...
Başlık : Kenafir Gözlü
Yazar : Tuba Aksu

Hava, zifiri karanlıktı. Yağmur, gökten yere şelale gibi  düşüyor, bir adım öteyi görmek mümkün olmuyordu. Buzlu bir camın ardından, bakılıyor gibi her şey bulanıktı. Ortalık, ara sıra çakan şimşeklerle aydınlanıyordu.

                                                                     *****

 Osman Ağa, o gün sabah ezanıyla uyanmış, “ya Allah ya bismillah “ diyerek yataktan kalkmıştı. Horozlar ötüyor, uzaktan cır cır böceklerinin sesi geliyordu. Pazara götürmek üzere istiflediği mallarını dışarı taşıdı. Arabaya yüklerken, doğan güneş, ılık ılık ensesini ve sırtını yalıyordu. Yükleme bitince güzelce tıraş olup,  limon kolonyasıyla adeta yıkanmış,  yeni aldığı açık yeşil ceketini,  siyah poturunu, mes lastiğini ve de kahverengi kasketini giymişti. Pür-ı pak olursa, daha çok müşteri edineceğine inanmıştı bir kere. Ve nihayet karısının akşamdan, hazırladığı pastırmalı düremeci ile yayık ayranının bulunduğu çıkınını da yanına alıp yola koyulmuştu.

 “İnşallah çok kazançla dönerim de çocuklara istedikleri ayakkabıları alırım” diye düşünürken at arabasını keyifle sürüyordu. Yıllardır Osman Ağa’nın kahrını çeken Kalender yaşlı, yorgun, çelimsiz bir sütçü beygiriydi. Kalender, bugün beklenin üstünde bir hızla gidiyordu. Belli ki o da keyifliydi. Nallarını yere vururken Osman Ağa’nın tutturduğu türküye adeta ritim tutuyordu.

Sabah olsun pazara gideyim,

Sabahlara dayanamam Osman Ağa,

Osman Ağa, türkünün sözlerini tam bilmiyor, bazen de  “nay nay na  nay na na na Osman Ağa” diye uydurup bir şeyler mırıldanıyordu.

Güneş, artık iyice yükselmişti. Yol kenarındaki aralıksız dizilmiş ağaçların sık dalları arasından, görünüp görünüp kaçıyor, Osman Ağa’nın gözlerini, burnunu gıdıklıyordu. Birkaç kere üst üste hapşırdı Osman Ağa. Sonra da kendi kendisine,  “çok yaşa” dedi.  Bir an durakladı. “Deli miyim ne?” diye güldü.

Baharın tatlı esintisi, yüzüne vuruyordu. Ne güzel bir gündü.

Yol keskin virajlarla dolu toprak bir yoldu. Kenarlardaki ağaçlık alanlar bazen şarampol, bazen de daha derin uçurumlarla kesiliyor, sonra tekrar sık ağaçlı bir bölüm geliyordu.    

Hava güzel olduğu için yolun uzunluğu ve tehlikeli oluşu Osman Ağa’yı hiç etkilemiyordu.

 İşte pazara gelmişti bile. Tezgâhını açmadan önce, şöyle etrafına bakındı.  Yan tezgâhta tavuk satan değişik bir adam vardı. Ama tavuk satmaktan ziyade çipil çipil mavi gözleri ile sinsi sinsi etrafı izliyordu. Osman Ağa’nın içi ürperdi.

Selamünaleyküm, dedi adama. 

Karşıdan hiç cevap gelmedi. Adam, elinde tuttuğu ucunda kavisli metal parçası olan küçük bir sopayı çevirip dururken, dudakları da belli belirsiz kıpırdanıyor, ara sıra da tıpkı bir yılan gibi ”tıss” lama sesleri çıkarıyordu. Metal parçasına güneş denk geldiğinde yansıyan ışık Osman Ağa’nın gözünü aldı.

 Osman Ağa,

Tövbe Bismillah, diyerek kendi işine döndü ve tekrar tezgâhını düzenlemeye girişti.

Müşteri bugün çok fazlaydı.  Satışlar da iyiydi.  Ara sıra yan tezgâhtaki yılan adam aklına gelince, o yana dönüyor, onun pis bakışlarıyla karşı karşıya geliyor, tüyleri diken diken oluyordu.

Akşam olmuş,  Osman Ağa her şeyi satmıştı. “Yolcu yolunda gerek” diyerek, pılısını pırtısını topladı ve dönüş yoluna koyuldu.

 Yan tezgâhtaki adam, tek bir tavuk bile satamamış, sürekli Osman Ağa’yı izlemişti. Yola çıkana kadar da gözünü dikip ayırmamıştı. Aslında amacının satış yapmak olduğu bile kuşkuluydu.

