...
Başlık : “‘Bu iş bu kadarmış’ deyip gölgesine çekilirseniz güneşi bir daha göremeyebilirsiniz. “
Yazar : Aslı Zorba

Cemil Kavukçu Türk Edebiyatı’nın usta isimlerinden. Yaşamın içinden seçtiği karakterler ve ruhlarımıza işleyen hikayeleriyle adeta bir şifacı. Öyle ki Fethi Naci, Kavukçu’nun hikayelerine değindiği bir yazısında, "Bir yaşama keyfi yayılıyor o hikayelerden, içerdikleri hüzne ve düş kırıklıklarına rağmen.” diyor. Mütevazi kişiliği ve içtenliğiyle herkesin sevgisini ve saygısını kazanan usta yazarla edebiyat ve son kitabı “Balyozla Balık Avı” üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.

  • Sizin gibi güçlü bir kalemle söyleşi yapmak benim için büyük bir keyif. Bunun için teşekkür ederim. Senelerdir edebiyat dünyasının içindesiniz. Büyüklere ve küçüklere öyküler yazdınız; pek çok ödüle layık görüldünüz. Peki sizi öykü yazmaya yönelten şey neydi? Öykücülüğe ne zaman başladınız?

İlk gençlik yıllarımda ressam olmayı düşlüyordum. Edebiyatla ilişkim okur düzeyindeydi. O yıllarda, ileride bir yazar olacağım söylenseydi gülüp geçerdim, hele öykü yazacağıma hiç inanmazdım. İnanmazdım, çünkü en azından öykü okuru değildim. Şiirle de aram yoktu. Çocukluğumda soluksuz okuduğum çizgi romanlarının yerini gençlik çağımda romanlar almıştı. Üniversiteye girince ressam olma umudumu yitirmiş, o boşluğu doldurmak için de roman yazmaya kalkışmıştım. Tek okurum ve eleştirmenim, adaşım Cemil (Cemil Küçükfilibe) bir gün bana roman değil, öykü yazmamı önerdi. Bunu neye dayanarak söylediğini bilmiyorum ama onca sayfayı okumaktan yorulmuş olmalıydı. Çünkü, yazdıklarımı daha kısa tutarsam öykü olacaklarını söylemişti. Bunu anlamam için de öykü okumam gerekiyordu. İlk karalamalarım o yıllarda başladı. Cemil’in beğenisini kazandıkça daha bir sarılıyordum öyküye. Üniversite öğrenciliğim döneminde, romanım ve öykü olduğunu düşünerek yazdıklarımdan hiçbirini koruyamadığıma pişmanım. Öyküye başlangıcım böyle oldu.

  • Öykü alanında pek çok ödülün sahibisiniz. Bunun sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu?

İkinci kitabım Patika ile 1986 yılında Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazandım. Bu ödülle edebiyat dünyasında kendime bir yer açacağımı düşünmüştüm. Ancak umduğum gibi olmadı. Dört yıl aradan sonra yayımlanan üçüncü kitabım Temmuz Suçlu ile ilk öykülerimin yer aldığı Pazar Güneşi’ndeki çizgime geri döndüm ve bu kanalı derinleştirmeye çalıştım. Bu kitap Fethi Naci’nin dikkatini çekmiş ve beni çok heyecanlandıran bir yazı yazmıştı. Ama hâlâ birçok dergiden öykülerim geri dönüyordu. 1992-1995 arası hiçbir yere ürün göndermediğim bir küskünlük dönemi oldu. Edebiyat dünyasının kapılarını ancak (Pazar Güneşi’nden 13 yıl sonra)1995 yılında yayımlanan ve ertesi yıl bana Sait Faik Öykü Armağanı’nı getiren Uzak Noktalara Doğru ile açabildim. Bu ödülle kabul gördüğümü düşündüm ama bundan sonra atacağım adımlara çok dikkat etmeliydim. Ödül sevindirici, baş döndürücü olduğu kadar tehlikeliydi de; ‘Bu iş bu kadarmış’ deyip gölgesine çekilirseniz güneşi bir daha göremeyebilirsiniz.    

  • Peki yazmak disiplin gerektiren bir şey midir? Bunun için belirlediğiniz bir rutininiz var mı? Nasıl yazıyorsunuz öykülerinizi?

Benim için disiplin gerektiren bir şey değil yazmak, belirlediğim herhangi bir rutinim de yok; yazmanın en hoşuma giden yanı da bu. Öykü kapımı çalmadıkça masanın başına oturanlardan değilim. Öykülerimi önceden tasarlamadan, nereye varacağını, nasıl sonuçlanacağını bilmeden yazıyorum. Masanın başına oturduğumda beni o an yazmam için kışkırtan bir ya da birkaç cümledir. Onları yazarım ve biter. Her gün olan bir durum değildir bu. Değişik zamanlarda aldığım bu notları okurken bazılarına bir şeyler ekleme ihtiyacı duyarım. Bunların her biri yola çıkmış öykülerdir, hangisinin ne zaman biteceğini ben de bilmem.   

