...
Başlık : Adım Fuat; Ali’nin ölü çiçek bahçesiyim
Yazar : Duygu Aydoğdu

Güneş ısısı ve kirden ekru rengine dönmüş güneşliğin süzgeci andıran küçük delikleri vardı. Sabah ışığı duvara ahenkli bir disko lambası gibi yansıyordu. Aralık olan pencere kanadının rüzgâr estiğinde güneşliği hareketlendirmesi, yer yer gölgedeki delikleri cıva gibi birleştirip büyütüyor; her seferinde farklı şekillere giriyordu. Aşağıya doğru yatağın kenarından yer yer parçaları betondan ayrılmış parke döşemelerinin üzerine dökülen su damlaları tüm gözleri radyatörün önüne doğru götürdü. Kazıma sesleri eşliğinde Fuat’ın sesi duyuldu:

     “Bu güneş çetin geçen kışı unutturur mu dersin? Soğuk duvarların çatlamış damarlarını iyileştirir mi ki! Sağ pencerenin altında kalan bölüm epey su almış. Bak şu çatlayan küçük yerden kan sızmış sanki. Duvarın bu kısmı ölmüş Derya!” “Ölmüş mü? “Evet.”  İki çift göz büyüteç gibi iri gözlerini yasladıkları duvardan ağır ağır çektiler. Çömeldi Fuat. Dizlerini yere dayadı. Bir eliyle duvardan destek alıp, diğer eliyle çatlayan duvarın boyasını kazıdı. Derya yere dökülen sıvanın iri parçalarını topladı. Saatine baktı ve ayağa kalktı Fuat. “Daha tıraş olacağım. Bugün gazeteciler gelecekmiş bizimle röportaj yapmaya.” Elindeki bezi su kovasına atıp çömeldiği yerden kalktı Derya, “ ne röportajı?” “Bilmiyorum. Sezer az önce mesaj göndermiş, gece bekledik gelmediler, belki sana denk gelir haberin olsun diye yazmış. Sen kabaca temizle akşama hallederiz. Yorma kendini.” Banyoya doğru ilerlediği sırada Derya arkasından seslendi yarı çekingen üslubuyla: “Fuaaat! Bugün ayın on üçü.” “Ne oldu ki?”Geçen gün internetten araştırmıştık, hani bebek, hani ovülasyon mu neydi o dönemin adı? Kahkaha attı Fuat. “Ya Derya hatırlatma şu mevzuu. Nasıldı? Bir ayı ikiye böl, dört ekle iki eksilt… On dördüncü gün müydü? Ne yani o gün şimdi, bugün mü?”, “ Ya Fuat ya dalga geçme lütfen! O gün bugün. Ona göre işte. Ben söyleyeyim de!”. Kafasını kaldırıp kapı eşiğine yaslandı, elleri göğsünde bağdaş kurdu. Güldü Fuat. Gözbebekleri kaybolmuş gülen iki kavisli çizgi duruyordu kaşlarının altında. 

     Banyoya girdi. Derya duvardan dökülen parçaları temizlemek için yeninden yere çömeldi. Banyodan tıraş makinesinin cılız sesi duyuldu. Çıktığında boynuna astığı havlunun tek kanadıyla yanağını kuruttu. Giysi dolabını açtığında üzerine tomarla elbise düşünce aniden sinirlendi Fuat.  Ne kadar sinirlenirse sinirlensin onun en sinirli hali bile şefkatli ve ağlamaklı olurdu. “Hayır olsun diye topladığın eşyalarına bir son ver artık Derya.”  Kafasına düşen sutyeni eline aldı. “Bu aldığın ikiyüzseksenbindokuzyüzaltmışbeşinci sutyen. Çoraplara bak.  Pembe çorap ne? Sen pembe giymezsin niye alıyorsun. Hadi alıyorsun bari siyah al da ben giyeyim. Dolabın içi giyilmeyen çamaşırlardan geçilmiyor. “Okulda maddi durumu kötü bir aile varmış, bir şeyler satıyorlarmış bana da söylediler Fuat. Sakin olan sesi daha da kısıktı Fuat’ın. “Tamam, parasını veriyorsun ya, giymeyeceğin şeyleri alma o zaman Derya. Çoraplarını giyerken ayakucundan parmağı çıkınca derin bir iç çekti Fuat, yine de Derya’ya belli etmedi. Çekmeceden dışarı sarkmış pembe çoraplara baktı bir de sağ ayağına giydiği siyahtan griye açılmış çorabına. Evden çıkmadan Derya’yı alnından öptü.  