Osman Ağa yola çıkar çıkmaz yağmur başladı. Önce hiç oralı olmamıştı.  Ancak yol ilerledikçe,  artık sinirlerini zorlamaya başlıyordu. Sudan çıkmış sıpaya benzemişti. Ceketi yağmurdan ağırlaşmış, yağmur sularını emen kasketi artık salıverme aşamasına geçmişti. Yol uzadıkça uzuyordu.  Çaresiz Kalender’in hızına kalmıştı kaderi. Artık onun hızından ne beklenirse… Hayvancağızın takati kesiliyor, ara sıra tökezliyordu.  Hava iyice kararmıştı. Karanlık bir yandan, yağmurdan iyice delik deşik olmuş yolların girdi çıktısı bir yandan, şartlar her an daha zorlaşıyordu. Tekerlekler çukurların birinden çıkmaya çalışırken, öbürüne giriyordu. “Kırılmasalar bari “diye düşündü Osman Ağa.

Aklında da hep o adam vardı. “Nazar değdi işte. Pazardaki o kenafir gözlü adamın işi hep bunlar. Ben yumurta peynir sattıkça,  içime düşecek gibi paralarımı saydı. Kendi bir tek tavuk bile satamadı. Oh olsun pis herif!“ diye düşünmeye devam ediyordu.

Ani çakan, çok güçlü bir şimşek, onu düşüncelerinden sıyırdı. Çakan şimşekleri gök gürültüleri takip ediyordu. Gök gürültüsünü hep Allah’ın kükremesi diye düşünürdü Osman Ağa. Bu gürültülerin arasında kaybolan sesiyle bağıra bağıra,

Ey yüce rabbim neye kızdın bu kadar?  dedi başını semaya kaldırarak.

 Yol coşan yağmurla çamur batağına dönüşmüştü. Bu karanlıkta doğru yolda gittiğinden bile artık emin değildi. Kenarlar da şarampol veya uçurum olabilirdi.  Gündüz defalarca gidip geldiği bu yolları şu ilk defa katediyor gibiydi. Nerede ağaç vardı, nerede bir engel vardı diye düşünüp, hatırlamaya çalışıyordu. Ama boşuna. Bir ara yerden havalandığını hissetti.

Son çakan şimşekle ortalık aydınlanınca, Osman Ağa’nın gözüne bir karaltı çarptı. Yaklaştıkça bunun bir insan silüeti olduğunu algıladı.

Tırsss, diyerek, yavaşça, arabayı durdurdu.

Siyah pelerin giymiş ve pelereninin kapüşonu ile yüzünü kapatmış bir yolcuydu bu.

Hemşerim, nereye gidiyorsun, köye kadar gideceksen, atla beraber gidelim, dedi Osman Ağa.

Adam tuhaf,  titreşimli, boğuk bir sesle,

Senin de benim de arabaya ihtiyacımız yok artık, diye cevap verdi.

 Osman Ağa bu sözlerden bir şey anlamadı. Zaten, sesin tuhaflığını bile fazlaca ayırt edemiyordu yağmurun gürültüsünden.

İyi sen bilirsin, dedi. Senin nazınla uğraşamayacağım, der gibilerden omuzlarını silkti.

Tam tekrar yola koyulacaktı ki, arabanın hareket edemediğini fark etti. Olduğu yerde duruyordu. Bir güç onu tutuyor gibiydi.  O sırada adam,  kapüşonunu açtı ve o bakışlar karanlığa rağmen sinesine ok gibi saplandı. Adam o tuhaf sesiyle,

Bundan sonra benim istediğim yere gideceğiz, dedi.

Osman Ağa’nın ağzı gördüğü manzara karşısında bir karış açık kalakaldı. Gözlerine inanamıyordu. Sadece,

Kenafir gözlerinde bir farklılık olduğunu anlamıştım zaten. Bütün gün peşimdeydin.  Tam en iyi kazancı elde ettiğim günün akşamında olacak şey miydi bu,  diyebildi.

                                                   ******

Yağmur kesilmiş, karanlık yerini aydınlığa bırakmıştı. Kendisini çok hafif hissediyordu. Yalnızdı. Kenafir gözlü adam kaybolmuştu. Kalender de ortalıklarda görünmüyordu. Işık gözünü alıyordu ama yürümeye devam etti. Işığın şiddeti azalınca, sağına soluna yukarı aşağı bakındı ve gözleri son baktığı yerde kilitlenip kaldı. Gördüğü manzara, uçurumun dibinde yatan cansız bedeni, can çekişen Kalender ve parçalanmış arabasıydı.

 

 

Sayfa : 15