. Gidip ‘seni çok beğendim’ diyecek kadar cesareti de yoktu.
Bir gün çarşıda yine onunla karşılaştı, kalabalığın içindeyken bile yalnızlığın ne denli azap verici olduğunu gösteren bakışlarıyla kendini belli ediyordu. Onun bu yalnız hali Ekrem’in daha da çok ilgisini çekti.
Birbirinin aynısı olan günler artık içini sıkıyor, kasabada yaptığı iş ona keyif vermiyordu. Yaşamın başka hallerine olan özlemini Zehra’nın güzel gözlerini görünce anladı.
Hayatı tekrarın, sonsuzluğuyla daralmış, öldürücü bir yalnızlıkla çevrelenmiş. Bu duygu onda boşluk olarak yer etmişti. Evlenmeli ve hayatını değiştirmeliydi.
Evlendi... Güzeller güzeli kızın adı Zehra’ydı. Zehra’nın bu işe gönlü yoktu ama bunu belli edecek bir tavır da göstermedi. Evlilik bunaltıcıydı. Evlenmesinin bir tek nedeni vardı: Baba zulmünden kaçmak. O adama, baba denmezdi ya, dünyaya gelmesine sebep… Canına kıymaktansa, evlenmeyi seçmişti.
Kumarda her yenilişinde çocuğunu döverek rahatlayan babasının hırpalamasından ancak kaçarak kurtuluyordu. Ayakkabıyla koşmaya kalktığında her seferinde babası yakalıyor fena hırpalıyordu. Onlu yaşlarına kadar köyde büyümüştü.
Orada toprak yolda koşmak kolaydı. Hele yalın ayaksan ve canını kurtarmak için koşuyorsan eğer; toprak tabanlarına dolar; nazikçe iterdi seni. Bunu nereden mi biliyorum? Eh ben de az koşmadım toprak yolda. Benimki zevktendi… Köy çocukları bilir bunu, benim gibi… Toprak ana, insan evladını ayaklarından öperdi.               Zehra koşmayı toprak yolda öğrendi. O sıra ilkokul birdeydi. Bir gün; babasının beyaz atleti,uzun askılı bir entari gibi üzerindeyken. Bir sünnet çocuğunun, parlak bir ustura ağzından firar edişi gibi, babasının dayağından kaçıyordu. Yalın ayak, korkunun süzgecinden geçiyordu. Öyle bir koşuyordu ki… Önce köy, sonra köylüler, sonra babası küçülüyor, kaybolup gidiyordu arkasında. Hiç kimse köyün köpekleri bile yetişemiyordu. İnsan sesleri, havlamalar, horoz ötüşleri kesiliyordu birer birer. Koşarak babasının ses hızını geçiyor, mutlak sessizliğe varıyordu. İşte orada, nehir boyunca sıralanmış tepelerin eşiğine uzanan dönümlerce biçilmiş çayırların düzlüğünde kendi dönüm noktasına ulaşıyordu. Yeni sönmüş anız yangınlarının kavurduğu toprağa basıyordu ayaklarını. Sıcaklık sıyrık içindeki ayak tabanlarından sızıyor ve kalbine yükseliyordu. Hissediyordu, hep koşacağını. Ta derinden hissediyordu.

İstanbul’u seviyordu. Giyinip, süslenip caddelerinde gezmeyi hayal ediyordu. Evlenirse, kocası onu kırmaz istediği zaman İstanbul’u gezdirir sanıyordu. Ah zaman ne çabuk geçiyordu. Bu arada üç çocukları olmuştu. Akıl sağlığı iyiden iyiye bozulmaya başlamıştı. İki kez, yaşamına son vermeyi denedi.

Büyük ve karışık bir dünyanın içinde yaşarken, güvenli bir liman sanıp geldiği yerde, yaşamını tehlikeye sokan bu durum canından bezdirmişti. Erkeğin olduğu hiçbir yer güvenli değildi.

Vahşet Ekrem’in hayatına anlam katarken, kendini var etme yolunda yeni bir tutsaklığa dönüşmüştü. Vahşetin içinde varlığını, iktidarını, yaban hayvanlara tuzak kurarak kanıtlamaya çalışırken. Zehra’nın hayatını cehenneme çeviren, babasından hiçbir farkı kalmamıştı.
Bu topraklarda doğan yılanın derisi değişmezdi, kefene dönüşürdü. Buranın insanları cehennemin bir karış üstünde yaşamaya alışkındı. Yine de filizlenen bir tohumu, tohumu taşıyan karıncayı, kaynağından taşan suyu, o suyla karışan çamuru cennetten saymayı, yine açan çiçeğin kokusuna tapmayı bırakmazlardı.
Zehra’nın genç bir kıza dönüşmesine müsaade eden bu coğrafyada koşmak “ ekstradan hayat” demekti.
Çünkü insanın bir tek koşarken iki ayağı birden yerden kesilirdi. Belki saniyenin bilmem kaçta kaçında gerçekleşirdi bu durum. Ama yine de gerçekleşirdi. Zehra’nın dünyasında toprakla insanın irtibatının kesildiği her an “fazladan bir an” demekti.
Zehra, babasından da, kocasından da koşarak kaçabileceğine inanırdı.
İnanmasaydı, koşmasaydı. Ah koşmasaydı da korkağın teki olarak kalsaydı. Bu kasabanın betonuna kanayan ayaklarına lanet okumazdı.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmazdı. Koca dayağından kaçarken bir gece; tedirgin edici kırmızı ışığı penceresinden sokağa sızan, arızalanmış bir trafik lambası gibi mütemadiyen ”DUR “ diyen, apartmana dalmazdı.
Zehra durmadı. Koştuğu yol köyünün toprak yolu değildi. Tanrı diye tapılan toprak ölmüş, kendine gömülmüştü. Altındaki sinsi katillerin, sayısını kimse tahmin edemezdi. Bu topraklarda solucanların nemli derileri acıya sürtünmekten delinirdi.
Apartmana girdi. Çıktı merdivenlerden. Kapının önünde ayaklarındaki kanları silerken kalbinin inlemesine karşın, zevk hırıltıları işitti. Kalbinin tam ortasına kramp girdi. Soluğu kesildi. Belki bir on dakika kıpırtısız bekledi…
Çok zaman sonra bir gün çıkmaz sokakta, Ekrem’le karşılaştı. Adımlarından daha hızlı kurşunlardan kaçamadı…

                                                                       26.09.2022/ Tekirdağ

 

 

Sayfa : 17