...
Başlık : KOKİNA
Yazar : Emine Aydoğdu

  Kentin en işlek caddesine yetmiş yıl önce yapılmış. Yedi katlı mavi binanın içindeyim. Rantsal dönüşüme henüz kurban edilmediği için mutlu görünüyor. Girişteki mermer heykelin ayak bölümüne binanın yapım tarihini ve adını yazmışlar. Binaya ilişkin her ayrıntıyı özenle gözden geçirmiş; birçok kez de inceden inceye keşif yapmıştım. Girişini, çıkışını, alt katını, bahçesini, çatısını, zihnime eksiksiz çizmiştim. İşyerlerinin çoğunlukta olması bir şanstı.  Kimsenin dikkatini çekmeden kolaylıkla apartmana girip çıkıyordum.
Son katta iki daire vardı. İkisi de terastı. Soldaki dairenin giriş kapısına yakın tavandaki kapağı kaldırıp çatı aralığından çatıya çıktım. Kiremitlerin üzerine oturup, kendimi yavaş yavaş kaydırarak ön dairenin terasına indim. Arka cephedeki daire uzun süredir kapalıydı. Ön cephede ise bir doktor oturuyordu. Sabaha karşı geliyor, ya da hiç gelmiyordu.
Binanın, yalnızca terası ve son iki katı konut olarak kullanılıyordu.
Öğle vakti. Güneş neşesini içime doldururcasına parlıyor. Terasın balkon duvarı üzerindeyim. Aklım, duygularım, bedenim, kontrolden çıkmış; kollarım gökyüzüne doğru uzanmış, sağa sola, öne arkaya doğru yaylanıyorum. İp cambazından farkım yok.
Sesimden, kokumdan, ağırlığımdan, sıyrılmıştım. Bu kentte, bu sokaklarda, hiç yürümemiş, bu insanların arasında hiç dolaşmamış, hüzünle ağlayıp, ağız dolusu gülmemiş, geceyi ve gündüzü hiç yaşamamışım gibi, varlığıma ve yokluğuma yabancıyım.
Varlığım ve yokluğum üzerine sorduğum sorular, hergün yoğurup dinlendirdiğim türden sorulardı. Rastlantı sonucu edindiğim paçavra sorulardan değildi.
Kaşınan serçelerin terasa döktüğü minicik tüyler kadar hafiftim. Gökyüzüne doğru uzattığım kollarımı omuz başlarından yana açsam, kanatlanıp uçacaktım.
Dazlaktım. Jiletle kazımıştım. Belime kadar uzanan saçlarımı kesmeseydim, kadın olduğumu düşüneceklerdi. Belirlenen kalıbın içinde hareket etmemiz için kumaşımız önceden kesilip biçilmişti. Eril ve dişil olmanın çıkmaz sokağında doğduğumuz an duvara tosluyorduk. Kadınlık ve erkeklik, eril terazide tartılarak mühürleniyordu. Soyun damızlığı olduğumuz, göğsümüze gurur ve onur nişanı olarak asılıyordu.
Anadan üryan, çırılçıplağım, doğduğum gibi. Kimse kıçıma vurup baş aşağı sallamıyor.
Öteki canlılar düşünemedikleri için mi giysileri yok? Evrim tekerleği yalnızca insan için mi dönüyor? Doğada utanç var mı?
Bedenimi saklamıyor, ondan utanmıyordum. Binanın girişinde soyunup, merdivenleri do, re, mi, fa, sol, la, si diye mırıldanarak usul usul çıktım. Müzik hocamız: “Notalar, merdiven çıkmak gibidir. Ses verdikçe gönül pınarınız çağıldar.” demişti.
Aklıma, yüreğime ve bedenime doldurdukları doğru-yanlış, güzel çirkin, sevap-günah gibi şiddet içeren tanımlardan kurtulmak, insan denen yaratığın ikiyüzlülükle kutsadığı bu yaşam tekerleğini daha fazla çevirmek istemiyordum.
Kaldırımdan caddeye taşan kalabalığa bakıyorum; yüzlerce göz ve eylem üzerimde dolaşıyor. Uğultular, hakaretler, sesler, bedenler ve bakışlardan dökülen yıkıcı duygular, bilindik ve ezberlenmiş duygulardı.
Onlar küfür ettikçe, ben kahkaha atıyorum. Kahkahalarım, kalabalığın öfkesini iyice biliyor. Azgınlaşmada sınır tanımadıklarını ürpererek izliyorum.
Atla! Atla!
Yapma yavrum! İn aşağı. Biri itfaiyeyi çağırsın. Polise haber verin. Çokta gençmiş.
Teyze, sarhoş, sarhoş.
Yok be abi uyuşturucu almış. Görmüyor musun sallanıyor? Kendinde değil. Şerefsiz! Çırılçıplak, baksana.
Aklı yerinde değil. Psikopat abi! Kadınlar ve çocuklar gitsin. Bu namussuzu görmesinler. Özgürlük, özgürlük diye diye ne hale geldik.
