...
Başlık : Cemil Kavukçu ile “Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak”
Yazar : Gülçin Manka

Sayısını bilemediğim kadar fazla öykü kitabıyla tanıdığım ve severek okuduğum Cemil Kavukçu’nun herhangi bir kitabını değil de “Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak”  adını taşıyanı alıp okumam, sadece öylesine yapılmış bir seçim değil. Görür görmez etkilendiğim bu isim, içimde biraz buruk ve hüzünlü, biraz da gizemli ve heyecan verici çağrışımlara yol açtı. Sıra dışı  isimler, Cemil Kavukçu’nun eserlerinde gördüğümüz ve tat aldığımız bir özellik, ama bu kitabında daha bir anlam kazanmış bana göre; çünkü her okur için, kendini içinde bulabileceği ya da kendinden bir şeylere rastlayabileceği bir durumun habercisi gibi. Tam olarak anlamlandıramasanız da seziyorsunuz bunu, zaten edebiyat da en çok sezgilerimizi bileyip onlara hitap etmez mi?

“Kaybolmak” sözcüğü, her zaman ürkütücü olmasa bile, yine de içinde gizemli ve tekinsiz anlamlar barındırır. Düz anlamıyla düşündüğümüzde, bir insanın, hayvanın ya da bir eşyanın kaybolması; fiziki anlamda ortadan yok olması ve bulunamamasıdır  ki bu genellikle istenen bir durum değildir. Öte yandan, kaybolmanın içinde gizemin verdiği heyecan ve macera kokusu da vardır; bilinmeyene duyulan o öğrenme, araştırıp bulma, ortaya çıkarma  güdüsüdür bu.

İsmin başındaki “Bilinen bir sokak” kısmı ise, kaybolma fiili ile çelişki taşıyan bir sıfat tamlaması, çünkü mantıken bilinen bir mekanda kaybolmak mümkün değildir ki isme özgünlüğünü veren ve mecazi anlamını kazandıran bu çelişkidir, ilk bakışta kitabın vaat ettiği edebi tadın işaretini verirken, diğer özellikleri yanında zıtlıkların uyum sağlama çabası olarak da tanımlanabilen büyülü gerçeklik dünyasına [i] bir davet gibidir.

Hangimiz zorunluluklarla dolu günlük hayatımızın sıkıcı olduğu kadar da hapsedici, boğucu rutinleriyle kurulmuş birer oyuncaklar ya da robotlar gibi görevlerimizi yerine getirirken, ya da zorluklarla mücadele ederken kaybolduğumuz hissini yaşamayız ki? Hem de en bildiğimiz yerde, kendi hayatımızın içerisinde…

İşte  bu kitaptaki öyküler de, kendi hayatlarında sıkışıp kalmış, kalabalıklar içinde kaybolmuş kahramanları anlatıyor. Bunların bazıları doğuştan mağdur ya da çocukluğunda yaşadığı talihsizlikler sonucu en baştan “kaybetmiş” kişilerdir; ilk öykünün kahramanı Aslangöz Amca gibi. Kahramanların belirgin özellikleri umarsızlık, geçmişe takılı kalmak, zamanında çözemedikleri ve hiç çözemeyecekleri açmazlarını içki sofralarında, dost sohbetlerinde dile getirmektir; ama insan olma özelliklerini, duyarlılık ve yufka yürekliliklerini de kaybetmeden bir zırh gibi taşırlar. Kendilerinden zor durumdaki insan ve hayvanlara gösterdikleri sevecenlikten, vericilikten anlarız ki,  onları umarsız, kaybolmuş kişiler yapan bu özellikleri, aynı zamanda da onları bu hayata bağlayan şeylerdir.

Üç bölümden oluşan kitapta, ayrı başlıklar altında toplanmış olan öykülerin hepsi, başlığıyla uyumlu ve birbiriyle görünmez anlam bağları içermektedir. “Kanatsız Kuşlar”  başlıklı ilk bölümde, yazar karşımıza çocukluk ve gençlik dönemlerinden anılarını anlatarak yarenlik eden bir anlatıcı-kahraman olarak karşımıza çıkar. Sade ve akıcı diliyle  okurla çok samimi bir diyalog kuran yazarın hikayelerini, karşılıklı sohbet havasında okuruz. Dilini birinci tekil şahsın ağzından kurması, di’li geçmiş zamandan şimdiki zamana hiç zorlanmadan rahatça gidip gelmesi, öyküyü zenginleştirdiği kadar, okura da yaklaştırır. Yazar bir söyleşisinde bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklar:

