...
Başlık : Mavi Taşlı Gümüş Yüzük
Yazar : Tuba AKSU

    Pencereyi açtı. Bakışlarını güneşte sabitledi. Gözleri  kamaşıyordu, buna rağmen, bir şeyler görebilmek umuduyla  bakmaya devam etti. Aniden önünde bir merdiven belirdi. Dosdoğru güneşe gidiyordu. Sezin, el bebek gül bebek büyütülmüştü. Dokunsan yaldızları eline bulaşacak bir kelebek gibi naifti. Çevresinde kaç delikanlı ona tutkundu kim bilir? Bunlardan biri de komşularının oğlu Ziya’ydı.
Ziya, Sezin’in hülyalı bakışlarından kendine pay çıkarmış, sevdalanmıştı.  Biriktirdiği harçlıklarından ona mavi taşlı gümüş bir yüzük almıştı.
Yüzüğü vermek üzere, sabah erkenden hazırlandı apartmanın önüne çıktı. Sezin, okul servisi bekliyordu. Mavi gözlerindeki hüzne inat, öyle duygusaldı ki kendi sıkıntısını asla belli etmezdi kimseyi üzmeye hakkı yok diye düşünürdü, neşeyle şakıyarak,
Günaydın, dedi Ziya’ya.
Ziya’nın içi coştu. Hemen konuşmaya başladı. Konuya gelmeye çalışıyordu, ancak heyecandan bir türlü istediği yere bağlayamıyordu. Sezin, kelimelerin yarısını yutup, yarısını söyleyen Ziya’nın neden bahsettiğini anlayamadan servis geldi. Ziya’yı dinleyemediği için üzüldüğünü belirterek, içtenlikle gülümsedi,
“Hoşça kal!” diyerek, araca bindi. Servis hareket edince Ziya, artık arka camda gittikçe küçülen bir noktaydı.
Okul dönüşü çok yorgundu. Ziya, yine oralardaydı. Bu çocuk okula falan da gitmiyor herhalde diye geçirdi aklından. Zaten başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Onunla ilgilenemeyecekti. Konuşmasına bile fırsat bırakmadan, tebessüm ederek hızla eve koştu. Annesinin işe giderken hazırlayıp bıraktığı yiyeceklerden atıştırıp bir ağrı kesici içti.
Üstünü bile çıkarmadan yatağa uzandı. Can’ı düşünmeye başladı. Can Ünal, kızları peşinden koşturan popüler yıldız. Bu akşam dizisi vardı. Sezin, o saati iple çeker ve başladığı andan itibaren ekrana kenetlenirdi. Reklam aralarında bile yerinden kıpırdamazdı.
Bu akşam da aynı şekilde adeta dünyadan kopmuştu. “Ekrandan onun kalbine giden bir yol olsaydı keşke,” diye düşünüyordu.  İzlerken nerede olduğunu unutuyor, kendini bilmeden zaman su gibi akıp gidiyordu.  Ah Can, ne güzel ağlıyordu. Bal gözleri kızarıyor, sular altında kalıyor, sonra sessiz sedasız göz yaşları pınarlarından kopup yanaklarından yuvarlanıyordu. Ağlamasına dayanamıyor, ona kıyamıyordu.
”Sen ağlama dayanamam,” dedi alçak bir ses tonuyla.
Sezin’in fısıltı halinde bir şeyler demesi karsısında anne ve babası birbirlerine baktılar. Bir doktora mı gitselerdi acaba? Sezin’in son zamanlarda hali pek hayra alamet görünmüyordu. Rüyada gibiydi. Henüz on altı yaşında, hayalle gerçeğin sınırlarının olmadığı çağdaydı.
Dizi bitti. Odasına giderken yüreği kendisine ağır geliyordu. Annesi,
İyi geceler yavrum, diye seslendi. Dönmeden el salladı. Oda kapısını sıkı sıkı kapatıp yattı. Tavana vuran araba farlarının yansımalarını takip etti. Uzaklarda bir köpek havlıyordu. Eylül ayı olmasına rağmen hava bunaltıcı derece sıcaktı. Aradan bir süre geçmişti ki pencere tarafından bazı hışırtılar duydu. Biri mi sesleniyordu?“Sezin!” diyen ses Can’ın sesine benziyordu. Duymadığını farz etti. Ama bir kez daha aynı ses,
“Sezin!” dedi.
Dikkatli baktığında açık olan pencerenin tül perdesinin, dalgalandığını ve hareket eden gölgenin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Başucundaki gece lambasını yakmaya bile korkuyordu. Sokak lambasının ışığı arkadan vuruyor, silüet Sezin’e doğru geliyordu. İyice yaklaştı ve yatağın kenarına oturdu.
