...
Başlık : TENİMDE KALDI SAÇLARI
Yazar : Didem Keremoğlu

“Allah mı? Hesap verecek çok şeyi var o Allah’ın!”  Ortama uzayıp giden, huzursuz bir sessizlik hakim oldu. Meyhaneci, bir başka masaya götürmek üzere eline aldığı kavun tabağını aceleyle müdavim masasına bıraktı. “Doktor” bugün yine biraz fazla kaçırmıştı anlaşılan. İnce bir es verdirip, konuyu yumuşatıp muhabbeti değiştirmek şarttı.

“Beyler bakalım kavun mu yiyeceksiniz, kurabiye mi, afiyetler olsun?” Hassas işlerdi bunlar, kantarın topuzu kaçıp, ayar bozulmasındı.

Sohbet kaldığı yerden devam etti. Doktor gün be gün beslenip semiren öfkesini derdini böldüğü insanından çıkartmak istemezdi elbette ama… Ufak yerin itikâtı rakı sofrasında sınanmamalıydı. İçin için kızdı kendine.

Saatler ilerleyip, kadehler boşalmayı sürdürdü. Yaşanan puslu an unutulmuştu bile. Yolluklar içildi, hesap ödendi, eyvallahlar bırakıldı geceye…

Hepi topu beş masa, bir sofa dükkana bu uzak kasabanın kendi halkından başka uğrayanı yoktu. Yazları durum tersine döner, bazen iki garson birden alınırdı işe. Okullar kapanır kapanmaz büyük şehrin bezmiş kalabalıkları Longoz ormanlarıyla kaplı bu güzelim kasabaya dolardı. Yıldız Dağları’ndan Karadeniz’e akan dereler,  doğaya gelişi güzel serpiştirilmiş göller…Kasaba size yeşili sararmayan yazlar, masalsı kışlar sunardı. Sert iklimi ve uzaklığından sebep nüfusu bir kaç yüz kişiyi aşmaz, soğuk kışın beyaz yüzü topraktan aylarca kalkmazdı. Doktor’unsa doğduğu kasabasına sığınmasının üstünden dört kimsesiz yıl geçmişti.

Önceleri iki ağaç için toplanmıştı insanlar sonrası malum. Henüz bir kadının elini tutmadan, ilk öpücüğünü yaşamadan ölmüştü onca çocuk. Hastahanede olduğu saatler dışında, sokakta ya da sığınılan mekanlarda yardıma koşmuş, onlarca doktoru örgütlemişti. Bu iyilik hareketi cezasız kalmadı elbet. İşkenceye dönüşen yargılama sürecinin ardından işten uzaklaştırılmış, yetmemiş sırf geleceğe korku salmak için lisansını iptal etmişlerdi. Karşılıklı açılan davalar halen sürüyordu. Ülkenin adı bilinen tıp fakültelerinden birinde öğretim üyesi olan kariyer odaklı karısı zaten başından karşıydı bu gönüllü harekete. Davalar sürerken anlaşmalı olarak boşandılar.

Az sevilmiş olmak bu coğrafyanın doğasına işlemişti adeta. Nobran bir yönetim şekli  esastı, “miş gibi yapma” sanatı zirvesini yaşıyordu. Madur, maktul, kurban kavramları birbirleri içinde yok oldu…

Şanslıydı, anne babasının kabrini ziyarete gelmenin dışında otuz yıldır yok saydığı kasabası sarıp sarmaladı Doktor’u. Mesleği için hayatından çıkardığı alkole de geri döndü. Çoğu geceler meyhaneden eve ancak birilerinin yardımı ile gelirdi. Miadını doldurmuş uydu gibi amaçsızca döne döne, hırpalana hırpalana devam ediyordu yaşamaya.

 Kışın kendi henüz gelmese de, rüzgarı kasabaya varmıştı bile. Yarına hasta çıkmak umurunda olmadı. Soğukta yürümek iyi gelmişti. Osmanlı’dan günümüze yüz bilmem kaç yıldır ışıkları sönmeyen deniz fenerine doğru sarsak adımlarla devam etti. Fenerin önündeki uçurumun içinden yükselen yosunlu kokuyu bir müddet içinde tuttu, şaşırtan bir yalnızlık çarptı yüzüne. Bulutlar karanlığın önünde akıyordu, incecik bir yağmur serpiştirdi. “Uzaklaşma tutkunun ateşini körükler” diye kim demişse doğru söylemişti. Sonra Nazım’dan kısacık iki dize döküldü ezberinden, haykıra haykıra okudu geceye.

“Ve bir gün yabani bir çiçek

bu toprak parçasından demlenip filizlenirse…”

Devamı yoktu. Sevda için yanılıp tutuşulan yıllar çok öncede kalmış olmalıydı oysa. Kahrolası prensipleri uğruna Filiz’den vazgeçmek! Yemininden caymamak için hayatından çıkarttığı kadın…Artık aşılabilmesi imkansız bir uzaklık vardı arada. Hırpalayan bir özlemle seviyordu karısını. Girdaplanan karanlığın içinden dalgaların kayalara vuran sesi duyuldu. Bitmez tükenmez bir hırsla saldırıyordu deniz.

