...
Başlık : ARKASINA BAKMADAN
Yazar : Sami Aydoğan

 

     “Kadir hadi kalk, gün öğlen olacak. Ne zaman ineceksin kasabaya?” Didar seslendi kocasına. Kadir’de kalkma niyeti yok, ağırdan alıyor, sarmal kedi gibi bir oyana dönüyor yatağın içinde bir bu yana, iş ayağına gelecekmiş gibi. ”Hava da serin kalksam mı, ne yapsam?”  Kalkmaya üşeniyor Kadir ancak yapacağı bir şey yok, kalkmak zorunda. Yazın amelelikle kazandığı para bitmeye yüz tuttu. Didar sıralamış alacakları, köyün sinekli dükkânında hiçbirisi yok, ayrıca alacak parası da yok Kadir’in. Başkentte amele pazarında günlük ücretlerle, o da yok pahasına, neredeyse karın tokluğuna, bulduğu geçici işlerden biriktirdiği üç beş kuruş suyunu çekmiş, Kadir’i Karadeniz’de gemileri batmış gibi kara düşünceler almış.  Doğruldu yataktan, ağır çekilmiş film gibi gönülsüzce pijamasını çıkardı, içliğini giydi, üstüne rengi iyice açılmış devetüyü pontulunu* çekti, sırtına başkentte Hergele Meydanı’ndaki eskici dükkânından seçtiği boğazlı kahverengi kazağını geçirdi, ayaklarına da Didar’ın, annesinin ördüğü tiftik çorabı giyip ayağa kalktı. Ağır adımlarla hem yatak odası hem de oturma odası olarak kullandıkları, aynı zamanda yere tablayı kurup yemek yedikleri dar odanın kapısını çıt çıkarmadan açıp dışarı süzüldü. Çocuklar uyanmasın.  “Kadir, bir şeyler atıştır da düş yola, çoluk çocuk aç.” Didar acele ediyor, Kadir’in de hızlanmasını bekliyor. “Yok, bir şey yemeden yola çıkacağım, yolda yiyerek giderim, sen bana bir çökelekli dürüm hazırla yeter.” Bunu bekliyormuş gibi, Didar mutfak ve kiler olarak kullandıkları, yattıkları odadan biraz geniş olan yan odaya koşturdu.

       Annesi üzülüyor Didar’ın yaşantısına, elinden geldiğince katkı sunmaya çalışıyor. Bir küçük küp çökeleği de sonbaharda kendilerine yaptıklarıyla birlikte hazırlayıp götürmüştü, bir akşam ziyaretinde. Öyle açık açık, gösteriş yapar gibi, elinde sallaya sallaya götürmezdi, kızı dahi olsa. Şimdikiler bir yardım yapacakları zaman nerdeyse davul zurnayla gidiyorlar. Mutfak deyince öyle ahım şahım bir mutfak değil, bir ocak, bir de kaba tahtalardan elde yapılmış, iş masası, tezgâh yerine. Masanın üstünde akşamdan suladığı yuha ekmeği** sardığı bez duruyor.  Bu bez sürekli sarılı olur, ıslanmış yuha ekmeği içine koyar, hazır ederdi Didar.  Çabucak dürümü sardı, içine bir baş soğan kesip çökeleğin üstüne sermeyi de ihmal etmedi. Biraz kokardı ya, olsun, çökelekle iyi giderdi. Mutfak-kilerin ve yatak odasının arasında, evin giriş kapısının açıldığı hayata geri döndü, Kadir soğukkuyu lastikleri ayaklarına geçirmiş, paltosuyla kasketini giyinmiş, kapının önünde ayakta sorutuyor***. “Sorut bakalım ne varsa, kim eve ekmek getirecekse!” diyemiyor Didar, gene evi geçindirecek olan Kadir. Kendisinin elinden bir şey gelmez, kasabada olsalar belki temizliğe, çamaşıra derken üç kuruşluk işler bulabilir, bu köyde ne yapabilir ki? Anasına babasına el açmaya da ar ediyor. Kurumasın diye eski bir bez parçasına sardığı dürümü uzatıyor karısı, Kadir alıp cebine yerleştiriyor, ağır adımlarla yola diziliyor.

