...
Başlık : Salda’nın Rengi
Yazar : Gülçin Manka

Geldiklerinde, karavanın küçük ocağında yumurta yapmak için tavaya tereyağı koyuyordum. Dışarıda kahvaltıyı hazırlayan Kadir’e kapıdaki tülün arasından mercimekli börek tabağını uzatırken, “Kahretsin!” diye bağırdı. Bakışları uzaktaki sabit bir noktada, taş gibi duruyordu. “Buraya geliyorlar!” “N’apalım, gelirlerse gelsinler…” dedim ama kalbim pır pır etmeye başlamıştı. Kadir “Ne kadar rahatsın!” diye bağırdı. Tül perdeyi aralayıp başımı uzattım. “Sakin ol Kadir!” Üzerinde kırmızı yanar döner lambası olan mavi bir jandarma aracı, çukurlu  tümsekli arazide hoplaya zıplaya bize doğru geliyordu.

Biraz sonra tülün ardındaki beyaz kumsal ve turkuaz rengi göl kaybolmuş, görüntüyü kocaman jandarma aracı kaplamıştı. Tavanın altını kıstım, bir yandan da tülün arkasından dışarıyı seyrediyordum. Araçtan atlayan jandarma çavuşu, Kadir’e doğru yürüdü. Kadir “Günaydın!” dedi ama o selamsız sabahsız konuya girdi: “Beyefendi burası sit alanı, kamp yapmak yasak!”

Turkuaz-lacivert rengi ve bembeyaz kumsalıyla Maldivlere benzediği için “Saldivler” diye ünlenen Salda Gölü’nün kıyısındaydık. Önceki gece, sekiz saatlik yolculuktan sonra burayı bulduğumuzda iyice yorulmuştuk, fazla yer aramadan, alabildiğine geniş kumsalla orman kampının arasındaki taşlık alana  park edip arabadan fırlamıştık. Cehennem sıcağı yaşayan Ankara’dan sonra, serin serin esen rüzgarın ürpertmesine aldırmadan  biralarımızı açmış, dolunayda pırıl pırıl parlayan göle karşı o biraları (ılık da olsa) zevkle içmiş, sonra da ölü gibi uyumuştuk. Uyanınca cennete mi geldik dedim kendi kendime, tek merak ettiğim, dışarısı geceki kadar esiyor muydu acaba? Güneş parlıyordu parlamasına ama masamız gölgede kalıyordu. Peki, gece iki yanımızda park etmiş arabalar, kurulu çadırlar, bizden sonra gelen motosikletli gençler, hepsi nereye kaybolmuştu? Koca kumsalda bir tek biz kalmıştık.

“Yasak olduğunu bilmiyorduk, dün gece yarısı geldik…” Kadir, tane tane cevap verdi. “Kanunları bilmemeniz, suç işlemiş olduğunuz gerçeğini değiştirmez!” dedi vurgulu, sert bir ses. İçerde durmuş, dinliyordum ama son cümleyi duyunca, Kadir’in sinirlenmesi ya da telaşlanıp paniğe kapılmasından korkarak kafamı tülden çıkarıp neşeli bir “Günaydın, hoş geldiniz!” dedim. Jandarma bana bakmadı bile: “Beyefendi, hemen toparlanıp bu alanı terk etmeniz gerekiyor!”

Gece geldiğimizde, tabiat parkının kapısında karavanın bir gecesinin altmış beş lira olduğunu okuyup içerisinin de dip dibe çadırlar, arabalar ve karavanlarla  hıncahınç dolu olduğunu, ağaçtan ağaca iplerde asılı çamaşırlar, bağıra çağıra koşturan çocuklar, koca bidonları doldurup yerlere taşan çöplerle daha çok bir mülteci kampını andırdığını görünce, direksiyonu kumsala kırmıştı Kadir. Uzaktan ay ışığında sessizce yıkanan gölle bembeyaz uzanan geniş kumsal öylesine davetkar görünüyordu ki...

