...
Başlık : Sultan Su Esen ile Söyleşi
Yazar : Filiz Bilgin

 

“Tarih sessiz değil, kavgacı…Yıllar, çağlar birbirinin üstüne güç kurarak yükselmiş.” (*)

1.Yazmaya nasıl başladınız? Yazmak sizin için ne anlam ifade eder?

Bence yazmak “cesaret” ister. Yazmak bilimsel olarak da geniş bir alanı kapsar. Denir ki; ‘Söz uçar yazı kalır.’ Çocukluğumdan beri, aklımın bir köşesinde ‘yazmak’ vardı, tıpkı resim yapmak, yabancı diller konuşabilmek gibi… “İnsan isterse başarabilir.” diyordu babam. Annem “Okula gidin, başka şeylere kafanızı yormayın.” Ben düşlerimin önünü alamıyordum. “Bizimki yazar olacakmış, öyle kolay mı yazmak (!?)” diyordu kuzenim Fadime Abla. Onun bu sözüne çok bozulurdum. Neyse ki babam “Benim kızım ne istediğini bilir!” diyordu. Annem ise, komşularına “Anlamıyorum bu kız bazı şeyleri nereden öğreniyor? Dil öğrenip yurt dışında diplomat olacakmış ne ise! Haa şu kiracımız Şükrü Efendi, Şayak Fabrikasında çalışıyor, elinden kitap düşmüyor ya, okuyor da okuyor!”

Annem beni Kız Enstitüsüne yazdırmak istiyor, babam “Ortaokula, sonra da liseye göndereceğim” diyordu.

Ortaokuldayım, ders zili çaldı, sıralarımıza oturduk. Garip bir şey oldu: Okul başkanı Eşref ağabey içeriye girdi “Arama yapılacak, herkes çantasını masanın üstüne çıkarsın” dedi. İki müfettiş ve sınıf öğretmenimiz sıralara dağıldılar. Fransızca öğretmenimizi görünce rahatladım. Öğretmenimi de Fransızcayı da çok seviyordum. Bulunduğum sırayı o aradı! Eyvah (!) çantamdan Rus yazarı Maxim Gorki’nin ünlü ‘ANA’ romanı çıktı, utandım. “Yazarlar niçin yazarlar ki?” dedim içimden. Henüz kitabı okumadığım için yorum yapamıyordum. On iki yaşlarında bir suçlu(mu)ydum? Mahcup olmuştum. Belki de Hocam beni sevmeyecekti artık. Başımı sıranın altına sokmak, yerin dibine girmek istemiştim o anda. Ortaokulda kitap okumak yasak mıydı gerçekten? Öylece kalakaldım. Büyük hevesle çantama koyduğum kitap elimden uçup gitmişti. Onu bana kiracımız Şükrü ağabey, kütüphaneden alıp getirmişti. Hatta kızıyla beni bir defasında kütüphaneye de götürmüştü. Hayatımda ilk kez bu kadar kitabı bir arada görmüştüm. Kütüphanenin bitişiğinde görkemli yapısıyla Ulu Cami vardı. Geçen yıl o meydanda genç bir adamı asmışlardı. Herkes gidip bakmış ama ben gitmemiştim. Midem bulanmış içim kararmıştı. Dendiğine göre adam asıl katil değilmiş. Para karşılığı bu cinayeti üstlenmiş, tuzağa düşmüştü. ‘Gerçek katil ben değilim’ dese de herkesin gözü önünde asılmıştı! Ya kasaplar çarşısının önünden geçmek. Zavallı kuzular hepsi baş aşağı…