Atla da geber.  İt oğlu it. Toplum bir pislikten kurtulur. Bunlar millet düşmanı abi.
Sus be kardeşim. Bir nefes al, sürekli konuşuyorsun. Ne derdi var kim bilir? İkna edelim de insin aşağı. Sorunu neymiş öğrenelim?
Ne derdi olacak abi, çekmiş uyuşturucuyu, şov yapıyor şov. Baksana kıçı başı açık, utanmıyor da orospu çocuğu.
Polisi arayan, itfaiyeye haber veren oldu mu?
Sen ara teyze! Çok meraklıysan.
Terbiyesiz!
İbnenin fotoğraflarını bütün sosyal medyada paylaştım. Oğlum, küfür yağıyor, küfür,  baksana.
Zevk mi alıyorsunuz, nedir anlamadım ki, böyle düşmanca davranıyorsunuz?
Sen sus, sen ne anlarsın; sosyal medyadan. Elindeki telefona baksana abi, külüstür.
Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Git başımızdan kadın, bela mısın nesin? Teyze dedik, attırma tepemin tasını.
Bağıranlar, gülenler, ıslık çalanlar, fotoğraf çekenler; çağın sanrısının içinde dönüyorlar. Yediğimiz içtiğimiz, gezdiğimiz, gördüğümüz, aşkımız, ayrılığımız, öfkemiz, sevincimiz, hastalığımız, sağlığımız, kahramanlığımız, hainliğimiz, gerçek olmayan bu dünyada gerçekmiş gibi boşlukta uçuşuyor. Yatakta, yolda, yemekte, tuvalette, bu sanal dünyaya hapsolmuşuz. Görünür olmak ve beğenilmek tek varlık nedenimiz. Duvarları yanılsama ve yalanlarla örülmüş bir zamanın içinden geçiyoruz.
Başımı eğmeden kalabalığa bakıyorum; seslerinden yükselen şiddet, avuçlarına dökülüyor. Silkeleyip atıyorum. Silkeleyip attığım şiddet, rüzgara dönüşüyor. Ben bir söğüt dalı gibi durmaksızın salınıyorum.
Tekinsiz suların tekinsiz dalgasıyım. Şimdiye değin bildiğim duyularımın dışında başka duyularımın varlığını da hissediyordum. Bilgelerin ve azizlerin gözüyle görmek diyorlar buna. Ben bu denilene de inanmıyorum.
Şimdi tek bir gerçek var. Kalbim çarpıyor. Bütün öğretilerin ve gerçekliğin altını oyan sahte düşünce ve duygu körlüğüne avuçlarıma dökülen şiddete güldüğüm gibi gülüyorum. Gülüşüm, caddeyi boydan boya maviye boyuyor.
Uçsuz bucaksız kırmızı bir bulut etrafımı sarıyor. Bulutun nemi parmaklarımı ıslatıyor. Ayaklarım kırmızı. Mavi mavi akıyor nehrin suları. Bakışlarım masmavi. Yarı karanlık gecenin içinden dağa doğru tırmanıyorum. Dağdan inen yağmur suları, topraktan merdiven yapmış. Uzaktan küçük bir çocuğun çığlığı duyuluyor. Çağla yeşili kazağı gecenin karanlığında floresan lamba gibi parlıyor.
“Beni öldürecekler.”
Dönüp bakıyorum. O da bana bakıyor.
“Kim öldürecek?”
“Karanlık” diyor.
“Ölüm nerede?”
“Kalabalıkta.”
Koşarak yanıma geliyor. Birlikte merdivenleri çıkıyoruz. Durgun bir su gibi gözleri. Dingin. Elinden tutuyorum. Diğer elimde iki tane bilye var. Camdan. Kırmızı bulutun içinden kar tanesi gibi düşmüşlerdi. Ceviz büyüklüğündeki bilyeleri avucumda sıkıca tutuyorum. Elime bakıyor. Bunları buluta geri vereceğim diyorum. Ses çıkarmıyor. Gözleri gökyüzünde. Doğduğum evin önüne gidiyoruz birlikte. Bilyenin tekini hafifçe sıkıyorum. Yumuşacık. Denizanası gibi. Pelte. Parçalara ayrılıyor. İçinden binlerce minik mavi tohum dökülüyor. Tohumlar toprağa düştüğü anda yüzlerce kuş, kırmızı bulutun içinden toprağa iniyor ve tohumları yemeğe başlıyor.
Şaşkınlığımız omuz omuza. Merakıma yenik düşüp diğer bilyeyi de sıkıyorum. Siyah kuşlar, kırmızı buluta doğru kanat çırpıyorlar.
Kuşların yemediği minicik tohumlar, asma dalında yeni yeşeren üzüm salkımı gibi kırmızı-siyah çiçeğe dönüşüyor.
“Bu Kokina.”
Bir an susup düşünüyor.
“Daha kış gelmedi.”  diyor.
Usulca elimi bırakıyor.
Yaşam zincirini koparma.
“Zaman kimseyi beklemez.”    

Gök gürültüsünün sesiyle uyanıyorum.;
Arka arkaya şimşek çakıyor.

Sayfa : 12