...
Başlık : KAFA
Yazar : Sami Aydoğan

Orhan hafif dalgalı saçlarının sık ve uzun olmasıyla gurur duyar, etrafındakilerin dökülerek açılmış saçlarına bakar, açık etmemeye çalıştığı espri anlayışıyla iki elinin parmaklarını tarak gibi kullanarak saçlarından geçirir, kendi kendine söyleniyormuş gibi hafif perdeden “Ah gençlik, hocam, ah, ne saç kalmış ne baş.” diye herkese takılır.  Nedim yerinde duramaz, bir yanıt vermezse edemez, hemen lafa karşılık verir “İyi ki saçların dökülmemiş, birkaç sene sonra seni de görürüz.” Bir yandan da “Ne vardı bu kadar erken dökülecek, hiç değilse evlenene kadar bekleyemez miydin, neydi acelen?” der gibi kendi saçsız kafasında elini dolaştırarak hayıflanır. Kamil ortamı yumuşatmak ve Orhan’ın herkesle bıyık altından dalga geçmesine bir karşılık vermek için, yarı ciddi “Aman sıkı tara Orhan, böyle dağınık görürlerse yoldan geçen kızlar dönüp bakmazlar, üzülürsün.” Cemal bir laf etmese olmazmış gibi Orhan’ı taşlamak üzere “Sakın bu saçla çıkma sokağa, hem şampuanla yıkamadın da, kızları kaçırırsın.” Orhan ”Nereden biliyorsun yıkamadığımı, sabah duş almadan sokağa çıkmam.” Cemal “Anladık, anladık çok temiz adamsın, gören beş yüz metreden mis gibi kokunu alır, hemen yanına yanaşır.”

İşte böyle birbirlerine kırılmayacakları sözlerle takılarak, öğle saatini geçirirler, son derslere girerlerdi. Öğrencilerin hepsi ergenliği geçmiş, birkaç sene içinde doktor olacak gençlerdi. Orhan öğrenciler arasında çok sevilirdi, her fırsatta bir şeyler sormaya gelen öğrencileri olurdu. Bu ilgiden çok hoşlanır, öğrencilerinin ilgiyle dinledikleri amfilere bir başka hevesle koşar gibi giderdi. Doğrusu verdiği derslerden öğrenciler çok mutlu ayrılır, çıkışta yanına yaklaşıp “Çok teşekkür ederim hocam, bu dersten çok yararlandım.” diyenlere, kocaman bir gülümsemeyle karşılık verir, mutluluk içinde “İyi akşamlar.” dileyerek ayrılırdı. Öğrencilerinin övgü dolu sözlerinin verdiği gönül rahatlığıyla evine dönerdi.

O sabah erken kalktı Orhan, mahmur gözlerle banyoya geçti, elini yüzünü yıkadı, suyun verdiği serinlikle kendine geldi, soğuk su canlandırmıştı. Yüzünü kesmemeye özen göstererek tıraş oldu.  Yüzündeki her kesik kahverengi bir benek halini alıyor, hiç düzelmiyor, çirkin bir görüntü veriyordu. Takım elbisesini giydi, akşamdan hazırladığı peynirli sandviçini, bir peçeteye sarıp plastik bir torbaya yerleştirerek çantasına attı. Ayakkabılarını ayaklarına, pardösüsünü üstüne geçirdi, eşini uyandırmamaya özen göstererek kapıyı sessizce çekip sokağa çıktı. Sararmış yapraklarıyla yollara kadar eğilen akasyaların altından hızlı adımlarla durağa yürüdü. Kendisi gibi kalabalığa kalmak istemeyen yedi sekiz kişi daha vardı. Sabahın serinliğinde pardösülerine sarılmış otobüs bekliyorlardı. Orhan da otobüs birazdan gelir umuduyla bekleyenler arasına karıştı. Sabahın erken servislerinden biri olan otobüs dakika sektirmeden durağa yaklaştı, bekleyenler sıra halinde binip, biletlerini alarak boş olan yerlere yerleştiler. Saat yedi buçuğa doğru durağa gelseydi oturacak yer bulamaz, yoğunlaşan trafikte araçlar milim milim ilerler, yaklaşık bir saat on dakika süren yolu ayakta ter içinde alırdı. Ama yarım saat kadar erken kalkmakla yolu yirmi beş otuz dakikaya kadar düşürdüğü gibi yol boyunca on beş yirmi sayfa kadar okuma fırsatı da yakalayabiliyordu.