Karavandan inip masanın başında, Kadir’in ve jandarma komutanının karşısında durdum. “Anladım ama izin verirseniz önce kahvaltımızı yapalım.” Dedi Kadir, uzlaşmacı, yumuşak bir tonda konuşuyordu, içimden bravo dedirten bir sesle ama jandarma kararlıydı: “Beyefendi hemen toplanmanız lazım!” Adam ısrarla aynı cümleyi kuruyordu,  ikinci bir cümlesi olmadığından mıydı acaba? Esnek birine benzemiyordu, tam da gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım. Taş çatlasa otuzdu, devriye görevinde güneş altında fazla kaldığı, kavrulmuş yüzünden, elma yanaklarından anlaşılıyordu, yüzünde bu elma yanaklara sonradan yapıştırma gibi duran çatık kaşlı, sert bir ifade. Geniş omuzlarından doksan derece açıyla belindeki tabancaya uzanan  kolu, orada dinlenen, adeta tabancaya vurgu yapan sağ eli…

“Memur Bey, bakın soframızı kurmuşuz, tam kahvaltıya oturuyorduk, yemeden toplanıp gidin mi diyorsunuz bize?” Kadir’in yüzü kızarmış, sesi de yüksek çıkmıştı. İçimden “yapma nolur, germe havayı, yükseltme sesini!” diyordum, ama yapacağını yapmıştı işte. Üniforma görünce eli ayağı titrerdi, aradan geçen o kadar yıla rağmen. Alttan al işte, ne var? Arabadaki diğer iki jandarma da inip komutanlarının arkasında durdular. Komutan sağ elini Kadir’e doğru kaldırıp işaret parmağını uzattı: “Ben memur değilim, bu bir, biz kanunları uyguluyoruz, sizin burada durmanız da kanunen yasak, bu iki!” Tehdit kokan bu ses Kadir’i iyice çileden çıkardı, kahvaltı masasının çevresinde bir tur attı, ellerini arkasında bağlamıştı: “Bak arkadaşım, ben öğretmenim. Ankara’dan gece yarısı geldik. Burada kamp yasaktır diye bir levha da görmedik, görseydik…” “Suç olduğunu bilmemeniz, suçlu olmadığınız anlamına gelmez!” diye bağırdı jandarma. Kadir iki kolunu havaya kaldırdı: “Ne yani, şimdi de suçlu mu olduk?” Jandarma çavuşu iki elini beline koydu, arkasında suspus duran jandarma erlerine dönüp baktı.

“Benim toplanıp burayı boşaltmam en az bir saatimi alır!” “Biz bekleriz.”

Dayanamayıp ben de cümle kurdum: “İzin verin, kahvaltımızı yapalım”

“Tamam, yapın…” Üçü de çiviyle yerlerine sabitlenmiş gibiydi.

“Siz burada durup bizi mi seyredeceksiniz? Kahvaltı yapıp toplanacağız. Lütfen gider misiniz?”

“Başka yerde yaparsınız kahvaltınızı... Bakın arkada ne güzel bir orman kampı var, niye oraya gitmiyorsunuz?” Kalbim güm güm çarpıyordu. Dayanamadım: “Bu ülkede sit alanlarına beş yıldızlı oteller yapıyorlar da bizim karavanla hiçbir şeye zarar vermeden bir gece konaklamamız mı sorun oluyor? Ne kadar katısınız!” Üçü de elleri belinde, ifadesiz suratlarla bize bakıyorlardı. Kadir de iki elini beline koydu: “Gitmiyorum! Var mı diyeceğin?” Komutanın yüzü iyice asıldı: “Kimliğinizi görebilir miyim?”

