Başlık : Büyü
Yazar : Gülçin Göktay
-1-
Doğaya yabancılaşmanın da ötesinde, kendi doğasına ve içinde yaşadığı topluma yabancılaştırılan “çağdaş insan”, büyüye, söylene belki de her zamankinden daha fazla gereksinme duymaktadır.
( Din ve Büyü, Claude-Levi Strauss)
“Bak, elle toprağını, buz gibi. Kim bilir kaç yıldır yerin altında.”
Torbanın içindeki nemli toprağa, oraya saklanan paslı kilide dokunmuş. Gerçekten buz gibiymiş. Eliyle birlikte bütün tüyleri ürpermiş.
(Böyle deneyimlere uzak durduğum, yaşamak da istemediğim halde, dikkatle, hiç yorum yapmadan dinliyordum onu. Neden mi? Birinin, sırrını paylaşarak onurlandırdığı kişi olmak, büyük mutluluktur. Hele o kişi sizin için özel biriyse! )
“Uzun yıllar önce olmuş. Bir kadın, karşılık vermediğin, yüzüne bakmadığın bir kadın kilitlemiş seni, kadınlara da, diğer insanlara da. Yıllardır o kilitle yaşıyorsun.”
Öyle insanı yadırgatan, farklı bir görüntüsü yokmuş. Alelade bir kadınmış, kırklı yaşlarında, üzerinde bir kotla kazak, kahverengi saçları atkuyruğu. Köyde, tek katlı bir evde yaşıyor “hastalarını” burada kabul ediyormuş.
Küçük, kerpiç bir köy evi, yerler kilim, bir divan, birkaç sandalye. Duvarda, geçen yıldan kalma bir takvim. Ortadaki sehpada bir bardak su. Karşılıklı oturmuşlar. Evde onlardan başka, suyu getiren, sonradan kızı olduğunu öğrendiği on üç- on dört yaşlarında bir kız daha varmış. Elini bardağın üstünde tutmasını söylemiş, üzerine kendi elini koymuş, en üste de ceketini çıkarttırıp örtmüş.
Ne olduysa, ondan sonra olmuş. Sanki bir yerlerde fırtınalar kopmuş, ağaçlar kökünden sökülmüş, bulutlar yere inmiş, denizler taşmış. Kadın, yaprak gibi titriyormuş. Buğra korkmuş, ne yapacağını şaşırmış. Neredeyse yerinden fırlayıp kaçacakmış ki aylar önceden aldığı randevuyu, geldiği saatlerce yolu ve verdiği parayı düşünüp kıpırdamadan beklemiş. Kalbi küt küt, eli bardağın üstünde, ceketin ve kadının elinin altında.
(Dinlerken, benim de nabzım hızlanmıştı.)
Dediğine göre zaman kavramını yitirmiş orada, dakika mı yoksa saat mi geçti, anlamamış. Kadının eliyle temasının rolü varmış bunda. Zamanda yolculuk gibiymiş, saatler süren bir yolculuk. O süre içinde öyle çok şey düşünmüş ki; çocukluğunun geçtiği üzüm bağlarından şimdi doksanlarında olan dedesinin gençliğine, çok geç ortaya çıkan ve onu alt üst eden aile sırlarına, üniversite yıllarına, askerlik sonrası babasının evinde geçirdiği o bunalımlı, adeta yüz yıllık işsizlik dönemine, vücudunun isyanını işaretleyen binlerce deri döküntüsü için umarsızca çaldığı doktor kapılarına.
Sonra nihayet girdiği işine, işiyle birlikte hayatına giren ama altı ay içinde dört kez sona erip yeniden başlayan ve her seferinde onu tümden yıkıp sonra yeniden var eden istikrarsız ilişkisine gelmiş sıra. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, sürekli suçlayan ve küsen kararsız bir kız, belki bu özellikleriyle kendine bağlayan, karşısındakine onulmaz acılar çektiren biri. Onun dediği gibi suçlu muymuş hakikaten, yoksa kurban mı, haklı mı haksız mı? Aşk gerçekten acı mıymış hazla karışık çekilen, yoksa melankoli aşk kılığına mı girmiş?
Kadının titreyişinin durmasıyla birlikte kendine gelmiş. Sanki uykudan uyanmış. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken kadın ceketi çekip alıvermiş. Ceketin altından bir naylon torba çıkmış.
“Al işte, bunun içinde.”
“Nedir bu?”
“Yıllardır senin rahatını - huzurunu kaçıran, uykularından eden şey. ”
“ ? ”
“Bunu yirmi dört saat içinde suya atacaksın. Küçük suya değil ama, denize, büyük suya. Yoksa büyü bozulmaz.”O, saatler sandığı sürenin sadece on beş dakika sürdüğünü, sabahın altı buçuğunda girdiği evden çıktığında saatin henüz yedi bile olmadığını görmüş.“Peki nerden geldi oraya torba?” diye sordum, hafif alaycı bir ses tonuyla.
