...
Başlık : Ali
Yazar : Tarık Güney

                          

 

Babam ölmüş, haberim yoktu.
Üzerimde dizlerimin altına kadar uzayan “entari”, altımda don yok. Ayağım kundurasız. Bacaklarımda yer yer morluklar var. Deli Nafiye’nin eseri bunlar. Çişimi kaçırınca çimdikler morartır beni hatta arada köz alır eline dağlar oramı buramı. Anam işten gelince görür o da ağlar benimle.
Yerler soğuk. Sokaktayım. Ahmet’in oğlu Ahmet evleniyor, düğün var. Kapının yanında dikiliyorum. Az sonra bu kapıdan bir gelin çıkacak. Bozuk para, şeker, leblebi atacaklar. Biz çocuklar da bunları kapacağız. Gelin çıkıyor, atıyorlar, kapamıyorum. Eğilemiyorum ki. Ya biri değneğiyle dokunur, ya da bir başkası parmak atarsa. Pantolonum olsaydı kapardım. Birkaç adım atıyorum, vazgeçiyorum. Bir el omzuma dokunuyor. Ağlamaklı gözlerimi çeviriyorum. İçi leblebi, şeker dolu bir el. Bedeli ne bilmiyorum, korkuyor almak istemiyorum. El ısrar ediyor. Yıllarca tarla görmüş, parmak uçları kesik kesik, kalın tırnaklı ve hafifçe titreyen bir elden olanları alıyor, kaçıyorum. Daha fazla gizleyemiyorum gözlerimin içini. İçi boşalıyor gözlerimin. Kaçıyorum oradan. Babaannemin yanına gidiyorum, o da ağlıyor.

“Geldin mi yetimim. Ne o avucundaki. Şeker mi kaptın. Aferin sana.”
Ona da uzatıyorum.

“Sen ye küçüğüm. Benim dişlerim yok onları yiyecek. Sen ye.”
Kucağına tırmanıyorum. Sarılıyorum. Sığınacak bir kucağın olması ne güzel. Sen ölme ebe diyorum. Sakın ölme emi. Sıcaklık beni uyutuyor.
Ertesi gün bana bir pantolonla soğukkuyu ayakkabı alacakmış Mustafa. Oğlaklarına bakacakmışım. Küpeli dedemle konuşmuşlar,

“Boş boş gezeceğine…” demiş dedem.
Babam rüya gibi. Yüzünü bile bilmiyorum. Anam anlatmıyor, başlıyor ağlıyor, susuyor. Sabah küçük kızları Fatma ile oğlakları aldık çıktık. Polat harmanındayız. Sisli puslu bir hava var. Yağmur çiseliyor. Artık pantolonum ve ayakkabılarım var. Meşeliğin altında oturuyoruz Fatma ile. Oğlakların her biri bir yana dağılıyor. Bahar zamanı, gönlü çabuk geçer yağmurun ya yine öyle oluyor. Yağmur durdu, güneş çıktı. Biz de çıktık meşelerin dibinden. Yukarıda kartallar dönüyor. Bir aksilik olmalı. Oğlakları arıyoruz. Üçü şu derede beşi bu derede derken karşıma  acayip kılıklı iki köpek çıkıyor. Derenin bir yanında ben diğer yanında onlar. Bizim köyün köpeklerine benzemiyorlar. Yalım gibi gözleri, dik dik kulakları var ve çok büyükler. Onlar bana ben onlara bakıp kalıyoruz. Korkuyorum.

“Fatma!” diye bağırıyorum.

“Fatma koş burada iki köpek var. Bunlar kimin?”

Fatma koşa koşa yanıma geliyor gelir gelmez zınk diye duruyor.

“Hay akıllım bunlar köpek değil ki, kurt!”
Sonra avazı çıktığı kadar bağırıyor.