    İşyerine geldiğinde mesaiyi devredecek arkadaşı Sezer’le bir çay içti. Sehpanın bacakları eğreti durduğu için dengede değildi. Dirseklerini dayadığında aşağı yukarı sallanıyordu masa. Eğilip bacaklarına baktı Fuat. “Bu masanın bacaklar sıkıntılı. Kangren olmuş sanki!  Yağmurdan ıslandığı için rengi solan masaya soğuktan morarmış tanımı yaptı. “Ölmek üzere yani!”  Çay getirdi Cuma. Bardakları masaya bırakırken Sezer’e sataştı.“Ya Fuat Abi bu adam hiç yaşlanmayacak mı ya, ne diyorsun sen bu işe?” Güldü Fuat. Sezer hemen cevap verdi: “Gamsız olacaksın oğlum başka türlü kahrı çekilmez bu dünyanın. “Fuat Abi mesaisi bittiğinden bu yana içtiği kaçıncı çayı biliyor musun?” “Kaç?” “Üçyüzyetmişkibinsekizyüzalmışbeşinci.” Kahkaha attı Fuat. “Aferin sana çocuk. Öğreniyorsun sen bu işi” saçlarını okşadı Cuma’nın. “Sendeki matematik kafası bende olsaydı şimdi burada mı olurdum be Fuat abi” dedi küçük Cuma. “Bana da ilkokul öğretmenim sevdirmişti matematiği. Ali’ydi adı. Ali AY. Kafasını kaldırıp odak noktasına doğru kısık gözlerle baktı. Sigara yaktı. Bir nefes çekip dumanı üflemeden konuşmaya başladı. “İnsan anne ve babasını erken gömünce her şeye alışıyormuş. Her şey olmaya ya da hiçbir şey olamamaya” Duman burnundan ve ağzından usul usul çıktı aynı anda. Cuma çarçabuk tabakları üst üste atıp, beş bardağı tek eliyle kavradığı gibi tepsinin içine doldurdu. “Kusura bakma abi, üzdüysem seni,” dediği gibi arkasına bakmadan koşar adımlarla uzaklaştı oradan. “Bugün epey yoğun Fuat, daha geceden on’u buldu.” Çay bardağını sigaradan sararmış parmaklarıyla kavradığı gibi tek dikişte içti Fuat. Ayağa kalktı. “Hadi bana kolay gelsin.” “Kolay gelsin.”Sağ ol Sezerim.”Gazeteciler gelirmiş bir iki saate.”Tamam, gelsinler,” dedi umursamaz tavırla. Arkasını dönüp, içeriye doğru yürüdüğü sırada bir şey anımsamış gibi geri döndü. “Sezer?”  “Efendim?”Ya şimdi bu gazeteciler gelecekmiş ya; ben yüzümün görünmesini istemiyorum be! Yani her anlamda tanınmak istemiyorum.” “Tamam, sen nasıl istersen öyle söyle.” “Rumuz mu kullansam!” “Bilmem ki, olur herhalde niye olmasın ki! Yüzümün görünmesini istemiyorum dersin. Sesin duyulsun yeter! Artist olacak değilsin ya!” önce düşündü, sonra güldü Fuat. Yine öyle güldü. Önce gözbebekleri kayboldu ardından kaşlarının altında gülen iki kavisli çizgi oluştu. Arkasını döndü. İşinin başına doğru yürüdü.