Biliyordu, rahat bırakmayacaklardı buraları da. Bu ihtişamlı doğayı mahvetmek, yörenin dirayetli insanlardan öç almak şart olmuştu. Çin malı nükleer santralden yeni cayılmışken, termik dayatması başladı. Erken kayıpların matemi gibi uzayıp giden bir hesaplaşma… Katran gibi koyu bir öfkenin içine düşmüştü yine. İki duble daha atıp, biraz yatışmak üzere ters geri meyhanenin yolunu tuttu.

Ertesi sabah bir başka bulantılı güne aydı. Yoksunluk iyiden iyiye vurmuştu. Yarım teneke birayı bir solukta dikti. Sobayı tutuşturdu, yemek artıklarının kenarlarında kuruduğu kahvaltı tepsisini dolaptan çıkardı. Duvardaki kancada asılı naylon torbadan aldığı ekmekten iki dilim kesip, sobanın üstüne bıraktı, bilgisayarının başına geçti. Doktorluktan men edilmişti ama, literatürü takip şarttı. Çabuk eskirdi bu meslek. Kimi kandırıyordu? Birazdan ara verecek, kalan birayı da içecek, sonra bir bahane yaratıp çıkacaktı evden. Öyle de oldu.

Köy daha uyanmamış, bir kaç teneke sardunya saksısı rüzgarın şiddetiyle cam içlerinden sokağa saçılmıştı. Kahveci Mustafa demini henüz alan çayı ve gazeteleri her zamanki yerine oturan Doktor’un önüne getirdi. Okey ıstakaları ve tavlalar tuvaletin önündeki formika masada henüz gelişi güzel yığılıydı. Belli ki yine yarımdı Doktor bugün. Hal hatır sorulacak saati  erteledi Kahveci. “Adamın hayatını söndürmüştü Allahsızlar!”

“Al şu gazeteleri önümden Mustafa.”  Sabah sabah bela okumaya başlamasındı. Akşamlar zaten o iş içindi de, dün sövmenin de, belanın da dozu kaçmıştı biraz. Bu itikadı gibi ahlakı da sağlam insanlara ayıp etmişti. Çok geçmişten bir assolistin nazlı, kısık sesi duyuldu emektar teypten. “Sevda yaratan gözlerini her zaman öpsem…” Annesi ile babası pek severlerdi bu unutulmuş şarkıyı. Filiz takıldı yine aklına, hayatının bundan sonrasıyla ne yapacağını düşündü ve hemen erteledi bu tatsız, melankolik hali de, Filiz’i de. Bu hafta sonu eski öğrencilerinden bir kaçı “Hoca” ile “takılmaya” geleceklerdi. Diyet ödenmiş, o çocuklara dokunulmamıştı.

Kapı gürültülü bir, iki takılmayla açıldı. Ellerinde bir tomar kalabalık, üç kişi girdi içeri.

“Selamünaleyküm” adamlar aynı anda konuşmaya başladı, sonra aynı anda sustular. “Tıknazca” ile genç tıknaz,  kirli sakallı olanın bir adım gerisinde dikiliyordu.

“Pardon Bilal Bey, öyle şey yapmak, bir ağızdan pardon.” dedi  “Tıknazca.”

“Şu duvarın üstündeki ıvır zıvırı kaldırın, yer açalım projeksiyona.”  “Bilal Bey’’in olası soruların önüne set çeken, ünlem halleri içermeyen tekdüze sesi Doktor’un sinirine dokundu. Tam lafa giriyordu ki, kahveci formika masanın üstündeki tavla yığınının ardından ses verdi.

“Agalar, neyi kaldırıyoruz duvardan? Buyrun neydi mevzu?”

Duvardan kaldırılacak “kalabalık” köyün tek şehidi Atakan’ın bordo bereli resmiyle, tren penceresinden göklere bakan Mustafa Kemal’in portresiydi.

“Tengiz Holding’den geliyoruz biz. Projeksiyon için lazım duvar. Bu bölgeye yapılacak enerji santrali ve kazanımları hakkında halka brifing var.” Neşesi sahte bir ezberle konuştu adam.

“Sen gizli ajandandan bahset esas, palavrayı bırak.” Doktor’un akşamdan kalma sesi yükseldi birden.

“Emin olunuz, tam olarak izahı yapıldığında halk da anlayacaktır. Muhtarlarımıza da gerekli bilgilendirme yapıldı. Zaten bakanlık da süreci takipte.”  genç tıknaz suçunu saklayan bir telaşla laf yetiştiriyordu.

“Kenti temsil eden vekiller, belediye başkanı, oda başkanları peki, bu toplantıdan onların var mı bilgileri?” Kahveci usul usul doktorun yanına yanaştı.

“Zehir saçan bacalaranızın sebep olduğu erken ölümleri de anlatacak mısın halka?” Ses gittikçe yükseliyordu.

“Agalar, ufaktan naşlayın. Bak bela çıksın istemiyorum. Köylü de birikir şimdi, jandarmaya uzar bu işin ucu.”