Okula gitmek için başka bir yol yoktu. Duygularımı kimseye söyleyemiyordum. Şimdi notlarıma bakınca, dünyayı yeniden keşfediyordum sanki. Avrupalı çocuklar daha mı mutluydu? Yazmak, soru sormak korkmadan! İçimi kemiren şey; Şükrü ağabeye ne diyecektim. Verdiği kitabı okumadan kaybetmiştim! Öğretmenim almıştı elimden. Şükrü ağabeyin bir ayağı Fabrikada işinde, diğeri kütüphanede, mutlu olmalıydı. Kitap yazıyormuş Fadime ablayla birlikte. Konuşurlarken duymuştum. Sanırım ilgim onların da gözünden kaçmamıştı. Bir gün bana “Sana da okuyabileceğin bir kitap alayım mı kütüphaneden” diye sormuştu. İsteğimi başımla onaylamıştım. Ertesi gün bana Rus yazarı Maxim Gorki’nin ANA kitabını getirmişti. O değerli kitabı çantamın dibine koymuş, okula götürüp arkadaşlarıma gösterecektim. Okul bana ceza verecek miydi? Yerin dibine girmiştim. Her yanım titriyordu. Gıcık Fadime abla sevinecekti. “Bir şeyden anlamıyorsun” diye benimle dalga geçiyordu. Yazar olacakmış! Ona yanıt veremiyordum, büyüğümdü, anneme de söylemiyordum. Ya beni okuldan alırlarsa ya okul beni cezalandırırsa, korkuyordum.

Annemin sözünü tuttum sayılır, öğretmendim artık. Avrupa Birliği Kardeş Okulları projesinde görev aldım. Özellikle Çanakkale’deki kamp çalışmalarında çok duygulandım. Gerçi programlar, etkinlikler, AB’nin istediği gibi düzenlenmişti. Bir arkadaşımla kaçamak yaparak şehitliği ziyaret ettik. Burada ölüm kalım savaşı verildiğini, o yıl İstanbul Tıp fakültesinin mezun veremediğini, bu savaşın tarihe altın harflerle yazıldığını ve şehitlerimizin burada koyun koyuna yattığını öğrendik. Bundan böyle yaşamın çeşitli boyutlarında, yazılacak olanlar dikkatimi çekecekti. Ne garip ki, öğrenciliğimde karşılaştığım ‘sınıfta arama yapılması’ öğretmenliğimde de karşıma çıktı. Lise sınıflarından birisinde dersteyim. Kapı çalındı, nöbetçi öğretmen “Müfettişler arama yapmaya geldi hocam!” dedi ve içeriye daldılar. Birlikte arama yaptık. Çocukların çantasından aldığımız her kitap bana ANA kitabını anımsatmıştı. Bir öğrencimin çantasından Necip Fazıl Kıssa Küreğin bir kitabı çıkınca, çocuğun yüzündeki telaşı unutamam. Ona sevecen davranmaya çalıştım. Kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdım. Kitap Şeyh Sait İsyanı üzerine yazılmıştı! Cesaretle onu okuyup öyle idareye teslim etmeyi düşündüm. Necip Fazıl, anlatım gücü yüksek bir yazar ve şairmiş. O devirde, o yaşta sağcı solcu bilmezdik.

“Şansa bak!” dedim kendime hem öğrenci hem de öğretmenken aynı olayla karşılaşıyordum. “Olur böyle şeyler, sen okumaktan vaz geçme, her kitaptan bir şeyler öğrenir insan” demişti Şükrü ağabey.

“Ben ısrarla yazar olacağım” diyordum. Müfettişlerden biri, öğrencilerden önce beni müdür odasına çağırttı. “ANA” kitabı dedim. Odaya girdim, selam verdim: “Giyiminiz” deyince elim boynumdaki ince kolyeye gitti “saç tokanız!” Ne yapacağımı şaşırdım. Garip bir sorgulamaydı. “Öğrenci size bakmaktan dersi anlayamayacak!” dedi.

Hay Süphan Allah! Şimdi n’olacak, müdürümüze verilmek üzere bir kağıt verdi elime.

!!! Özetle kötü bir şey olmadı.

Çanakkale’de AB Öğrenci Değişim Programı kampındayız. Havadan sudan konuşuyoruz on iki ülkenin öğretmenleri olarak. Bir ara cesaretimi toplayıp Almanca yazdığım şiirleri meslektaşlarıma okudum. “O o o,” diye çığlık atan Christa Gerschlauer; “Ben anadilimde böyle şiir yazamam!” O gün karar verdim ben de ana dilimde şiir yazacaktım. “İnsan en iyi ana dilinde anlatır derdini sevincini” denildiğini biliyordum. Dağarcığım boştu henüz. Almanca şiir yazmanın yanı sıra deneme yazın türüne de el atmıştım. Memnundum. Öğretmenliği de çok sevmiştim.