      Yaşamın en esrarengiz, en mistik, en duygulu, en cüretkâr, en cömert, en ölmüş ama halâ yaşayan… En hissiz, en endişeli, en karmaşık, en soğuk, en acınası, en donuk kapısından içeri girdi Fuat. O kapı gri, o kapı demir, o kapı soğuk. O kapı ölümün Fuat’a para kazandırdığı, diğer yandan neye üzülüp neye üzülmeyeceğini öğrendiği kapı. Öyle öyle öğrendi Fuat ölü yıkamanın ne kadar güçlendirdiğini insanın. Öyle öyle öğrendi insanların öfkelerinin aslında mutsuzluklarından kaynakladığını. Yaş sınırının olmadığı tek yerdi burası. Burası Gasilhane idi.  Sorumlu geldiği gibi Fuat’la birlikte beş mesai arkadaşı daha içeri girdi. Dolaplar kontrol edildi. Havlular, süngerler, gülsuyu ve kefenler.  Her sabah rutin yaptıkları işlerdi bunlar. Üç kabinli gasilhane kapısı dokuzu geçince hareketlenmeye başlamıştı. Sorumlu görev paylaşımı yaptığı gibi erkekler erkeklerin bölümüne, kadınlar kadınların bölümüne geçti. Elbiselerini değiştirdi. İçeri girdi. Fayans duvarların soğuk rengi vardı. Sedyeyi düzeltti. Termosifonu kontrol etti, biraz sıcak su akıttı etrafa. Gri büyük boy kovanın içine poşet geçirdi. Kapağını geri kapattı. Dört tarafı duvarla çevrili soğuk alanın sağ üst bölümünde iki küçük pencere vardı ve sadece oradan aydınlık oluyordu; o da güneş isterse. Keskin kokunun öyle alenen yapılacak bir tanımı yoktu. Ölmüş birinin bir insana bıraktığı his nasılsa; o keskin koku da öyleydi. Sadece mevtanın yakınlık derecesine göre o keskin koku zihinde bir fazla veyahut bir az yer ediyordu. Fuat mevta yakınlarına çok görünmeden yapıyordu işini. İçeriye girmek isteyen birinci derece yakın dışında, kimseler görmüyordu onu. Küçük bir bedeni görünce, sabah Derya ile konuşması aklına geldi. Çocuk planı yapmak içini acıttı. Fatiha okuyup devam etti işine. Öğlene doğru yıkama işleri bittiğinde yemek molası için tuvalete ellerini yıkamaya girdi Fuat. Arkasından biri seslendi. “Fuat Abi gazeteciler gelmiş. Yemekten sonra röportaj yapacaklarmış.” “Tamam, geliyorum.” Gasilhane’nin küçük kafeteryayı andıran masa ve sandalyelerden oluşan bölümünde yemeklerini yiyip, mola verdiler. Kameraman ve muhabir içeri girdi. Çay servisi yapıldığı gibi başladılar röportaja. Sıra Fuat’a geldiğinde, kamera pencereden bahçedeki çiçeklere zum yaptı. Fuat’ın yarım kolu ve gölgesi görünüyordu.  Muhabir sormaya başladı.

-Gerçekten zor, kutsal bir iş yapıyorsunuz. Çoğumuzun gerçekten cesaret edemeyeceği bir meslek icra ediyorsunuz. Bir gününüz nasıl geçiyor, neler hissediyorsunuz? Bize yaşadıklarınızı ve yaptıklarınızı anlatır mısınız? Gassal olmak ne demek?

 Ölü yıkamaya alışkındı Fuat. On sekiz yaşında babasını yıkamak için o da içeri girenlerdendi. Hayatın en acımasız yanını o zaman görmüştü. Ölümle konuşmaları o zamandandı. Ölüm neydi ve gassal olmak nasıl bir şeydi? Ne olur ne olmaz diye yanına aldığı ajandasını eline aldı. Sayfalarını çevirdi. Şiirini okuttu Muhabire.  “Bu benim ölüm için yazdığım küçük bir şiir.”

 Şimdi ne desem de ele versen kendini ve ne desem de gelmesen.

Nasıl bakarsın suje obje ilişkisine sen bilen biz bilinen mi?

Yoksa giden oyuncaklarım da ayrı yerlerdeler mi?  