     Çok uzun bir yol değil Kadir’in yolu, yarım saat, bilemedin kırk beş dakika, yürü yürü bitmeyen yollardan değil. Başkentin kaldırımları gibi bu yollar da aşınmıyor, “Çoban Sülo” gülerek, biraz da bıyık altından ironiyle beyanda bulunmuştu, kendisini protesto eden göstericilere hitaben.  “Yürüsünler, yürümekle yol aşınmaz.” Çabuk bitti yol, kasabaya girdiğinde öğlen bile olmamıştı. Her zaman uğradığı kahveye yöneldi, içeri girdi. Soba yanıyor, bir masada dört kişi iskambil oynuyor, bir başka masada iki kişi çaylarını gırtlama içiyor, alçak sesle konuşuyorlar. Kadir dosdoğru sobanın yanına bir iskemle çekti, ellerini uzatıp ısınmaya başladı. Sobanın rehavet veren sıcağı sardı Kadir’i. Kahveci tepsisiyle garson yaklaştı, sormadan bir bardak çay uzattı Kadir’e. Önce tereddüt etti Kadir, eli uzanmadı, almak istemedi.

     Çaycı tanıyordu Kadir’i, her zaman bu kahvehaneye gelir, başka birkaç amele ile birlikte bekler, işçi arayan biri uğrarsa “Ben geleyim, ben geleyim.” diye yarışmazlardı ama, yalvaran gözlerle şansın kendilerinde olmasını umar, işçi arayanın gözlerinin içine bakardı. İşçi arayan ağa, abi, bey, içlerinden en iş görecek olanı göz kararıyla belirler, yanına yaklaşır “İki keklik kanı çay çek Murat.” diye seslenir, Murat hemen çayları yetiştirirdi. Çaylar biter bitmez de çıkarlardı. İş birkaç saat sürer, çalışmaya giden amele, yalnız dönerdi. Murat tanıyordu Kadir’i. “Al hemşerim, benden.” Kadir utana sıkıla aldı çayı, bir yudum çekti, soğuğun kuruttuğu ağzına giren sıcak çay içini ısıttı.

     Çok geçmedi, yan masada iskambil oynayanlardan biri, Murat’a dönüp “Arkadaş’a bir çay da benden.” dedi. Kadir “Hah, bugün şans erken güldü, beş on kuruş kazanacağım.” geçirdi içinden. İkinci bardak da geldi, sesini çıkarmadan aldı Kadir. Umutla beklemeye başladı. Birkaç kişi daha girdi içeri, onlar da yanan sobanın etrafına sıralandılar. Ellerinde çaylarıyla laflamaya başladılar. Yaklaşık bir, bir-buçuk saat kadar geçti, çay ısmarlayan oyuncuda hiç hareket yok. Bunun işi ne ki, vakit ikindiye dönüyor, hava çok geçmeden kararmaya da başlayacak. “Herhalde içerde işi!” Sesini çıkarmadı Kadir, ancak huzursuzlanmaya da başladı.

     “Ben köye gece döneceğim anlaşılan.” Köye gece dönmekten korkmazdı, yola alışkındı, hem fazla da çekmiyordu yol. “Önemli olan iş, birkaç kuruş alır, Mehmet bakkaldan evin tedarikini sağlar, yola düşerim. O geç kapatıyor dükkânı.” Oyundaki de anladı Kadir’in huzursuzlandığını ve acıktığını, yanına gelmesini işaret etti “Al şunu hemşerim, git kendine kuru-pilav söyle. Birazdan çıkacağız.” Kadir yaklaştı, elini uzattı, verileni aldı, bakmadan cebine koydu, müteşekkir, dışarı çıktı. Kaldırımda yürürken cebindekini çıkarıp baktı, ne görsün bir günlük yevmiye, sevindi “Ben bunu kuru-pilava yatırmam, gezerek dürümümü yerim, bu da evin birkaç günlük erzak parası olur.” Çıkardı cebinden dürümünü, katıksız, ısırmaya başladı. Yedikçe açlığını bastırıyor, daha çalışmadan günlük yevmiyesini kazanmış olmaktan memnun, sokaklarda geziyor Kadir. Dürüm bitince, meraklı düşüncelerle ağır ağır kahvehaneye yöneldi. Kapıdan girdiğinde, hava da iyiden iyiye kararmıştı, gelip geçenler zar zor seçiliyordu. 