“Hay hay hay! Koş Alaş koş”
Beni dürtüyor, kendime geliyorum, ben de bağırmaya başlıyorum,

“Hay hay hay! Koş Alaş koş!”
Kurtlar bir süre durup bizi izliyorlar sonra hiç acele etmeden usul usul dönüp şiş karınları ile uzaklaşıyorlar. Sağa sola koşup oğlakları topluyoruz. Üç oğlak parçalanmış. Üçü de Mustafa’nın.

“Seni henden. Seni gidi işe yaramaz hayta seni.”
Mustafa kulaklarımı koparırcasına asılıyor. İlk işimi kaybediyorum. Yırtılan kulağımın hesabını kim soracak?
Sahi! Babam ölmüştü benim.

Ya annem?
Ellerini ne zaman çektiyse ellerimden, o zaman anladım ayrıldığımızı.
İçime çocukça bir hıçkırık geldi oturdu. Bu kararlı çekiliş karşısında ne yapsam faydası olmayacaktı. Yalnızca kaşlarımın eğilmesine, dudaklarımın büzülmesine engel olamadım. Kulağıma söylenen ve “emi” ile biten cümlelerin hiç birini içimde tutmadım, tutamazdım, kustum. Artık bu saatten sonra o kocaman anne boşluğunu kim doldurabilirdi ki. Halime Teyzenin abartılı şefkat dolu eli saçımda dolaşmıyor, tel tel yoluyordu sanki. Annem giderek uzaklaştı, sokağın köşesinden kayboldu. Ben de.
Kaybolmuşluğumla beni çeke çeke bir sedire oturttu Halime Teyze. Elime bir ayran tası ile çokca tereyağı sürülmüş bazlama parçası tutuşturdu.

“Sen yiyedur kuzum. Ben şimdi gelirim. Sakın buradan ayrılma emi.”

Hiçbir “emi”yi istemiyorum.

Önümde rüzgâr küçük tozlarla eğleşiyordu. Elimde bazlama ve ayranla kalakaldım. Nice sonra sağa sola bakmak aklıma geldi. Elim daldı ve bazlamadan bir parça kopup geldi ağzıma. Kapısına bırakıldığım evi çevreleyen yüksekçe duvarlar ben baktıkça büyüdü, görünmez bir ustanın maharetli ellerinde daha da yükseldi. Duvarların üzerinde birer sıra yuvarlak kiremitlerden vardı. Avlu kapısı ağır tahta bir kapıydı. Kocaman halka kulpu kulaklara küpe gibi duruyordu. Sıcak bazlamanın yarısı tükenmişken boğazıma birikenleri aşağı iteklemek için ayranı gort gort içmek vardı ama isteksizdim. Usulca bir yudum aldım.

“Sen hala bitirmemişsin yemeğini”

“….”

“Olur mu a çocuğum çabuk çabuk yiyiver. Kötü başlamayalım hadi bakalım.”

Demek bir başlangıçtı bu. Ben bir bitimin içindeydim oysa. Bir dürtü arıyormuşçasına çakılı kalan kolum yeniden kıpırdadı, saklı bedenim oynadı ve elim uysal dünyasına dönerek bazlamayı ağzıma uzattı.