Kahvenin erkenci ahalisinden üçü daha kapıda belirdi. Holding’in enerji grubu logosunu taşıyan dört çekeri işaret ederek  “Ne iş?” dedi biri.

Kısa tıknaz ezberine geri döndü.

“Muhtarlara gereken malumat verildi, bakanlığın da talimatı doğrultusunda yöre insanımızı bilgilendirmek için buradayız.”

Güm, güm, güm, Doktor kahvecinin elindeki tavlayı masaya kaptırdı. Kahveci Mustafa kapıda duran üç kişiye başıyla bir işaret çaktı. Adamlar kabara kabara “enerjiciler”e doğru yürüdü. 

“Biz senin insanın değiliz koçum, karnımız tok bizim bu palavraya. Nükleeri bitti, şimdi de termali başladı. Hadi ikileyin.”

“Bilal Bey” adamlarına resimleri duvardaki yerlerine koymalarını işaret etti. Çok uzatmadan eşyalarını toplayıp, kahveden çıktılar. Doktor çok iyi biliyordu ki, bu iş burada kalmayacaktı.

Ertesi hafta havanın rengi kurşuna, yağmur kara dönerken bu kez daha kalabalık geldi enerjiciler. Geçen seferki gibi posta konulacak bir durum yoktu yani. Kaymakamlık, kahveciye gereken ince ayarı vermiş, projeksiyon kurulmuştu bile. Doktor’un da olduğu bir kaç kişi dışında kimse gelmedi bu gösteriye de, “Bilal Bey” net konuştu.

“İki, üç çapulcu bizi yıldıramaz. Burada söz konusu olan halkımızın menfaatidir. Herkes haddini bilecek. İzinler alındı, nisan itibari ile birazdan bilgisini vereceğimiz bölgede ,Allah’ın izniyle, çalışmalar başlayacak.” 

Herif açık açık göz dağı veriyordu. Bu boşa kürek çekmeler, hep kaybetmeler…Bu işin bir de vebali vardı. “Bilal” olacak herif henüz lafını bitirmemişken Doktor Kahve’den çıktı. Meyhane’ye kadar olan seksen, yüz adımlık yolu ezik omuzlarla yürüdü. Gezi’de, malum otelin içinde bir yaralıdan, diğerine koşarken erken doğum yapmıştı bir öğrencisi. Bebeğin zaten gelişmemiş olan ciğerleri solunan onca gaza dayanamamış, anne babasına çok uzun gelen bir kaç kısa gün yaşamıştı ancak. Bir vebali daha kaldıramazdı. Akşamdan kalmalarının yoksun sabahlarından birinde, diğerleriyle birlikte o eski öğrencisi de gelmişti bu yakınlarda. “Hocam” demişti suçlanarak, “ben bir şiir kitabı çıkartıyorum. Bizim bebek için de bir şiir olacak. Print ettim, bir göz atarsınız bir ara.”

Meyhane boştu , sobanın yanındaki iki kişilik masaya oturdu. Ayakçı çocuk kızarmış ekmekle, kekiği bol zeytin koydu önüne. Yoğurtlu patates kızartma da verecekti.  Zaten bi duble içip kaçacak, evde devam edecekti. Bir kaç gündür polar yeleğinin cebinde dolaşan zarfı masanın üstüne çıkardı.

“Hayırdır, bu saatte pek gelmezdin?” Meyhaneci dublesini masaya bıraktı. Karşıdaki kahvenin önüne park etmiş dört çekeri işaret ederek, ne iş Doktor, niye orada değilsin diye sorarcasına ellerini açıp, başını iki yana salladı.

“Boş ver, sen bana bi de soda getir.” Sonra zarfı açtı. Dörde katlanmış kağıdın üstüne çok da okunaklı olmayan bir yazıyla bir şeyler karalanmıştı.

“Hocam, biliyorum ki bebeğim boşuna ölmedi. Umut hep var. Siz de vazgeçmeyin. LÜTFEN.

İrem

Sustum
 tenimde kaldı saçları.
Koşudayım, yanımdan geçende ölü
Teneke tabela, çeşme ve sarmaşıkları
sarmaşıklar örtmekte soğuk gri taşları
Sonra saydım iki sıfır bir üç
Erteledim saymayı.
Sonra yine aynı, bir başına iki sıfır bir üç
Yüzü yok, tenimde kaldı saçları.”

Doktor oturduğu yerde hafifçe sallandı, hatta sendeledi. Beklenmedik bir anda önüne çıkan  umuda, ciğerleri gelişmemiş bu yeni doğanın, bu tamamlanmamış hayatın gizine sarıldı. Dublesini ve montunu masada bıraktı. Yeleğinin yakasını kaldırdı, yumruk yaptığı iki elinin tam ortasına sıcak nefesini hohladı.

“Şimdilik eyvallah Kadir, masayı tut, gelicem.” Hoyrat ama sarsak olmayan adımlarla  Kahve’nin yolunu tuttu.

 

 


[s1]

Sayfa : 14