...
Başlık : RENKLERİN OYUNU
Yazar : Kevser Ruhi

 

Yağmurdan sonra güneş açmıştı. Mavi gökyüzünde oluşan gökkuşağını ilk fark eden Jülide oldu. Heyecanla, arkadaşlarına gökyüzünü işaret etti:

“Bakın arkadaşlar! Gökkuşağı!”

Çok bilmiş Berkan hemen atıldı:

“Ona ebemkuşağı da derler…”

Jülide, gökyüzündeki koskocaman ve renkli kemerin adını “gökkuşağı” olarak biliyordu. Nasıl oluştuğunu da öğrenmişti üstelik.  Bu güzel bahar gününde güneş varken birden bulutlar gökyüzünü kaplamış, ardından yağmur inmiş, çocuklar da sokaktaki oyunlarını bırakıp bir saçak altına kaçmışlardı.

Bahar yağmurları, çok sürmeyen gelip geçici yağmurlardı. Böyle aniden başlayan yağmurun yine aniden kesileceği belliydi. Yağmurun ardından gökyüzünde beliren rengârenk gökkuşağı, tam bir sürpriz olmuştu.

Yağmurun ıslattığı toprak kokusu havaya yayılırken gökkuşağını ilk önce Jülide fark etmiş, sevinçle arkadaşlarına göstermek istemişti: “Bakın! Bakın! Ne güzel bir gökkuşağı!...”

Berkan çok kitap okuyan bir çocuktu. Yeni bir şey duyduğu zaman araştırır, onu öğrenmeden içi rahat etmezdi. Bu yüzden arkadaşları ona “Çok bilmiş Berkan” ismini takmışlardı. Kitap okumaktan çok zevk alırdı Berkan. Eline aldığı kitapları büyük bir açlıkla, yutarcasına okurdu. Çok bilmiş olması demek, ukala bir çocuk olması anlamına gelmiyordu tabii ki. Bilgisini arkadaşlarıyla paylaşırdı. Çünkü paylaşılan her şey gibi, bilgi de paylaşıldığı zaman daha anlamlı ve değerli oluyordu.

Jülide arkadaşının bu huyunu bildiği için kendi bildikleriyle Berkan’ın bildiklerini birleştirmek istedi. Gökyüzünde beliren gökkuşağı hakkında düşüncelerini anlatmaya başladı:

“Elimi uzatsam tutacakmışım gibi… Adı ebemkuşağı da olsa, gök kuşağı da olsa çok güzel bir şey bu.”

Berkan’ın da gökkuşağı hakkında söyleyeceği sözler vardı:

“Güneşli bir havada yağmur yağarsa ışık, yağmur damlalarının içinden geçer. Işığın kırılması ve yansıması bize gökkuşağı olarak görünür.”

Çocuklar heyecanla gökkuşağının renklerini saymaya başladılar. Her kafadan bir ses çıkıyordu:

“Kırmızı ve turuncu var!”

“Sarı, yeşil ve maviyi de unutmayın!”

“Bakın bakın! Lacivert ve mor da belli oluyor!”

Jülide, resim yaparken kullandığı boya kalemlerini düşündü. Bir sürü renk vardı aslında. Dayısının hediye ettiği yirmi dört renk boya kalemlerini göz önüne getirmeye çalıştı. Ne kadar çok renk vardı! Bulutise hepi topu yedi renk saymışlardı. Boya kalemlerini düşündü. Açıklı koyulu renkler… Üç tane mavi, üç tane yeşil, üç tane kırmızı, üç tane turuncu… Ohoo… Bir sürü renk…

“Benim boya kalemlerim yirmi dört renk.” dedi.

Merak ettiği sorunun yanıtı her zaman olduğu gibi Berkan’dan geldi yine:

“Tüm renkler üç ana rengin karışımdan elde edilir; sarı, kırmızı ve maviden… ”

Jülide de beyaz renk hakkında bilgisini paylaştı:    

“Beyaz, bütün renklerin karışımıdır. Dayım söylemişti bunu bana”

Gök kuşağının görünmesi, çocuklar arasında renklerle ilgili koyu bir sohbet başlatmıştı. Jülide, annesinden duyduğu renkleri saymaya kalksa akşamı ederlerdi. Annesi ve teyzesi örgü örmek için bir araya geldiğinde onların konuşmalarını dinleyip hem çok eğleniyor hem de birçok renk adı öğreniyordu.

“Güvez iplik alalım mı?” diyordu annesi.

Teyzesi ise Jülide’ye gülünç gelen başka bir renk öneriyordu:

“Yavruağzı olsun bu defa öreceğimiz kazak…”

Sadece Jülide’ye gülünç geliyordu galiba bu renk adları. Annesi ve teyzesi son derece ciddi konuşuyorlardı. Ördekbaşı yeşil de vardı, camgöbeği yeşil de, türbe yeşili de, nil yeşili de çağla yeşili de. Hele hele limonküfünün bir renk olduğunu yine annesi teyzesinin konuşmalarından öğrenmişti. Kırmızı da ne kadar bol çeşidi olan bir renkti öyle! Narçiçeği kırmızısı, horozibiği kırmızısı… Daha koyusu için bordo, fes rengi, mercan kırmızısı, vişneçürüğü; ayrıca kiremit rengi, gülkurusu, soğan kabuğu ve daha neler neler.