Oturur oturmaz kahverengi deri çantasından yarım kalan romanı çıkardı, ayraçla işaretlediği sayfayı açıp sayfa başından okumaya başladı. Okuduğu bir öykü veya romanı sayfanın yarısında bırakmaz ya sonuna kadar okur ya da diğer sayfayı da okuyup arka sayfayı açar, ayracı ortasına yerleştirip kapatır, tekrar çantasına koyardı. Mutlaka ayraç kullanır, çoğu insanın yaptığı gibi sayfanın kenarını katlamazdı. İlkokul öğretmeninden edindiği bir alışkanlık meselesiydi. Ders kitapları da böyle düzenli, tertemizdi. Üçüncü hamur kağıt kullanılan kitap sayfalarının katlanan köşeleri bir süre sonra kat yerlerinden yırtılır, kitap eksik kalır düşüncesiyle kitapçıdan ayraç almadan çıkmazdı. Sayfayı yarım bırakmaktan, hele de paragrafın ortasında kitabı kapatmaktan hoşlanmaz, mutlaka sayfanın sonuna kadar okur ondan sonra kapatırdı. İneceği durağa yaklaşmışsa otobüs yeni bir sayfaya başlamazdı. Yanına oturan kişi dönüp bir sohbet başlatmaya niyetlendi, derinden gelen bir sesle selamladı. Orhan selamına kısa bir karşılık verip kitabına gömüldü, okuyorum lütfen rahatsız etme, der gibi. Yanındaki durumu kavramış olmalı ki önüne bakarak ses çıkarmadan kendi hayal dünyasına gömüldü.

Yaklaşık yirmi dakika süren yolculuğun sonuna yaklaşırken, Kızılay durağında kitabını katlayıp çantasına koydu. Yerinden kalkıp orta kapıya kadar ilerledi, kapının sağındaki direkte sallanan tutamağa elini yerleştirip sarsıntıdan veya fren etkisinden en az etkilenmeye çalışarak fakülteye en yakın durak olan Sıhhiye durağında inmeye hazırlandı. Otomatik olarak açılan kapıdan indi, Dil Tarih Coğrafya fakültesinin önünden yürüyüp hemen sağa saptı. Fakülte binasına bitişik Yüksek İhtisas Hastanesi yerleşkesini geçip tekrar sağa dönüp Tıp Fakültesi’nin kapısından içeri girdi. Morfoloji binasının bir uzantısı olarak sonradan eklenmiş bölüm binasının önüne kadar yürüdü, cebinden ek bina giriş kapısının anahtarını çıkarıp kapıyı açtı, merdivenlerden yukarı çıkarak bölüm odalarına açılan koridorun kapısını da anahtarla açarak doğruca okutman odasının önüne doğru adımlamaya başladı. Tavanı olağandan daha yüksek olan koridorda ayak sesleri yankılanıyor, yılların yıpratamadığı binanın içinde olduğundan daha fazla ses çıkarıyordu. Bina göreceli olarak daha geç yapılmış olsa da Morfoloji binası mimarisine tam olarak uygun inşa edilmişti ve binanın doğal uzantısı olarak yer almıştı. Sonradan yapıldığını bilmeyenler eski binadan daha yeni olduğunu asla fark edemezlerdi.

Okunmuş sınav soruları burada saklandığı ve yeni sınav soruları da burada hazırlandığı için okutman odası sürekli kilitli tutulurdu. Anahtarı kilitte döndürüp kapıyı açtı, masanın ortasında bulunan geniş, mavi renkli, rahat koltuğu çekti, çantasını bıraktı, pardösüsünü çıkarıp askılığa yerleştirdi.  Tekrar koltuğa döndü, çantasını masanın üstüne aldı, oturacağı koltuğun karşındaki koltuğu masaya bitişecek kadar itti, sonra koltuğa oturup ayaklarını karşı koltuğa uzatarak gözlerini kapatıp kestirmeye başladı. “Erken gelişim iyi oldu, biraz kestirebilirsem yol yorgunluğum gider.” Erken geldiği günler hep böyle yapardı. Fakültenin kalorifer kazanı hiç söndürülmediği, ısı derecesi düşük düzeyde sürekli yakıldığı için bina sıcak olur, fazla oturunca insana uyku verirdi. Okutmanların çalıştığı, kitaplarını bıraktığı, ders materyallerini düzenlediği ve sınav sorularını hazırladığı uzun masa kapının hemen önünden pencereye kadar uzanıyordu. Gece bir kitaba gömülmüş uykuya geç dalmıştı, sabah da derslere gecikmemek, trafik yoğunluğunda zaman harcamamak için erken otobüsle gelmiş, yolda kitap okurken de uykusu gelmişti. Merak edip kapıdan uzanıp baksanız koltuğun üstünde, masaya yakın düzeyde Orhan’ın uzun saçlı kafasını görürdünüz. Vücudu masanın altında, ayakları da karşı koltuğun üstünde olur, başka bir şey görülmezdi. Gözleri kapalı, uykuda bir kafa, insanı ürküten oldukça nadir bir manzara. Orhan şimdi gözleri kapalı, hafiften kestiriyor ancak dışarıdan gelen seslerini de duyuyordu.