Oyuncu, oyundan kalkmış Kadir’in içtiği çayları da ödemiş, Kadir’i bekliyor. “Nerde kaldın hemşerim?  Yürü gidiyoruz.”  Çıkıyorlar.  Caddenin sonuna doğru yürüyorlar, adam evim şurası da demiyor, konuşmadan, adam işin ne olduğunu anlatmadan, Kadir sormadan. Caddenin sonuna geldiler, tam Kadir ağzını açıp “Nereye gidiyoruz böyle hemşerim? diyecekken, adam “ Hah, işte geldik, burası bizim ev.”  Yağmur ve güneş altında yıpranmış kanatlı kapıyı gıcırtıyla açıyor, bahçeye adımlarını attılar, kapının hemen arkasından bir kazma, bir de kürek çıkarıyor, Kadir’e uzatıyor.  “Galiba bahçede çalışacağız.” Merak içinde Kadir. “Hadi düş yola.” Kanatlı kapıdan çıkıyorlar. Kadir “Nerede çalışacağız acaba?  Herhalde başka bir evi var adamın, ya da bahçesi, akşam akşam bahçede çalışılmaz ki.” Yürüyorlar, cadde bitti, kasabanın dışına çıktılar, ikisi de sessiz, Kadir iyice meraklanmaya başladı, ilerliyorlar. Biraz daha ilerledikten sonra Kadir “Hemşerim nereye gidiyoruz böyle, hava karardı, daha köye döneceğim?” “Korkuyor musun yoksa?” Adam belinden bir tabanca çıkarıp Kadir’e uzatıyor “Korkma hemşerim, tak şunu beline.” Silahı alıp beline sokuyor. Güven geldi Kadir’e, niye gelmesin ki? Yevmiyesini almış, beline o güne kadar yüzünü görmediği bir tabancayı takmış. Ama yine de Kadir’in içinde bir kuşku canlanıyor.  Karanlık yolda ilerliyorlar. Yolun ikiye ayrıldığı yerde sola sapıyorlar, burası mezarlık yolu “Herhalde mezarlıktan geçeceğiz.”

     Adam kendinden emin yürüyor, biraz sonra “Geldik hemşerim, iki mezar içerde bizimki.” Kadir şaşırmış, ne yapacaklar burada? Adamın gösterdiği mezarın başında durdular. Adam “Haydi kazmaya başla mezarı.” Kadir “Yok hemşerim, günah, ben mezar kazmam.” Adam silahını çekip Kadir’e doğrultuyor “Kaz ulan, yoksa yatırırım seni mezarın üstüne.” Kadir’in eli de belindeki silaha gidiyor. Daha silahı kavramadan, adam “Çek silahını.” Çekiyor Kadir, adama doğrultuyor ve tetiğe basıyor. Tetik düşüyor. “Pıt.”  Adamın vurulmuş olması gerekir bu mesafeden. Tetiğe bir daha basıyor Kadir, ancak silahtan bir “Pıt” sesi daha geliyor. Kadir iyice afallamış. “ Sana dolu silah mı verecektim, Allah’ın aptalı? Silahı ver, başla kazmaya.”