“Bak nasıl acıkmışsın, bir de nazlanıyorsun. Yemeğin nazı olmaz buldu mu yiyeceksin. Halis Ağan gelsin, seni çarşıya götürsün, bir güzel giydirsin. Okul işini de onunla konuşursunuz ben şimdi gideyim bir fırına bakayım. Sen de avluyu gezin ne nerede öğren. Koyunların yanına gir de sana alışsınlar. Sen de onlara alış.”
Yoklar dünyasında en başta baba yoktu. Belki de alışamadığım en büyük gerçeğim oydu. Sonra yeni bir çatı altında bana yer yoktu. Pirinç tüccarı Halis Ağa istemiş yokluğumu. İlkokul birden ikiye geçtiğim yıl. Dediklerine göre bu son şansımmış. Ya adam olacakmışım ya da ömür boyu sürünecekmişim. Halis Ağa’nın çocuğu olmuyormuş. Fatma adında bir hizmetçisi, iki çocuklu yarı duyan bir hizmetkârı varmış. Beni ciddi ciddi okutup kendisine mirasçı edecekmiş. Tabii bende aradığı vasıfları bulabilirseymiş. Halime Teyze’nin hamamda derimi yolarcasına yıkarken anlattıklarını hamamdan sonra çarşıya götürülürken tamamlamıştı Halis Ağa.
Üzerimdeki hiçbir yeni içimdeki olumsuz yeninin önüne geçemiyordu. Sevinememezliğim nankörlüğüme denk getirilecekti. Homurtulardan anlıyordum. Sık sık beğenmedin mi diye sormalar bu yüzdendi. Hep sessizdim. Tek kârım bu sessizliğin terbiyeye yorulmasındaydı. Demek ki insanın içinde fırtına ne denli büyükse dışı o denli dingin oluyormuş. Ya dışında fırtınalar estirenler? Okula gönderilecek olmak, işte beni fırtınalardan çekip alan tek beklenti. Sonradan öğrenecektim ki beni verirlerken koşulan tek şart buymuş. Gerisi etle kemik. O da evlatsızlıktan dem vurarak iç çekmiş gönül almış.

Nedense gerçekler hep sözcüklerin arkasına saklana saklana geliyorlar. Gerçeğin yalandan korkak olduğunu öğreniyorum. Yeni giyitlerime baka baka eve geldiğimde ve Halime Teyzenin sevinç gösterilerini gördüğümde bu yeni hayatın çok da kötü olmayacağını sanmış bir an için annemi affetmiştim. Yine de sarılarak affedememek canımı acıtıyordu.

Sonraki günler koyun ardında gün akşam olurken bugün yarın gidilecek okul gerçeği usuldan yavaştan bir hayale dönüşmeye başlamıştı. Yeni giysiler alındığı günün ertesi bir daha giyilmeye fırsat bulamamışlardı. Günler su gibi akıyor ama okul günleri bir türlü gelemiyordu. Bir iki sızlanacak oldum, Halime Teyze o gün bugün yüzünü pek göremediğim Halis Ağanın bitmek tükenmek bilmeyen işlerinden ağlamaklı dem vurunca onunla birlikte gözlerim doldu. Velinimetlerime saygıda kusur etmeden günümü beklemeliymişim meğer. Bana düşen sabırla beklemek ve verilen işi gereği gibi yapmakmış. Ancak içimde biriken isyanın nerede kime patlayacağını ben de kestiremez olmuştum ve olmadık zamanda hani o söylenip duran ya adamlık ya serserilik çizgisi gözümün ufkunda gezinir olmuştu.

Koyunları Elekçi mahallesinden geçirip Hıdırlık tepeye yönelttiğim gün benim için patlama günüymüş. Kızamık çalısının içinde bulduğum şişeyi Nuri’yle Cüce Mehmet’e gösterdim. Ayran kaplarını bardak yaptık. Cüce Mehmet içmedi. Şarap içtiğinizi söyleyeceğim dedi.

“Söylemeyeceksin”  

“Söyleyeceğim işte”
Söylerdin söylemezdin derken buna bir el ense çektim taze meşe fidanlığının içine yuvarladım. Meşe kökü içindeki eski bir anız alnını yarmış. Mehmet kanı görünce küfür etmeye başladı.

“Önceden şaka yaptıydım ama şimdi sahiden söyleyeceğim görürsün sen”

“Bak Mehmet arkadaşız ayıp olur. Ne var ki bunda?”

“Bana ne söyleyeceğim işte.”

“Söylersen söyle lan. Senin de Halime’sinin de Halis Ağa’sının da dünyasının da…”
Patladım. Mehmet’in üzerinden beni Nuri çekip ayırdı.
Ertesi sabah avludaydım. Halime Teyze koyunları sağıyordu ben de bir değnekle yeri eşeliyordum. Avlu kapısının tokmağı çaldı.

“Ali, git bak bakalım kim gelmiş”
Kapıyı araladım. Mehmet’le burun buruna geldik. İçimden kaynar bir su indi. Hemen elimi cebime attım çakıyı çıkardım. Mehmet’in burnuna uzattım.