Bir varmış bir yokmuş misali…  

Gazeteci şaşırmıştı.

Okulu bırakmak zorunda kaldığı sürede, işe giderken okula gidiyormuş gibi görünmek isterdi. Eline kitap alır, çantasına da koymaz, elinde taşırdı. Çalışmak için banliyöden kalkan trenle şehir merkezindeki fotoğrafçıya giderdi. Kırk beş dakikalık tren yolculuklarında okudu kitapları. İstese de istemese de bir şeyler öğrenmiş, farklılaşmıştı. Bu kısmı gazeteciye anlatmadı. En başından neler yaptığını, Gasilhane’de güne nasıl başladığını anlatmaya başladı.

 -Sevdiğim bir iş yapıyorum. Sorumlumuz geliyor. Görev dağılımı yapıyoruz. Hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. O arada yavaş yavaş doluyor tabi kapının önü!

Muhabir bir günde kaç kişi geliyor sorusunu 365 güne bölünce hesap karışıyor. Hesaplayamayınca, Fuat devreye giriyor o an:

-Şimdi şöyle, değişiyor tabi ama en düşük günde on beş geliyor. Bunu bir yıla yayarsak yani 365 günde toplam ımmm… Üç yüz altmış beş… Çarpı… On iki diyelim… Dört bin civarı bir rakam çıkıyor. Muhabir şaşırmıştı. “Valla bravo, matematiğiniz epey iyi galiba”.

-Öyledir. 

-Nasıl hikâyelerle karşılaşıyorsunuz?                          

- Her mevtanın bir öyküsü oluyor tabi. Son yıllar da kötü hastalıktan ölenler fazlalıkta. Kanser diyemiyor o an, kötü hastalık tanımını yapıyor Fuat. Burada yaş sınırı yok. Duygu sınırı da… Ağlayarak ölü yıkadığım zaman çok olmuştur. Ne olursa olsun son yolculuğuna uğurlanmak üzere misafir ettiğimiz insanlar onlar ve en iyi şekilde misafirperverliğimizi yapıp, son yolculuklarına uğurluyoruz.

-Farklı mesleklerden insanlar da gelmiştir mutlaka…

-Tabi. Ama burası statünün bittiği yer.

En çok etkilendiğiniz bir olay oldu mu?                      

-Yani tabi! Çok var. Daha bu sabah bir çocuk geldi. Girmek istedikleri takdirde yakınlarını içeri alıyoruz. Babası da içeri girdi. Çok ağladı.  On sene çocukları olmamış. Sonra… İşte…  Hepimiz ağladık.

Derya Aklına geldi. O deryayı düşünürken,Muhabir Fuat'ın şiir defterini eline aldı.

- Bu defterde anı defteriniz olmuş o halde, öyle değil mi?

Dalmıştı Fuat! Fuat'ı daldığı yerden geri getiren muhabirin gür boğaz temizliği oldu.

Tekrar sordu gazeteci.

-Bu defterde anı defteriniz olmuş o halde, öyle değil mi?

Ölü Evet. Çiçeklerim o şiirler. Burası da ölü çiçeklerimin bahçesi… “Efendim anlamadım?” dedi gazeteci  “Ölü…?”

-Evet. Çiçeklerim o şiirler. Burası da ölü çiçeklerimin bahçesi… “Efendim anlamadım?” dedi gazeteci  “Ölü…?”

-Ölü çiçekler bahçesi…

 -Harika! Ne güzel bir isim bu.

-Ben buraya öyle bir isim verdim. Bahçeye dayanıklı çiçekler ektim. Ayağa kalktı. Bahçeyi gösterdi. Bakın; kadife çiçeği, leylak, iris, ortancalar. Dayanıklı çiçeklerdir. Mezarlıklara genel de bunlar götürülür. Her çiçek mevtanın ruhunu memnun edermiş ya, burası da son yolculuğa uğurlandıkları yer olduğu için, ben daha sempatik bir yer haline gelmesi için çabalıyorum. Gazeteci şaşkın gözlerle Fuat’a baktı.

-Efendim son olarak. Sizi tanıyabilir miyiz? Adınız nedir?