     Adamın elinde silah, başlıyor Kadir kazmaya, kazmam dese kurşunu yiyeceğini anladı. Kazmayı bir kenara koydu. Mezar henüz çok taze kazılmış olduğu için toprak yumuşak, kürekle atmak çok uzun sürmüyor. Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra küreğin ucu tahta tabuta dokunuyor, Tok bir ses. “Kazmayı al, kır tabutu.” Kadir istemeye istemeye, kazmayı alıp tabutu kırıyor, ceset beyaz Amerikan bezinden kefenin içinde. ”Yırt kefeni” bir bıçak uzatıyor adam. “Yoo hemşerim ben kefene dokunmam, günah.” Adam daha da yakınlaşıyor “Yırt ulan şu kefeni.” Yırtıyor Kadir. “Çöz çenesindeki bağı.” Çözüyor. “Aç şimdi ağzını.” Kadir korku içinde, işin nereye varacağını iyice kestirdi. Açıyor. Pas içinde bir pense uzatıyor adam “Sök altın dişlerini.” Kadir emre uyuyor, dişleri söktü. “Allahım, nerden bulaştım ben bu belaya?” Adam takma dişleri kapar gibi alıyor Kadir’in elinden, cebine sokuyor. “Yat ulan mezarın üstüne.” Kadir başına geleni anladı, korkuyor.

      Kadir‘in yapabileceği hiçbir şey yok, ne elini ne kolunu kaldırabilir, adam doğrultmuş silahı, başında gavur gibi duruyor, kıpırdasa vuracak. Kadir yalvaran gözlerle bakıyor adama “Yapma hemşerim. Benim karım, çocuklarım var, yetim kalacaklar.” Adam besbelli profesyonel mezar soyguncusu ve katil, soygundan başka bir şey düşünür mü? Arkasında tanık bırakır mı? Kadir hâlâ anlamazlıktan gelip yalvarmaya devam ediyor. “Yat dedim.” Yatıyor Kadir, yalvarmaya devam ederek. Adam mezardan Kadir’in kürekle çıkardığı toprağı yığmaya başlıyor üstüne, Kadir yalvarıyor, ama dinleyen kim! Üstü toprakla doldu, zor bela soluk alıyor Kadir, “Ne olur hemşerim, beni burada bırakma, çocuklarımı düşün.” Sesi duyulmuyor bile. Derdi veren derman verir mi? Adamın kazmayı, küreği toplayıp gittiğini kesilen seslerden anlıyor. Mezar soyguncusu takma altın dişlerle hemen uzaklaşmış.

     Kadir bu kez “Tanrım beni buradan çıkar, ne olur Tanrım, sana yalvarıyorum Tanrım beni kurtar. Beni çoluk çocuğuma bağışla Tanrım.” Soluk alıp vermesi iyice güçleşti, Kadir ölmek üzere.  Sessizce Tanrı’ya yalvarırken tıkırtılar duymaya başladı. “Bunlar melekler mi yoksa zebaniler mi? Beni cennete mi, cehenneme mi götürecekler acep?” geçiyor usundan. Aa, o da ne mezarın üstünden kazma, kürek sesleri gelmeye başladı. Umutlandı Kadir. “Herhalde adam insafa geldi, beni çıkarmak için döndü. Tanrı yüzüme güldü, çoluğuma, çocuğuma bağışladı.” Üstündeki toprak iyice inceldi, iyice bunalan ciğerlerine hava giriyor, doğruluyor ve güç bela soluyarak “Yeter ulan, ne istedin benden?” Mezarın başındaki iki adam ceset dirildi sanarak birden bayılıp düşüyor. Doğrulup çıktı mezardan. Kadir’i mezara gömen adam yok yukarda, anladı Kadir bu gelenlerin ikinci mezar soyguncusu tayfa olduğunu. Üstünü başını silkelemeden koşarak mezarlığı terketmeye çalışıyor. Karanlığın içinde nefes nefese Kadir, dehşet içinde, arkasına bakmadan, şeytan görmüş gibi koşuyor, kasabaya bir an önce girmeye çalışıyor.

1976. Güz.,Mart 2020, Ankara)

Not: Yaşanmış bir öykü, adlar kurgu.
*Pontul : Pantolon
**Yuha ekmek: Sac ekmeği, tandırda sac üzerinde pişirilen, kuru olarak saklanıp, ıslatılıp yumuşatılarak yenilen yufka ekmek.
***Sorutmak: Ayakta durmak, dikilmek, beklemek.

 

Sayfa : 9