  • Kitaplarınızdaki öykülerin neredeyse tamamı erkek gözüyle ve “ben” anlatımıyla yazılmış. Bu gerçekçiliği arttırmak adına bir seçim mi? Daha rahat geldiği için mi bu anlatımı tercih ediyorsunuz?

Bunu düşünmemiştim. Sanırım daha rahat geldiği için bu anlatımı tercih ediyorum. Öyküde gerçekçiliği, ya da sahiciliği arttıranın seçilen zaman kipi değil de ayrıntılar ve diyaloglardaki doğallık olduğunu düşünüyorum.

  • Öykülerinizin insanı içine çeken bir şiirselliği var. Bana göre bu şiirselliği sağlayan şeylerden biri de karakterleriniz üzerinden yansıttığınız yalnızlık hissi. Ve aslında anlattığınız her yalnızlığın altında da hayata dair bir öğreti var. Bu öğretilerden yola çıkarak mı oluşturuyorsunuz öykülerinizi? Başka bir deyişle okuyucuya hayata dair mesajlar vermeyi amaçlıyor musunuz yazarken?

Bilinçli olarak seçilsin ya da koşulların dayatmasıyla ortaya çıkan bir sonuç olsun, her iki durumda da yalnızlık çok hüzün veriyor bana. Gözle görünür olanların dışında gizlenen yalnızlıklar da var ki, onları daha yakıcı buluyorum. Sonuçta herkes yalnızdır diyorum. İster istemez de öykülerimin ana izleği bu oluyor. Hiçbir zaman bir mesaj vermeyi amaçlamadım. İçimden geldiği gibi yazıyorum. Doğal ve içten olmaya özen gösterirken sözcük seçiminde ve ekonomisinde de titizleniyorum.

  • Doğayla iç içe geçmiş bir anlatım var öykülerinizde. Bir hayvan öykünün yardımcı karakteri olarak karşımıza çıkabiliyor. Doğaya ve hayvanlara olan duyarlılığınızı gösteren bir durum bu. Ama özellikle bir hayvan var ki hemen hemen her kitabınızda yer vermişsiniz. Karga. Karga sizin için neyi ifade ediyor? Hangi duygunun sembolü?

Karga, çocukluğumla özdeşleşen çok değerli bir sembol. İki katlı bahçe içindeki evimizin çatısında yuvaları vardı. Bazen o kadar çok sesleri çıkardı ki, orada toplaşanların sayısını tahmin edemezdim. Aralarında ne konuşur, neyi tartışırlar çok merak ederdim. Evimizden eksik olmayan kediler ve kargalar en çok gözlemlediğim iki çocukluk arkadaşımdır. Kargalara olan sevgimin kaynağı, ödün vermez duruşları ve aralarındaki dayanışmadır. Yalnızlık çekmeyen hayvan hangisidir derseniz, kargadır derim. Aldığım ilk daktiloma da “karga” adını vermiştim.

  • Son kitabınız Balyozla Balık Avı’nda, öykülerin içinde yer yer gerçek üstü anlatıma geçiyorsunuz. Bu geçişlerin dengesi öyle güzel sağlanmış ki öyküden kopmadan ve hissettirdiği duyguyu pekiştirerek yola devam edebiliyor okuyucu. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Bu denge, Andre Breton’un sözünde gizli aslında; çünkü hayatın kendisi gerçek üstü.

  • Yine aynı kitapta, önceki öykülerde yer alan karakterler sonraki öykülerde de karşımıza çıkıyor ve insanda eski bir dostu görmüşçesine hoş bir duygu bırakıyor. Bu durum sadece bu kitaba özgü de değil başka kitaplarınızda da var. Bir kitaba başlarken bunu planlıyor musunuz?

Öykülerimde hiçbir şeyi baştan planlamıyorum. Çocukken çizgi roman okumayı çok severdim, hâlâ okuyorum. O zamanlar bir kitaptaki kahramanlar niye başka kitaptaki kahramanlarla bir yere karşılaşmazlar diye düşünürdüm. Karakterlerimin öyküler arasında dolaşmalarında bunun da payı olmalı. 

  • Sanatın pek çok dalında olduğu gibi öykücülükte de bir usta-çırak ilişkisi mevcut bana göre. Bu kimi zaman birebir çalıştığınız biri oluyor kimi zaman eserlerini beğenip etkilendiğiniz biri. Cemil Kavukçu’nun etkilendiği, yazmaya başlamasında etken olan isim/isimler var mı?