-Tabi. 1979 İstanbul doğumluyum. Üç yıllık evliyim. Adım Ali.  Ali AY.

     Muhabir gitti. Akşama doğru hafifledi işler. Çay molası verilmişti. Herkes kendi arasında sohbete başladı. Fuat yarım saatliğine içeri gitti. Her bayram öncesi çalışanlara dağıtılan duvar saati, takvim ve benzeri eşyalardan bir tanesi olan ajandasını tekrar eline aldı. Bir şeyler yazacaktı. İçerden sesler duyuldu. Ali AY diye biri aranıyordu. Sabah gelen gazeteci yeninden gelmişti ve Fuat’ı arıyordu. “Burada Ali AY diye biri yok efendim” diye hayıflanan çalışanlar, gazetecinin; “yahu sabah geldiğimizde röportaj yaptığımız arkadaş. Nasıl tanımazsınız” diye birbirlerini anlamaya, anlatmaya çalışıyorlardı. Fuat sesleri duydu. Yanlarına gitti. “Buyurun beyler aradığınız kişi benim.” Çalışma arkadaşları şaşkındı. “Fuat Abi, Ali Ay diye birini arıyorlar.” “Tamam, Ali AY benim.” “Çok şükür Ali Bey, sabahtan beri sizi arıyoruz. Sizin defterinize ihtiyacımız var.” Herkes pür dikkat onların konuşmasına odaklandı. “Hangi defter?” dedi Fuat. “Sizin anı defteriniz. Ya da şiir defteriniz. Defteri bizimle paylaşır mısınız? Yaptığımız haberden sonra herkes sizi merak edecek. Düşünceleriniz ve şiirleriniz çok güzel” “Herkes, bir ölü yıkayıcısını neden merak etsin ki?” Üstelik kendisini farklı tanıtmıştı. Fuat Coşkun değil de Ali Ay demişti. Şimdi kamera karşısında, gazetede,  insanlar izleyecek, okuyacak. Onu tanıyanlar “bu bizim Fuat yahu Ali Ay kim?” diyecekler. Hem mevta yakınlarına bile kendisini göstermezken, şimdi tüm ülke onu bir ölü yıkayıcı olarak tanıyacaktı. Yazı dizisi haline geldiğinde tüm anıları yok olacaktı. “Defterinize ihtiyacımız var Ali Bey” dedi gazeteci bir kez daha. Muhabirin gözlerine bakınca Derya aklına geldi. Bebek yapma planını hatırlatırken o kadar masum ve dolu dolu bakmıştı ki Fuat’ın gözlerine. Sonra sabah yıkadığı çocuk geldi aklına. Ölüyormuş gibi her şeyi saniyelere sığdırdı zihninde. Arka arkaya bir sürü görüntü geldi geçti gözlerinden. En son gazeteciye baktı uzun uzun. Usulca onayladı. Kafasını öne arkaya salladı iki kez.  Çok sevinmişti gazeteci, haberi yazı dizisi olacaktı.  Hemen başlığı söyledi:

-Başlık:  “Ali Ay’la ölü çiçekler bahçesi’nde birinci gün.”

        İşi bittiğinde tulumunu çıkarmadan çıktı ekmek teknesinden.  Minibüs değil de iki kilometrelik yolu yürüyerek gitmeye karar verdi. Elleri cebinde ağır adımlarla yürüdü. Gökyüzüne baktı; arabalara, insanlara, heyecan dolu genç kızlara, genç erkeklere, heybesine güneş biriktirmiş bir anneye baktı uzun uzun. Yolun yarısına geldiğinde minibüsle geçerken gördüğü ağaca yaklaşmıştı. Ellerini ağacın üzerinde gezdirdi. “Marazlanmış bir yapın var senin, dallarına da yayılmış, epey kuru. Metastaz yapmış sanki; senin ömrün çok olmaz haberin olsun!” “Kim? Ben mi? Adım Fuat; Ali’nin ölü çiçek Bahçesiyim.”

O gece geç vakitte eve döndü Fuat. Derya uyumuştu.

 

 

Sayfa : 16