Pembenin de bir sürü çeşidi vardı. Nasıl olmuş da aklında kalmıştı bunlar? Kendine şaştı. Çingene pembesi, tozpembe, yavruağzı, uçuk pembe, koyu pembe. Kendi kendine gülmeye başlayacaktı neredeyse. Ne kadar değişik renklerdi bunlar…

Anne ve teyzesinin renklerini bir yana bırakıp gökyüzüne bakmaya başladı. Birazdan kaybolup gidecekti gökkuşağı. “Neden daha sık görünmez ki?” diye düşündü. Koşsa gökkuşağının başladığı yere ulaşabilecekti sanki. Ama o yer, bir hayal kadar da uzaktı. Yağmur ile güneşin insanlara sunduğu mucizeydi bu. Renklerin çekiciliğine kapıldı. Arkadaşlarının sesleri kulağından silinmeye başladı. Gökkuşağına doğru koştu. Koştu, koştu… Gökkuşağının başladığı yerde buldu kendini. Ayakları yerden kesildi, gökyüzüne yükseldi.

Renklerin içindeydi artık. Saten bir kurdele gibiydi gökkuşağı. Jülide renklere dokunuyor, dokunuyor, onların arasında kayarcasına dolaşıyordu. Sarı kuşağın üzerinde güneşin tüm sıcaklığını hissetti. İçi ısındı. Kırmızıya geçti. Gördüğü en güzel kırmızıydı bu. Heyecanla dokunuyordu kırmızı kuşağa. Eğlenceliydi. Kıpır kıpır oldu içi. Atlamak, zıplamak, uçmak isteğiyle doldu. Kırmızı renk acıktığını hissettirdi. Yeşile geçti. Kırmızının tersiydi bu. Kırmızıdan yorulan gözlerini dinlendirdi yeşil renkli kuşak.

Sonsuz bir çayırda çimenlerin üzerinde kayıyordu sanki. Huzur içindeydi. Ormanlarda buldu kendini sonra. Ağaçların dallarında sarmaşıktan salıncaklarda sallandı. Oradan serin bir maviye savruldu. Suyun rengiydi mavi. Dalgasız köpüksüz bir denizin içine düştü. Ferahladı. Sonsuz bir özgürlükte dolaştığını hissetti. “Renklerin en güzeli maviymiş.” diye düşündü. Mavinin içinde kayıp giderken dünyayı değiştirebileceğini düşündü. O kadar umut dolu ve o kadar güvenliydi.

Maviden bir sonraki renk lacivertti. Süzüldü, laciverte geçti. Okyanuslar gezdi sanki. Oradan turuncuya doğru kaydı. Koskocaman bir portakalın üzerindeydi şimdi. Ama portakalın dış kabuğundaki pütür pütür hali yoktu, parlak bir turuncuydu üzerinde bulunduğu… Turuncu, ilk olarak fark ettiği renk olmasına rağmen neden bu kadar geç içine düştüğüne şaşırmıştı. Sıcacıktı turuncu, güneşin batışı gibiydi. Biraz delişmen bir renkti. Hoplaya zıplaya şarkılar söylemek geliyordu içinden.

En mutsuz insan bile turuncu renk karşısında mutluluk duyabilirdi. Neşeyle zıplarken kocaman bir mor menekşenin üzerine düştü. Mor rengin bu kadar farklı tonları olabileceğini düşünememişti bile. Annesi ve teyzesinin tuhaf renk adlarını anımsadı. Eflatundan, leylak rengine kadar bildiği bütün morlar ellerinin arasındaydı. Menekşeler, leylaklar, morsalkımlar, erguvanlara dokundu. Mor, renk değildi sanki renkten de öte bir şeydi.

Sonra hızla dönmeye başladı. Döndü, döndü, döndü... Renkler silindi, renksizlik kapladı ortalığı. Bembeyazdı her yer. Başı dönüyordu. Tutunacak bir şey aradı bulamadı. Satenden yapılmış gök kuşağı ellerinin arasından kaymıştı. Beyazlar içinde döndü, döndü, durdu. Gözlerini açtı. Arkadaşlarının arasındaydı.

Berkan şaşkınlıkla sordu:

“Ne oldu sana Jülide? Sustun kaldın. Ne güzel renklerden konuşuyorduk...”

Jülide, deminden beri konuşulanları duymamış gibiydi. Ne yanıt vereceğini bilemedi.

“Bir bilseniz” dedi, “Bir bilseniz ne renkler arasında kaldım.” Havaya baktı. Gök kuşağı kaybolmuştu. Renklerin oyununu ve düşlerini kendine sakladı. Renklerin Jülide’ye yaptığı oyunu anlatsa inanırlar mıydı acaba?

        

Sayfa : 10