Yazmak ciddi bir uğraştır, ana malzemesi sözdür. Döver de sever de… Yazının yağı tuzu tıpkı yemek gibi kıvamında olmalı; Bir yemeğin malzemesini ölçüsüz koyarsanız tatsız olur. Yazmak için de dört mevsim gibi dört ana kuralı unutmamak gerekir: Dil, Teknik, Konu ve Estetik… Dili özensiz kullanırsanız posaya döner, atın çöpe. Yazma sanatı inceliktir, zarafettir. Dil’i iyi kullanmayı bilmektir. Dil’in kendine özgü bir melodisi vardır. Bütün dillerde az çok bu özellik bulunur. Bu nedenle dünya yazarları kalem kardeşidir, denebilir mi acaba?

Burada TC’nin kurucusu M. Kemal Atatürk’ün adını anmadan geçemem: Atamızın en büyük özelliklerinden birisi de Dil ve Tarih bilincidir. Zamanın ünlü müzik insanı Zeki Öngör’e Latin harflerini besteleterek halkımıza sunduğunu unutmayalım.

Yazmak günü geleceğe taşımaktır. Bu anlamda günlük tutmak önemlidir. Gençliğimizde çoğumuz bazı notlarımızı ailemizden gizlerdik. Güncellersek, yeni alfabe yazma fantezisi ile uğraşırdık. Bu duygu ve kaygı şimdiki çocuklarda bile var!.. sekiz dokuz yaşlarındaki Mina bile kendine yazdığı alfabeyi bana gösterdi.

2-Türk ve Dünya Edebiyatı’nda etkilendiğiniz beğendiğiniz yazarlar kimlerdir? Başucu kitabı diyebileceğiniz kitaplar var mıdır?

İlk tanıştığım, o zaman okuyamadığım Maxim Gorki’nin Ana kitabı hep aklımdadır. Çok şey düşündürtmüştür bana. Sonraki yıllarda Rus edebiyatı ile tanıştım. Klasik yazarları ayrım yapmadan seviyor okuyorum. Aslında yazın sanatını seviyorum. Okumanın yazmak kadar önemli olduğuna da inanıyorum. Okur, yazarını denetler över de eleştirir de…Dünyanın en ilginç ikilisidir o…

Yazının ortaya çıkması büyük devrimdir. Düşünceyi yazıya aktaran da büyük insandır. Başucumda sürekli kitap bulundururum. Bazıları şunlardır: Kafka’nın Dönüşüm, James Joyse’un, Ulysses, İtalo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Stefan Zweig’ın Yıldızın Parladığı Anlar vd…

Montaign, Dante, Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, çocuk edebiyatında Şeker Portakalı yazarı Vasconcelos da en beğendiklerim arasındadır. Çağdaş Türk yazarları, şairlerinden bir kaçı; Nazım Hikmet, Orhan Veli, Yaşar Kemal, Muazzez İlmiye Çığ vd. tüm klasikler benim gözdemdir. Sonrakilere yol açmışlardır.

Yazı sanatı birikim ister. Yazar duygu ve düşüncelerini anlatmak istediği ortamı, canlandırdığı karakterleri inandırıcı kılmak için iyi gözlem yapmak zorundadır. Hayal gücü-yaratıcı zekâ, yani kurgu önemlidir. Tümü sarmallaşıp estetiği oluşturur.

Zorlamayla yazı yazılamaz. Duygular, yer sarsıntısı gibi kendini uygun bir kırıktan dışarı atar, sarsar sarsılır… Yazacak çok şey vardır elbette. Bugüne dek “söylenmemiş söz yok” dense de nasıl söylendiği önemlidir. Küçük bir ayraç:

Yazar, kuşaklar arasında kültür ulağıdır. Bu anlamda yazar, kendi bilim ve halk kültürünü gelecek kuşaklara aktarandır. Cumhuriyet kadınları erkekle eşit haklara sahip iken son yıllarda cinsel ayrım nedeniyle kabul edilemez şiddet görüyor. Önüme düşen şu haberi yazmadan geçemedim: içinde bulunduğumuz 2023 yılında, 3 günde 11 kadın öldürülüyor. Bu cinayetler tarihimizin yüz karasıdır. Siyasilerden ‘çıt’ yok… Hani nerede “kadın katliamına hayır”. Yine bugünkü istatistiklerden: “2023 yılının ilk beş ayında 126 kadın öldürülmüş!” Savaş sanki…Geleceğe bu korkunç sorunumuzu mu taşıyacağız?”