“Ne var lan niye geldin?”
O korkmadı. İnatla kapının önünde dikiliyor, benden kalan boşluklardan içeriyi aranıyordu.

“Ne var oğlum ne istiyorsun?” Kapının uzunca süre açık kalmasına Halime Teyze elinde süt kovası ile gelmişti.

“Teyze var ya bu Ali ile  Nuri dün Hıdırlık tepesinde şarap içip beni dövdüler. Ben de sana söyleyeceğimi deyince aha bu Ali senin de teyzenin de diyerek küfür etti. İşte bak alnımı da yardı.”

“Tamam evladım, sen git ben onun cezasını veririm. Zaten bağrı kalkmadan bağırsağı kalkmış körolasının.”
Mehmet gitti. Halime Teyze kovayı bırakıp içeri gitti. Geri döndüğünde elinde bir avuç kırmızıbiber vardı. Beni kolunun biri ile kavradı. Bacakları ile sıkıştırdı. Biberi ağzıma dayadı.

“Tövbe de lan. Bir daha böyle küfürlü laf etmeyeceğim de. Tamam mı?”

“Tamam teyze valla da billa da…”

O gün akşama kadar serseri mayın gibi dolaştım koyunların ardında. Aklımda sözler, sözler. İsyanım, isyanımın ardında duramayışım, ekmek yediğim kapıya ettiğim ayıp sözler, Mehmet’in yarılan alnına duyduğum öfke ve daha gerilerin kapılarını birer birer açan içimdeki birikmişlik ile nasıl akşam ettiğimi ben de bilemedim. Koyunları avlu kapısından içeri sokar sokmaz sokağa fırladım. Cebimde kalan birkaç lirayla dolandım durdum. Akşam kendisini geceye bırakırken eve yaklaştım. Giremedim. Avluyu çevreleyen duvarın üzerine çıkıp kiremitlere yattım. Ev ahalisi el fenerleri ile avluda beni arıyorlardı. Seni affettik diyorlardı. Ya ben? Ben kendimi affetmiş miydim? Ya okul? Korkularım? Usulca kiremitlerden aşağı süzülüp çarşıya döndüm. Odun satan kamyonların birinin kasasına girip uyudum. Sabah ezanlarının sesi ile kalktım. Kimsecikler yoktu. Sabahçı kahvelerinden birine gidip simit çayla karnımı doyurdum. Zamanı sağda solda oyalanarak geçirdim. Köyden şehre inenlerin yüzlerinde tanıdık bir yüz aradım ve buldum.

“Ne o lan? Sen ne arıyorsun burada?”
Başımdan geçenleri anlattım.

“Oğlum ne yapayım ne diyeyim? Kime desem sözüm havada kalıyor. Herkes bildiğinden şaşmıyor. Ben kendi âlemimin içinden çıkamıyorum. Bak iki büklüm olmuşum zaten. Bir de seninle uğraşacak halim yok. Var bildiğin gibi yap.”

Boşuna dert anlatacak birini aramışım. Dert benim derdim. Herkesin derdi kendineymiş demek ki. Değil mi ki ana, ana iken bırakıp gitmiş el ne desindi. Düştüm yollara, akşam zamanına yakın köye evin önüne vardım.

“Anaa!”

“…”

“Anaa!”

“Ne o evladım, çıkmadı mı kimseler, evdelerdi halbuki.” Bana merakla uzanan komşu başı bunları söyledikten sonra yeniden içeri çekildi.

“Ana!”

Babalığım çıktı.

“Ne o lan henden? Yine mi çıktın geldin başımıza. Şimdi aşağı inersem kırarım bacaklarını defol geldiğin yere git.”
Arkasından usul yavaş annem göründü. Çaresiz elinde bir anahtar taşıyordu. Aşağıya attı.