Bir ara içi iyice geçmiş, hatta bir rüyanın sahneleri de gözünün önünde canlanmıştı. Sık gördüğü, aklından çıkaramadığı bir düş. Neden unutamıyordu bu kovalamaca rüyasını, neden kaçıyordu rüyasında Orhan? Anlamıyordu. Zaman zaman okulun psikoloji bölümünden öğrencisi olan doçentlerden birine başvursam iyi olacak, diyordu. Böyle diyordu da, bölümde adı psikolojik saplantılıya, yani deliye çıkacak diye de endişelenmiyor değildi. Bu arada geniş koridordan ayak sesleri duyarak uyku halinden sıyrıldı, kapının açılmasını bekledi. Gelenin kim olduğunu ayak seslerinden tanırdı, bölümde görevli Osman. Bu erken saatte ondan başkası gelmezdi, Orhan da dahil bütün okutmanlar saat sekiz civarında gelirdi. Osman bölümde çayı demler, isteyene servis yapar, bölümü temizler, dekanlığa gidecek yazıları getirip götürürdü. Uzunca boylu, ince yüzlü, kocaman gözleriyle otuzlu yaşlarda iki çocuğu olan bir çalışandı. Oldukça tutucu, hurafelere inanan, büyüklerinden veya çevresindekilerden işittiklerinden şaşmayan, kendi inandıkları dışında doğru kabul etmeyen bir adem! Arada bir çocuk kitapları getirir “Al bunları çocuklarına götür, hoşlarına gider.” diye verirdi. Diğer okutmanlar da kitap, defter, kalem dolu bir paketi bir bahaneyle eline tutuştururlardı. Bu garip ademde gıdım ilerleme görmemişlerdi. Bu kitapları götürüp çocuklarına okuttuğundan bile kuşku duyardı Orhan. Verdiği kitaplarsa bankaların karne dönemlerinde çocuklar için hazırlattığı çocuk öykülerinden seçmeler veya kendi çevresinden çocukların okumuş olduğu basit öykü kitaplarıydı. Dinleseniz şaşarsınız, öyle batıl inançlara gömülü ki, bin cilt kitap okusa değişen bir şey olmaz, bir adım ileri atmaz, hep aynı Osman. Sürekli dalgın dolaşırdı, okutmanlar bu dalgınlığını çok yorulmasına yorardı.

Bölümün kıdemli okutmanı Naile Hanım bir keresinde “Siz bu Osman’ı tanımazsınız, hasta yakınlarının iş takibi bunda, yatan hastalara ufak tefek yardımlar gibi bahanelerle el açmalar bunda, normal muayene günü gelecek hastaya günü öne aldım diye yaltaklanmak bunda, işten kaytarıp birilerinin özel işlerini yapıp dönmeler bunda, dolmuşta ücret ödeme konusunda kavga çıkarıp sopa yemeler bunda!” demişti. “O yüzden buna fırıldak Osman deriz. Kaç kere yetkililere başvurup buradan alınmasını istedik, bekliyoruz, belki alırlar. Sessizliğine bakmayın, evinde terör estiriyor, eşi kaç kere bize yakındı. Ayrıca kumar alışkanlığı da var, bazı aylar maaşını alır almaz o gece eve gitmez, bütün maaşını kumara yatırır, uyurgezer gibi dolaşması bu yüzdendir. Elinde avucunda beş parası kalmaz, ayı nasıl geçirdiği bilinmez. Birinizden borç isterse sakın vermeyin, geri alamazsınız.” diye uyarmıştı.