Bir toplumda okur olmazsa yazar da olamaz. Yazmak/yaratmak mucizevi iştir. Bir anlamda yazmak yazarın içine doğan güneştir/ilhamdır.” Kimileri ise ironi yapar: “Sanatçılar Tanrı’nın yer yüzündeki torunlarıdır der! Haşa!” 1930’lardan sonra hızla gelişen dilimiz 600 yıllık hegemonyadan kurtulmuş Cumhuriyetin yetiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerimiz sayesinde günden güne sözcük sayısını arttırarak anlatım gücümüzü zenginleştirmiştir. Dilimiz lirik yani şiirseldir. Şiir yazanlar düz yazı yazanlardan daha çoktur denir. Güçlü ses armonisi vardır. Aşık Edebiyatı halen yürürlüktedir. Dilimizin kıvraklığı çoğu dillerde yoktur. Sazıyla sözüyle dilimizi yaşatan aşık edebiyatı, Lale Devrini de aşarak günümüze kadar uzanmıştır. Türkçemiz Orta Avrupa ve Orta Asya’da yaygın olmasına karşın beklenen ölçüde sahip olunamamış, kendi gücüyle yaygınlaşmaktadır halen de.

3- Hem şiir hem de düz yazı üzerine eserleriniz var. Eserin doğmasına yol açan ilk kıvılcımın şiire veya düz yazıya yönelmesi sizce nasıl oluyor?

Bir gün nasıl oldu bilmiyorum baktım şiir yazıyorum. Dizeler uyaklar, serbest vezin yanımda. Devam ettim. Türkçemiz müzikalitesi yüksek bir dil. İnsanlar farkında olmadan uyaklı konuşuyor. Çoğumuz halk kültürü ile yetiştik. Masallar, destanlar, maniler, koşuk, taşlama ve ağıtlar. Anadolu’da yazının olmadığı dönemlerde edebiyat söz güzelliğiyle vardır. “Ben galiba şiir yazıyorum” diye devam ettim. İnsan fark etmiyor nasıl yazdığını ya da geçiş yaptığını. Meğer yazarlar genelde şiirle başlarmış edebiyata. Bu olay beni çok heyecanlandırdı. Yaşadıklarım İlahi Komedya gibi gelmişti bana. Otuz beş günde bir kitap dosyası olacak kadar şiir yazmıştım. Rahmetli Mehmet Aydın Hocamızın desteğini unutamam. Remzi İnanç Hocamız da beni düz yazıda yüreklendirmişti. Türkçemizin lirizmi şiir yazmaya da düz yazıya da yeterdi. Hatta şaka yapmaya, vecizlere, taşlamaya, atasözü üretmeye vd…

Türkçe sağlam köklü bir dildir. Lütfen sahip çıkalım! Düz yazı veya şiir, dilin melodisine kapılan yazar onları iç içe sergiler. Sesleri, renkleri diğer sanat dallarına da taşır. Dilimiz sanatseverdir bence. Över de yerer de…

4-Fantastik, her alanda yükseliyor. “Keje Maria” adlı öykü kitabınızın ikinci bölümünde ve daha sonra “Rüya Gözlüğü” adlı kitabınızda fantastik öyküler yer alıyor. Fantastik öyküyü, katı gerçekçilikten kaçış mı yoksa gerçekliğin bir özümsemesi olarak mı algılamalıyız?

18.yy sonlarında gündeme gelen “Fantastik” terimi, gerçekte var olmayan, her dönemin yazınında, hayal ürünü düşünceler olarak algılanabilir. Günümüzde yazarın klasik anlayış formülünden uzaklaşıp hayal ürünü yazmak istemesi kıssaca kendi özgür düşüncesinin öngörüsünde yazması katı gerçeklikten uzaklaşmasıdır denebilir.

Öte yandan, postmodernizmin modern sonrası ya da ötesi anlamında kullanıldığını söyleyecek olursak insanlığın dünyayı sarsan olaylar karşısında akılcı(ussal) düşünceyi benimsemesi, boyun eğmemesi gerekir. Eğer uygarlık her geçen gün gelişiyor, bir önceki yaşam koşullarını aşıyorsa, bu aşmaya post adını verirsek, ötesini ya da gerisini nereye koyacağız. Bu çok geniş konuyu burada tartışamıyoruz. Özellikle felsefe alanında çok geniş…

20. yy ın yarısında konuşulan Postmodern, modernizmin sonrası ve ötesi olarak yerini bulamamış tartışılıyor. Onu tek akım olarak göstermek doğru olmaz. ‘Postmodern’ sözü geniş anlamlı olup birçok alanda özellikle felsefede (Marx, Nietsche, Freud) girer araya. Edebiyat ve resimde hatta mimaride kendini gösterir.