“Al oğlum, bu dedenin evinin anahtarı sen git ben sonra gelirim.”
Dedemden kalma evi açtım. İçime bir özgürlük havası esivermişti. Tüm kaygılarımı, korkularımı silip süpüren bu bağımsızlık, boş evi bir saray gibi gösterdi gözüme. Tozları sildim süpürdüm. Örümcek ağlarını attım. Bir yorgan bulup indirdim. Küf kokulu yorganı yerde kalmış eski kilimin üzerine ikiye katlayıp arasına yattım.

Vazgeçersem kaybolacağım, biliyorum!

Ne zaman bahçeye gitsem, benimle gelmek isteyen bir köpeğim vardı. Bahçe uzaktı, üstelik geldiğinde doğru durmazdı. Oradan geçenlere havlar, her yere çişini yapardı. Annem kızardı. Taşlamıştım. Durup bekliyordu ben taş atınca. Sonra yine geliyordu. Yine taş atıyordum, yine duruyordu. Ama dönmüyordu. En sonunda yalvarır gibi inlemeye başlamıştı. Yolu adımlarken başını dik tutmuyordu artık. Burnu neredeyse yere değecek gibi eğilerek geliyordu. Artık taş atsam da durmuyordu.

Elim taş atmaya gitmez olmuştu. Kıyamıyordum. Gelse ne olur ki diyordum. Çok istiyordu, biliyordum. Annemi düşünmüştüm, yapılacak işleri. Bir taş daha ve ardından bir de sunturlu küfür. Taş bu kez kafasına denk gelmişti. Durmuştu, öylece bakmıştı. Sonra kayboldu.
Biliyorum, o da kıyamıyor bana. Taşlarının hiç biri değmedi. Hem ben insanım.

“Ali, gelme!”
Taşlıyor. Duruyorum. Yoruluyor, yürüyorum.
İstemiyorum işte. Halis Bey’in olsun bütün avlu. Ağzıma biber doldurdu karısı. Kulağımı yırttı. Utandım küfür ettiğim için. Dönemem. Büyük yolda bir durup bir gidiyoruz. Annem önde. Ağlıyor mu? Omuzları oynuyor. Arkasına bakmıyor artık. Uzun süredir koruduğum bir uzaklıkla izliyorum onu.

Köy yoluna girdik. Artık rahatladım. Bundan sonra hiç bırakmaz beni. Yine de uzaklığımı koruyorum. Annem önde, ben arkada avluya giriyoruz. Üvey babam hayattan bize bakıyor. Çakmak çakmak gözleri, şah damarı bir yılan gibi beynine dolanmış. Kızarık yüzünden korkuyorum.

Keşke annemden tutunabilsem. Boşluktayım. Daha da kimsesiz. Annem bir yere bakmıyor. O da boşlukta sanki. Belki de şu anda hiçbir yerde. Küçük bir kıpırtı omuzlarında. Onu varla yok arasında tutuyor. Hık dese? Remzi Dayı “hık” demiş ölürken. Hık demesin annem.

“Bu niye geldi?”
Yukarı bakamıyorum. Yerdeki cevizleri sayıyorum. Bir… İki… Üç… kırıklar sayılmaz. Onların varlığıyla yokluğu bir. Baksam… Dört… Beş… Bahçeyi her gün sularım eğer eve çıkarsam. Çapa da biliyorum. Sonra, odun da kırarım. Altı… Yedi… Hayvanları da sularım. Ne olacak ki? Hepsi vız gelir bana. Güçlüyüm ben. Üstelik Mehmet’i de dövdüm. Seni şikâyet edeceğim demişti. Etti de ne oldu? Kaçtım işte. Küfür etmeseydim kadına iyiydi ama. Sekiz… Beni dövmesin. Orada, hissediyorum. Kıpırdamadan bakıyor. Dokuz… On… Ooo ne çok dökülmüş. Bunları var ya, bıçakla açınca içi öyle acayip görünüyor ki. Kafamızın içi gibiymiş. Naci’nin dedesi söylemişti. “Direkt!” demişti. Öyle konuşur o. Kibar bir ağzı var. “Direkt! Beyne gider. Onun için cevizin içi beyine benzer.” Dudakları ip gibidir. Küçücük olur gözleri anlatırken. Çocuklar korkmasın diye.