“Zamanla oynamak, dille oynamak kadar çekici geliyor bana. Geniş zamanla şimdiki zamanı ve di’li geçmişi aynı potada eritmek, ‘ben’ anlatımından üçüncü tekil anlatıma geçmek, riskli olduğu kadar kışkırtıcı da.”[ii]

İlk bölümü gerçekçi öyküler içeren eserin ikinci bölümü  “Boşluğa Bakan Pencere”de gizemli, gotik ve “büyülü gerçekçi” ya da “gündelik olağandışı” olarak nitelendirebileceğimiz öykülere rastlarız. Latin Amerika’dan  yükselen ve bizlere, gerçek ile hayalin iç içe geçtiği dünyalar ​sunarken her şeyi, gündelik hayatın bir parçası ​gibi​ gösteren “Büyülü Gerçekçilik”te, bizim dünyamızda bulunan ve nesnel olarak isimlendirdiğimizden farklı bir gerçeklik deneyimi yaşayan insanların bakış açıları kullanılarak o insanların gerçek dünyaları anlatılırken[iii]  her şey hikâyedeki karakterler tarafından tipik yaşam olarak kabul edilir. Konular  ne kadar olağandışı olursa olsun durum son derece alışagelmiş görülür, kayıtsızca davranılır. Bu da, eserin okurda daha güçlü bir gerçeklik duygusu oluşturmasını sağlar.

İkinci bölümün ilk öyküsü “Kovan” da; kahramanın yaşadığı hayattan bunalarak evini ve yaşadığı şehri terk etmesini ve sahildeki yazlık evine adeta sığınmasını anlatırken sıradan, gerçekçi bir yolculuk hikayesi gibi başlar. Ancak ilerledikçe, kahramanın yazlıkta görüp yaşadıklarıyla çetrefillenen ve bambaşka bir sona doğru giden öyküde, kahraman kendini içinde olduğu eve benzetirken,  beynini de evin tavan arası ile özdeşleştirir. Peki, o halde tavan arasını istila eden arılar neyin simgesidir?

“Nereye kaçarsan kaç hemşerim,  (ya da kardeşim ya da abi) sen seni sırtında taşıdıktan sonra hiçbir yere varamazsın.” cümlesiyle özetlenebilecek öyküde, kahraman, kaçtığını sandığı kendi içine ve beynine (yani arıların vızıldadığı yere) kaçınılmaz bir şekilde yol alır. Kabusları da bu yolculukta ona eşlik eden yol arkadaşlarına dönüşmüştür.

Bu bölümden itibaren, öykülerdeki somut, elle tutulur-gözle görülür olaylar yerini düşle gerçek arasında gelip giden muğlak olaylara ve belirsiz durumlara bırakmaktadır. Her şey sıradan ve kendi halinde görünürken, ortalığı birden sansarlar istila eder, örneğin. Ya da kahramanın sokakta karşılaştığı hırpani dilenci, otuz yıl öncesinden çıkıp gelen sıra dışı bir ilaç satıcısının hayaleti gibi ortada dolaşır. Hayal ya da düş gibi ortaya çıkan ama kahramanın sıradan bir olayı anlatır gibi kayıtsızca anlattığı bu ögeler öyküye öylesine dahil edilmiş değildir; tersine hepsinin bireysel ya da toplumsal göndermeleri, simgesel işlevleri vardır. Bunları düşünüp anlamlandırmak da, biz okuyuculara kalmıştır.

Kitabın son bölümünü oluşturan “Nolya”da birbirine bağlı dört öykü var. Nolya, bir görünüp bir kayıplara karışan gizemli kadın kahramanın ismidir. Öykülerin hepsi aynı mekanda ve aynı kahramanlarla geçmesine  karşın, mekan her öyküde değişime uğrarken kahramanlar da birbiriyle  rol değiştirir; çizgisel bir zaman izleğine bağlı geliştiğini zannettiğiniz öykü, sonunda döngüsel zamanlı bir öyküye dönüp çıkmıştır. Bu da, öyküleri klasik giriş-gelişme-sonuç kurgusundan kurtararak adeta özgürleştirmiştir.

 


[i]  https://www.hepsiburada.com/kesfet/edebiyatta-buyulu-gerceklik-akimi/

[ii]  https://www.mevzuedebiyat.com/bir-portre-olarak-cemil-kavukcuyu-okumak/

[iii] http://edebiyatsultani.com/buyulu-gerceklik-nedir/

 

Sayfa : 6