5-Teşekkür sayfasında “Bu kitabın yazılmasında bana anlattıklarıyla, hayal gücüyle esin kaynağı olan torunum sevgili İrem’e teşekkür ediyorum.” dediğiniz “Mina Bulutlar Adası’nda” adlı kitabınız torun anneanne ortak çalışması olması açısından ayrı bir özelliğe sahip. Türkiye’de çocuk ve edebiyat ilişkisi sizce nasıl?

“Mina Bulutlar Adasında” kitabına kardeşinin adını vermişti İrem. Bulut dergisi adıyla örtüştüğünü görmek ilginç değil mi? Sıfır yedi (0-7) yaş arasındaki çocukların hayal gücü bilinenin aksine gelişmiş ve çok güçlüdür. Kendi hikayelerini uydurup, anlatırlar. Çocuklar yerin dili kulağıdır. Olmadık şeyleri betimlerler. Bellekleri fotoğraf makinesi gibidir. Çok saf anlatımları ve çizgileri var. Kendilerine özgü sevimli sözcükler seçerler. 7 yaştan 15 yaşa kadar bir zaman dilimi geçerlidir. Bu anlamda her yaş çocuğun edebiyat tanımı farklı olacaktır. Çocuk edebiyatı yazanlar onların dünyasını özelliklerini iyi bilmelidir. Unutulmamalı, yerin kulağıdır çocuklar… Ufak çapta araştırmama göre; Türkiye’de çocuk ve edebiyat ilişkisi zayıf. Nasreddin Hoca Fıkraları, Karagöz, Dede Korkut vd masallar büyüklere yazılmıştır. Neyse ki Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı çocukların en sevdiği eserdir! Ne yazık ki Türkiye’de çocuk dergilerinin sayıları ve yılları tam olarak saptanamamıştır… Ancak İrem üç beş yaşında beni kendisine yardıma sürüklediğinde çocuk edebiyatı aklıma düştü. Arkadan Mina ablasını taklit etmeye başladı. Yaşına göre resim yapıyor öykü şiir yazıyor o da. Günden güne büyümekteler şu anda biri sekiz buçuk diğeri de on üç yaşında üç kişilik bir sınıfız. Bazen komşu çocukları ve torunları da katılıyor bize. Bazen benim gündemimi onlar oluşturuyor: “Anneanne resim yapalım mı, yoksa şiir mi yazalım, öykü geldi aklıma” vb. “Anneanne ben çabuk yazamıyorum, aklımdan kaybolmadan sen yazabilir misin?” diyordu İrem. Benim yaptığıma burun kıvıranlar var!

Çocuk yaratıcılığını göz ardı etmemek gerek… Post sözü geniş anlamlı olduğu için, her yere dalıp çıkıyor. Çocukların anlatıları da postmodern sayılabilir…

6- Öykülerinizde metinler arası bağlantılar, göndermeler, çağrışımlar, sezdirmeler, imlemeler var. Bunları son metinlerinizde daha yoğun görüyoruz. Bize yazar ile biçem kavramı arasındaki ilişkiyi anlatabilir misiniz?

Her yazarın anlatım biçemi farklıdır. Ne kadar yazar varsa o kadar anlatım biçemi vardır. Konuları aynı olsa da anlatım teknikleri farklıdır. Bu da yazarı özgün kılar. Estetik değer kazandırır. Yani okuduğunuzda bu yazı kime aittir çoğunlukla tahmin edersiniz.

7-Öykülerinizde ve şiirlerinizde tarihi, siyasi, insani, toplumsal olaylara dokunuyorsunuz. Kısacık değinmelerle olayları, sorunları, acıları hatırlatıyorsunuz. Masalsı bir anlatımda gerçeklere göndermeler yapıyorsunuz. Bu yaratım sürecinde okur kaygısı yaşadığınız oldu mu?