Orhan hiç istifini bozmadı, gözlerini dahi açmadı, Osman’ın kapıyı açmasını bekledi. Kapı açıldı, Osman sol taraftaki askıya pardösüsünü astı, tam pencereye doğru yürüyecekti ki Orhan’ın vücudu görünmeyen kafasıyla karşılaştı, görür görmez de cin çarpmışa döndü. Masayla koltuk arasındaki bedeni olmayan başın verdiği korkuyla gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzını açıp feryat figan bağırarak, kapıdan fırlayıp koridorda koşarak uzaklaşmaya başladı. “İmdat, imdat, adam öldürmüşler, yetişin!” Orhan hemen çıktı masanın altından, korkudan aklını yitirdiğini sandığı Osman’ın peşinden koşmaya başladı. “Bu kara cahile bir şey olacak, sebebi ben olacağım.” Osman uzun koridorda hem koşuyor hem arkasına bakıyor, hem de kafasında yer etmiş cinli perili görüntülerin etkisinde, gördüğü bedensiz başın bedene bürünüp arkasından koşarak yaklaştığını sandıkça daha da dehşete düşüyordu. Bedene bürünmüş kafa artık Orhan değil, Osman’ın aklına yerleşmiş, hayalinde abarttığı cinlerden biri.  Bas bas bağırıyor, sesi yankılandıkça boş koridor çınlıyor, Osman neye uğradığını bilemiyor, sadece bağırıyor “Amanın yetişin, amanın yetişin.” Orhan “Dur Osman, korkma, benim, bekle.” diye haykırıyor ancak Osman hiçbir şey işitecek durumda değil. Sanki loş koridorda arkasından cin ordusu koşuyor. Dehşet içinde merdivenlere ulaştı, hızla inmeye başladı, korkudan ayakları dolaştı, yuvarlanarak merdiven dönemecine düştü. Düştüğü yerde yığılıp kaldı. Orhan hızla inip yanına geldi ” Kalk Osman, benim, korkma, niye bu kadar korktun, otur kendine gel.” Osman’da ses yok. Hızlı hızlı sarstı Osman’ı. Hafif “Hıı, hıı…” sesleri, Osman kımıldamıyor. Orhan korkuyla açılmış gözleri, sarsıyor Osman’ı. Hafifçe gözleri aralanıyor Osman’ın. Osman yarı işitilir bir tonla “Hocam, sen miydin?  O kafa neydi hocam? Of hocam, kalbime inecekti.” Karşısındakinin Orhan olduğuna hâlâ inanamıyor, gözlerini açıp kapatıyor, cin kovan dualar okuyor. Ancak, Orhan  ”Uyan Osman, benim.” diye sertçe bağırdığında kendine gelir gibi oldu.

Orhan elini uzatıp Osman’ı ayağa kaldırdı, bir yeri kırılmış olabilir endişesiyle “Bir yerine bir şey oldu mu? Biraz yürü bakalım, olduysa seni kliniklerin olduğu binaya götüreyim.” “Az kalsın beni deli ediyordun hocam, bu eski binada senin bedensiz kafanı görünce aklımı yitirecektim. Niye öyle yattın, hocam?” “Kusura bakma kestiriyordum, uyuyup kalmışım, ne var korkacak, sen bu binanın yabancısı mısın?” Orhan hem endişe ediyor hem de Osman’ın yürüyüşünde bir olağan dışılık olmadığını görmekten rahatlamış, birlikte yürüyorlar. Yavaş yavaş okutman odasına kadar geldiler, Osman’ı bir koltuğa oturtup bir bardak su verdi. Kan, ter ve dehşet içinde kalan Osman suyu içince kendine gelir gibi oldu, biraz daha oturdu. Soluğu düzene girdi. Orhan olağan haline dönmesini bekleyerek “Haydi Osman ikimize de birer sade kahve yap da kendimize gelelim.” dedi. Osman koltuktan kalkıp üstünde ocağın olduğu küçük masaya geçti. Yürüyüşünde bir farklılık yoktu, ağrısı olmadığını da söyledi. Pencere kenarına geçip karşılıklı oturdular. Birbirlerine bakıp kıs kıs gülerek, kahvelerini yudumlamaya başladılar. Diğer okutmanlar henüz gelmemişti.

 1996. Güz.

(Yaşanmış bir öykü, adlar kurgu.)

Sayfa : 21