Aynı anda birbirimize baktık. Kadir’in alt dudağıyla gözü seğirmeye başlamış, yüzü pancara dönmüştü. İkimiz de yerimizden kıpırdamıyorduk. Sert bir esinti masadaki plastik tabakları uçurdu, koşup yerden aldım, masaya da koymadan öylece tutup kaldım. Neden sonra Kadir konuştu: “Kimliğimi getirir misin?” “Nerede?” “Kilerde, çantamın içinde.” Elimde tabaklar, ağır ağır tül perdeyi kaldırarak basamakları tırmandım. Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışarak tabakları tezgaha bırakıp kilerin kapısını açtım. Çantayı alıp içini laf olsun diye karıştırdım. Zaman durmalıydı şimdi, ya da biz başka yere ışınlanmalıydık, ıssız bir dağ başına ya da…

“Şunlar mercimekli bükme değil mi?” Dışarı baktım, komutan iki eli arkasında, masaya eğilmişti, “Evet,” dedi Kadir, kısık bir sesle.

“Şu da akıtma keke benziyor. Memleket neresi sizin?”  Komutanın sesi yumuşamıştı. “Akşehir.” Kadir’in sesi derinlerden geliyordu. Komutan gözünü masadan ayırmadan, “Ben de Akşehirliyim! Ah şu mercimekliyle akıtmayı görünce anladım zaten! Kimlerdensiniz?” dedi. “Değirmenciler” “Benim ilkokul öğretmenim vardı, Sevilay Değirmenci!” “Yengemdir benim.” Kadir karnından konuşur gibiydi. “Ciddi mi? Çok severdim Sevilay öğretmenimi…” Kadir börek tabağını alıp komutana uzattı: “Buyurun, lütfen…”

Nefesimi tutmuş, tülün ardından izliyordum. Jandarma bir börek alıp ısırdı. O sert, çatık kaşlı suratı şimdi çocuksu bir sevince bürünüvermişti, yanaklarını şişirmiş çiğniyor, her çiğneyişte ağzı zevkten yayılıyordu. Gözleri yaştan mı, mutluluktan mı, ışıl ışıl parlıyordu. Ağzında börekle: “Hocam, kusura bakmayın, yabancı değilmişsiniz. Ben, şey oldum biraz…! Nolur kusura bakmayın!”  Kadir sandalyeyi gösterdi: “Buyurun lütfen, akıtma da alın.” “Hocam oturmayayım, görev başındayım, ama çok güzel olmuş, aynı ananemin yaptığından! Kadir karavana doğru seslendi: “Hayatım, börekle akıtmadan bir paket yapar mısın arkadaşlara?” Hâlâ titreyen  ellerimle  çantayı bırakıp bir torbaya mercimekli bükme koydum, akıtmadan da üç dilim kesip peçeteye sardım.

 “Sağ ol yenge, elinize sağlık! Yıllar var ki yemiyordum…” Torbayı alıp arkasındaki genç irisi jandarma erine verdi: “Oğlum arabaya koy şunu!” Kadir’e döndü: “Öğretmenim nasıl?” “İyi, gayet iyi, emekli oldu tabii…” “Selam söyleyin, Öksüz Abdulkadir deyin hatırlar, ellerinden öpüyorum!”  Komutanın biraz önceki çatık kaşlı yüzünden dolu dolu gözlerle mahzun, kimsesiz, gariban bir Anadolu çocuğu  bakıyordu şimdi. Kadir’e baktım,  dudağının seğirmesi durmuştu ama hâlâ kıpkırmızı ve şaşkındı. Jandarma komutanı, Kadir’in elini sıktı: “Kusura bakma hocam, biz de emir kuluyuz. Ama madem o kadar uzaktan gelmişsiniz, yerleşmişsiniz, hiç rahatınızı bozmayın. Kıpırdatmayın arabayı. Aslında vakit olsa, çok şey var konuşacak ama görev başındayız. İyi tatiller dilerim hocam. İyi günler yenge!” Beni de başıyla selamlayıp araca bindi.

Kumun üzerinde  tozu dumana katıp geri geri manevra yapan aracın arkasından öyle bakıp kalan Kadir’le bir an  göz göze geldik. Olan biteni hâlâ sindirememişti, sanki birden yaşlanmış gibiydi.

 

Sayfa : 13