“Korkma Sezin, benim,” dedi. Yok canım olamazdı. Artık gördüğü hayaller ete kemiğe mi bürünüyordu ne?  Uzun bir tereddüt geçirdi. Bu süreçte hiç konuşmadılar. Gerçekten bu Can mıydı? Yattığı yerden doğularak ona dokundu. Sıcacıktı. İçinden gelen sesleri susturamayarak sımsıkı sarıldı. O da Sezin’i aynı istekle kucaklıyordu. Kendini bu kusursuz ana bıraktı. Sarhoş gibiydi adeta kaybolmuştu. 
Ertesi gün uyandığında Can yoktu, ama taktığı  yüzük parmağında ışıldıyordu.O günü takip eden  her gece, Can’ı bekledi ama Can bir daha gelmedi.  Havalar soğumaya başlamıştı. Artık gece yatarken pencereler sıkı sıkı kapanıyordu. Yakında kaloriferleri de yakarlardı.
Ara sıra Ziya, yine karşısına dikiliyor, manidar manidar gülümsüyor Sezin’in özgürlük alanını ihlal edercesine burnunun dibine giriyordu. Sezin, şu Ziya’dan sıkılmaya başlamıştı. Zaten canı burnundaydı. Artık kibarlık yapamayacaktı. Ondan köşe bucak kaçıyordu.
Puslu hava içinin sıkıntısını artırıyor, yoğunlaşan duyguları onu boğuyor, beyni zonkluyordu. Kalbi ağzında atıyordu. İçinde ki ağır sıkıntı gittikçe koyulaşıyordu. Dokunsan ağlayacaktı. İsteksizlik uyuşukluk her yanını kaplamış, midesine bir taş gelip oturmuştu.  Ağzında kötü bir tat, kulaklarında uğultu kalbinde Can…Aklından hiç çıkmıyordu…Artık hüznünü gizleyemiyordu. Bir kere Can’ın kollarında olmayı tatmış hissetmişti.
Cumartesi günüydü. Akşama kadar yine gözünü tavana dikip yattı. Akşam oldu. Annesinin sesi duyuldu içeriden,
“Sezin hadi yavrum yemeğe gel!”
“Geliyorum anne,” dedi. Sofraya oturmasına oturdu ama çenesi kilitlenmiş gibiydi. Aldığı lokmalar ağzında büyüyordu. Gırtlağındaki tıkaç lokmanın aşağı inmesine izin vermiyordu. Annesi ,
“Kızım neden iştahın yok. Bir doktora mı gitsek acaba?” dedi.
“Yok anne. Biraz üşüttüm herhalde,” diyerek geçiştirdi.  Tekrar odasına dönüp yattı.  
Pazar sabahı çok erken uyandı.
İnstagrama baktı. Can, bugün koyduğu manzara resminin altına,
“Sizinle rotamızın güneş olduğu yolculuklar yapmak istiyorum. Yani sonsuza.” yazmıştı. Bir anda büyülü bir gücün etkisine girdi. Yataktan fırlayıp, pencereye gitti, camı açtı. Bugün hava güneşli olacaktı anlaşılan. Bulutların arasından yüzünü göstererek  pırıl pırıl parlıyordu.
Önünde  duran merdiven ile güneşe ulaşabilir miydi? Gözünü dikip o kadar çok baktı ki; bakışlarını odaya çevirdiğinde her yer karanlıktı. Geçici olarak görme yeteneğini kaybetmişti. Sersemlemiş bir halde odayı hızlı hızlı ileri geri adımladı. Bacağını ardı ardına sehpaya, sandalyeye çarptı ama umursamadı. Güneş, rota, sonsuzluk …  Can orada mı acaba? Elleri terlemişti. Yanakları ateş gibi yanıyor, midesi bulanıyordu. Gözlerinin önünde  onun yüzü gittikçe büyüyor tüm odayı, belki de odayı aşıp evreni kaplıyordu.
“Rotamız güneş yani sonsuzluk,” diyerek parmağındaki mavi taşlı gümüş yüzüğe baktı. Şuursuzca pencerenin önünde duran sandalyeye, oradan da pencerenin pervazına çıkıp ayakta beklemeye başladı.
Uyur gezer gibiydi. Sadece kendinin duyabileceği bir sesle,
“Sonsuzlukta buluşmak üzere, “diyerek, pencereden güneşe uzanan merdivene adım attı. Güneşe mi, sonsuza mı, diye sorgulamadı. Güneşin sonsuzdan yakın olduğunu düşünemedi. Yürüdükçe sonsuza daha yaklaştı.
Otopsi raporunda üç aylık hamile yazıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 20