Yazmada dar bir alana sıkışıp kalmak istemiyorum. Her türlü kaygıyı taşır yazar. Bireysel, toplumsal, siyasal vd.! Bana göre bu alan geniştir. O konuyu yazmak istemiyorum diyenleri yadırgıyorum. Benim kalem böyle yazıyor beğenen okur beğenmeyen okumaz. Çocuk edebiyatında da öyle. Çoğu yazar dostumun “Sen onları bırak kendine bak!” sözüne üzülüyorum. Ben farklı düşünüyorum. Kağıdını boyasını eline alıp bana gelen üç beş yaşındaki o sevimli çocuğu, benim çocuğum olmasa da başıma taç yaparım. Bu arada diğer dallarda yazmak istemeyenleri de saygı ile karşılarım. Ben her konuya küçük değinmelerle onu unutmadığımı ve uygun bir yere koymaya çalıştığımı düşünüyorum. (Bilmiyorum sorunuza karşılık olur mu) okur kaygısı yanında yazar da belli şeyler istiyor. Edebiyatın beslendiği kaynaklar bellidir, iti de yazar çöpü de. Konu yazarın kalemine yansır. “Tarih tekerrürden ibarettir” Olayların şansızlığını bir kez daha yaşar insanoğlu. Çünkü yazar her konuda olduğu gibi tarihi de coğrafyayı da iyi bilmeli, eserleri kalıcı kılan yazarın bilgi donanımıdır. Bu donanım yeterli olmalıdır.

8-Yazma sürecine nasıl başlarsınız? Önce karakterler mi öne çıkar yoksa hikâye mi?

“Öykü uygun zamanda, kendinizi kaptırarak yazılır. Bekle seni yazacağım, demekle olmaz. Kendimden örneklesem, bana başı sonu bitmiş olarak gelir ilham. Bazen de başını alıp gider, beklerim dönüşünü. Bu asi karakteri sakinleştirir yağını tuzunu, içeceğini belirlerim…O zaman kendini öne atar. Ne olacağını belirler… Bir bakarım şiir olmuş, deneme olmuş ya da hikâye…

9-Hem Almanca öğretmenliği yaptığınız hem de edebiyatın içinden olduğunuzdan çeviri edebiyatı hakkındaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

Çeviri yapmak kolay değildir. Dili bilmek yetmez! Dil edebi olmalı, herkesin çeviri yapabileceği anlamına gelmez. Birikim gerektirir. Konusu nedir, yazarı kimdir! İyi tanımak gerekir. Çeviri yapılacak eserin her iki dilinin de tıpkı iyi bir inşaat ustası gibi olması gerekir. Metin nasıl yazılmış, mecazlar, yerel dil, diplomatik dil vb. kendi dilinizde karşılığını buluyor mu? Çeviri mükemmel olsa da ortalama ölçütleriyle bir çeviride yüzde 25’e varan kayıp olabilir. Bu işi meslek edinenler daha az fire verebilirler.

10- Söyleşimiz sırasında 2010 yılında Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması'nda mansiyon aldığınız “Kumandan Beni Yemen’e Gönder” adlı öykünüzün romana doğru yol aldığını öğrendik. “Kumandan Beni Yemen’e Gönder” adlı yeni romanınız ile ilgili bize biraz ipucu verebilir misiniz?

Notlarım arasında bir dedenin Yemen’de yaşadıkları vardı. Onu öyküleştirdim (2009), (2010)da Ümit Kaftancıoğlu öykü yarışmasına katıldım. Daha sonra bir başka yarışmanın bir Jüri üyesiyle ‘Yemen’i konuşurken “Ben de o konudaki öykümle yarışmaya katılmıştım” dedim. “Hangisi?” dedi, “Kumandan Beni Yemen’e Gönder!” “Ooo anımsadım” dedi, o öyküye sığmamış, roman olmalı, Yemen konusu önemli ve pek yazılamadı son yıllara kadar” dedi. Ben de çevremden gereken bilgileri toplayarak ve hakkında araştırma yaparak dedelerin romanını yazmaya yöneldim. Bitirmek üzereyim. Yakında Kanguru yayınevinden yayınlanacak…

Söyleşi için dergimiz adına çok teşekkürler.

* (Sultan Su Esen, Rüya Gözlüğü, Kanguru Yayınları, Ankara, 2017, s.36)

Sayfa : 4