Üvey babamın gözleri kocaman. Hem de…

“Ne dikilip duruyorsun ulan! Henden! Defol git!”
Annem bahçeyi de alıp kayboldu. Cevizler de gitti. Ayak sesleri,  merdivende! Şimdi görürsün sen. Annem seni ısırsın, paralasın da! Gör ki yetime bağırmak neymiş. Neymiş onu böyle altını ıslatana kadar korkutmak. Başına kara oklavayı indiriversin de anla dünya kaç bucak.

Hah! İşte hayatta, gördüm annemi. Nasıl da içli baktı, gördün mü? O senin gibi merhametsiz değil, annem o benim. Taş attı diye. Atar da sever de. Taşladı da ne oldu? Durmadı mı? “Eh madem!” bile demiştir, aramız uzak olduğu için duymamışımdır. Yakın olsaydım… Korkmazdım. Sarılırdı, kuzum derdi. Saçımı okşar, bağrına basardı. Ağlardı hem de. Sen hiç ağladın mı o koca gözlerle. Nah ağlarsın. Koca gözlüler ağlamazmış bir kere. Beşir’in gözleri de kocamandı. Kaç kere dövdük, ağlayamadı. Ağlasa o ağlardı bir kere.

“Yürüsene lan!”
Annem, içeri girdi. Anne! Hani dövecektin onu.

“Hala dikiliyor it!” dedi ve fırlattı sopasını. Az kaldı gözüme gelecekti.
Sıçrayarak uyanıyorum. Dedemden kalan evdeyim. Son çare annem anahtarları verip haydi oğlum git orada kal demişti. Belki de özgür ol, muhtaç olma bu mendebura demişti. Özgürlük yerini korkulara bırakmaya başladı. Koskoca evde benden başka kimse yok ve bulunduğum yerin dışında her yer karanlık. Karanlık oldum olası karnında bilinmezleri taşır ve ben bu bilinmezlerden korkarım. Yattığım yerde sağa sola dönüyorum. Olmuyor. Nedense kalbim daha hızlı atmaya başladı. Derken derinden bir ağlama sesi duyuyorum. Rüyada değilim. Bu evde benden başka kimse yok ki. Ağlama sesi git gide artıyor sanki. Sağıma soluma bakınıyorum. Kapıyı açıp dışarı baksam. Cesaretim yok. Karşıda bir karyola bozuntusu var. Kırık dökük. Korka korka ona bakıyorum. Üzerine, altına bakıyorum. Yok. Ama ağlama sesi artarak devam ediyor. Kapı kolu mu oynadı? Pencereden bakıyorum. Evler, insanlar, hayvanlar, ağaçlar her şey derin derin soluyor. Bildiğim tüm duaları okuyorum. Bu böyle olmayacak. Korkarak kapıyı açtım. Bir solukta antreyi geçip dış kapının kulpuna yapıştım. Gece soğuğu yüzümü yaladı. Karanlıkta ayakkabılarımı ters düz giyip fırladım sokağa. Uzaktan birkaç köpek havlaması geldi. Ama içimdeki korku kabardıkça kabarıyor. Anneme gidemem, kovuldum. Bağırarak Fadik ebemin avlusundan girdim.

“Ali oğlum! Ne oluyor? Gel, gel kuzum ben buradayım gel bakalım.”
Açıkta, küreksiz ve yılgın bile olsanız sığınacak bir limanın varlığı her zaman güzeldir. Sığındım. O gece Fadik ebenin elleri yumuşacık, yatağı sıcacıktı. Yatmadan az evvel yediğim tereyağlı bazlama ise kral sofrası.

Yarın?

            Yarın ve tüm yarınlar annesiz babasız geçecek. Ne olacağım bilmiyorum. Bildiğim adamlık da serserilik de o yalnız yarınlara kaldı.

 

 

 

Sayfa : 11