Yazmaya başladığınızda sevdiğiniz, etkisi altında kaldığınız yazarların sesi karışıyor sesinize. Kendi sesinizi, zaman içinde okuduklarınızla edindiğiniz birikimin senteziyle buluyorsunuz. Bu süreçte birçok yazarın gölgesi düştü üzerime; Orhan Kemal, Sait Faik, John Steinbeck, ‘Evlerde Sevgi Yoktu’ kitabıyla Muzaffer Hacıhasanoğlu, Atilla İlhan, Oğuz Atay. Lise son sınıfta kompozisyon dersinden ikmale kalmıştım. Eylül ayında bütünleme sınavına girerken o yaz okuduğum Kazancakis’in “Kardeş Kavgası” romanının etkisindeydim. Verilen temayı Kazancakis’in biçemine öykünerek yazmış, hatta başlığı bile girişteki “Özgürlük mü istiyor? Vurun öldürün onu” epigrafını değiştirerek,”Gavurlaşmak mı istiyor? Vurun öldürün onu” biçiminde kullanmıştım. 

  • Beğendiğiniz genç öykücüler kimler?

Genç öykücüleri elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum. Dergilerde, bulunduğum seçici kurul üyeliklerinde, internet sitelerinde çok sayıda öykü okuyor, henüz kitabı yayımlanmamış öykücüleri de izliyorum. Öykü edebiyatımızın geleceği açısından umutluyum, çok güçlü kalemler var aralarında. Bu uzun yürüyüşte azimli, sabırlı, kendine güvenen ve çalışkan olanlar hedefe ulaşabiliyor. Acelesi olan ve bir an önce tanınmak isteyen birçok yetenek ise kısa sürede yorgun düşüp yürüyüşü bırakıyor. Önceleri beğendiğim öykücülerin adını verirdim, ancak ben de bu konuda aceleci davranmamanın ve beklemenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.

  • Son dönemde edebiyat dergilerinin popülaritesi arttı. Gerek basılı gerek görsel çok sayıda dergi var. Takip ettiğiniz dergiler var mı? Ve bu dergilerde öyküye yeterince yer verildiğini düşünüyor musunuz?

Evet, gerçekten çok sayıda dergi var ve bu sevindirici bir durum. Hepsini izlemem mümkün değil. Dergileri önemsiyorum ve kırk yılın birikimi azımsanmayacak bir dergi koleksiyonum var. Edebiyat dergileri geçmişte de öyküye sınırlı bir yer ayırıyordu ama bunun öyküye bir haksızlık olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta edebiyat dergisi; şiire, denemeye, incelemeye, eleştiriye de sayfa ayırmak zorunda. Yakın geçmişte öykü dergilerinin yayımlanmaya başlamasıyla öyküye daha geniş bir alan açılmıştı. Bu sürdürülemedi. Bildiğim kadarıyla günümüzde, düzenli olarak çıkamasa da Öykü Gazetesi ile kısa süre önce görsel alanda öykü yayımlayan Trendeki Yabancı var.

  • Eskiden bir yazarın kitabının basılabilmesi için gazete ve dergilerde yayınlanan yazıları referans olarak kabul görürmüş. Bir nevi okul gibiymiş bu mecralar. Buna katılıyor musunuz? Sizce bu durum hala mevcut mu?

Evet, dergiler bir okul gibiydi ve dergi pratiğinden geçmeden, kendini oralarda okura kanıtlamadan genç yazarın öykü kitabı çıkarması neredeyse mümkün değildi. Yazılı bir kural değildi bu ama öykü okuru da dergilerden aşina olmadığı bir ismin kitabına mesafeli duruyordu. Bu durumun bugün için geçerli olduğunu sanmıyorum. Eleştiri mekanizmasının son derece zayıf olduğu günümüzün edebiyat dünyasında satışa yönelik basılan birçok kitap baskı sayısı baz alınarak tanıtılıyor, reklamı yapılıyor. Çok sayıda yayınevi var ama kaçı kitaplarını editör süzgecinden geçirip yayımlıyor? Üstelik, giderleri yazarı tarafından karşılandığında basılmayacak kitap yok artık.  

  • Karantina günleri sizi nasıl etkiledi? Bu sürecin sonunda yeni bir kitapla karşılar mısınız bizleri?

Çok sevdiğim sabah yürüyüşlerinden mahrum kalmanın dışında günlük yaşamımda büyük bir değişiklik olmadı. Ancak tekinsiz bir ortamın, nereden, kimden, nasıl geleceği belli olmayan, bütün dünyayı kuşatıp baskısı altına alan görünmeyen düşmanın yarattığı endişe öyküyle arama da mesafe koydu. Yaşam normale dönene kadar bir şey yazabileceğimi sanmıyorum. Ama içinde bulunduğum dünyanın dışına da kitapların dünyasıyla çıkıyorum. Her zamankinden çok okuyorum.

  • Son olarak eklemek istediğiniz tavsiye ve dilekleriniz var mı?

Sorularınızı özenle, ekleyeceğim bir şey bırakmayacak biçimde hazırlamışsınız. Teşekkür ederim.

 

 

 

 

Sayfa : 4