“Bilmiyorum, ceketi kaldırdığında oradaydı. Yerin altından gelmiş, inan buz gibiydi. İçinden çıkan kilidi bir görseydin…”
(İnançlı görünüyordu, bütün sıkıntılarının sona ereceğine, hatta belki de onun geri döneceğine. Ama bunun için gitmediğine yemin billah ediyordu, sadece huzur aradığına, çocukluğundan beri onu takip eden şanssızlıkların da -neden olmasın?- son bulacağına. Bu belirsizliğin -üstündeki ağırlığa neden olduğuna inandığı- artık sona ermesini istiyordu. Yine de büyücüye kızdan bahsettiğini, kadının yakında evlilik görmese de son bir kez konuş dediğini dürüstçe anlattı. Gidip konuşacaktı, hem de hemen. Reddedilirse de önemli değildi, büyü bozulmuştu ya, artık sıkıntıları bitecek, huzuru geri gelecekti.)
Gerçekten inanıyor muydu? Sırf bunun için altı yüz kilometre gittiğine göre… Marmaris yolundan içeriye giriyorsun, toprak yolda yaklaşık bir buçuk saat gittikten sonra bir köye ulaşılıyor. Sabahın o vaktinde evin önü araba doluymuş. Zaten aylar sonrasına randevu veriyormuş. Beşyüz liraymış ücreti.
“Neden?” diye sordum. (Aylar geçti aradan, unuttu sanıyordum, en azından umudunu kaybettiğini. O kadar kolay mıydı? Sevdiğin birinin ölümünü kabullenmek gibi…)
Ya gerçeklerden kaçmak, hayallere, umutlara sığınmak? Tek tek yok etmek, üstüne basıp ezmek gerek, güç olsa bile. Kaderi zorlamamalı.
O’ysa, içindeki açmazlara, dolmayan boşluklara, beyninde kurtçuklar gibi kıvıldayan sorulara açıklama bulmak için oradaydı. Ne kadar inkâr etse de, ona gidecek yeni bir yol açmak, bir kez daha denemek, günlük yaşamda, gerçekte bulamadığını gerçeğin ötesinde aramak. Aylardır falcılara taşınmıyor muydu zaten?
Gerçek neydi peki? Başımıza gelenler mi, yoksa içimizdeki izdüşümleri mi? Yaşadıklarımız mı yoksa kafamızda yaşattıklarımız mı…
-2-
Gerçek, ancak bir çatışma sonucunda anlamını bulur. Önceden verilmiş, hiçbir gerçeklik olamaz. Başlangıçta yalnız yanlışlar, yanılgılar vardır. (Bachelard) “Neden olmasın?” dedi, “Ben de inanmazdım ama bildi, vallahi bildi! Bu zaten büyü yapanlardan değil, sadece bozuyor.”
“Sen böyle biri değildin.”
“Değilim yine, ama dedim ya toprak buz gibiydi, içindeki kilit de paslı, eskiydi. Kim bilir kim kilitlemiş şansımı, sonra da bulunmasın diye gözden uzak bir yere gömmüş.”
Ciddi ciddi sordum, şüphelendiği biri var mıydı, evet, üniversite yıllarında mahallede kızın biri vardı. Tekin değil derlerdi onun için. Yalnız başına dolaşırdı gün boyu sokaklarında, o kavurucu yaz sıcaklarında. Ağaçlara bez parçaları asardı hep. Son sınıfa geçtiği yaz tatilinde kafayı takmıştı ona. Ne zaman sokağa çıksa karşısına dikilirdi. Annesi çok inanırdı böyle şeylere de, o sokmuştu aklına: “Bu kız çorap örecek senin başına. Saçına tırnağına dikkat et, hiçbir şeyini bırakma bir yerde!” Gülüp geçiyordu o zaman, acıyordu da. Demek o şeytan…
Bir de anlatılanlar vardı. Bu kadına bir eczacı geliyor yıllar önce, ta İzmir’den. İşleri bozulmuş, yana yakıla çare arıyor. Kadın hemen görüyor, komşusu eczacıya büyü yapmış, eczanenin önündeki çınarın altında gömülüymüş. Eczacı daha kadının yanındayken büyü, çınarın altından sökülüp gidiyor, görenler varmış! O sırada çınarın kenarına çiçek eken bahçıvan yemin ediyormuş! Eline verilen paslı kilidi denize atan eczacının işleri, ondan sonra düzelmiş.
Kilidi denize atınca, bitecekmiş. Kuruntular, şüpheler, tutukluklar, yalnızlığı… En önemlisi huzura kavuşacakmış. Başka bir şey istemiyormuş, Onu bile…
-3-
“Büyünün üç tane önemli sacayağı vardır: Büyüyü yapan, büyü yapılan ve izleyici topluluğu. Ancak üçünün de inancı birleştiğinde büyü gerçekleşir.” ( Din ve Büyü, Levi-Strauss)
“Attın mı kilidi?”
“Attım, hemen o gün, Bodrum’da Gümüşlük diye bir yerde. Acayip bir fırtına vardı, deniz nasıl kabarmış, sanırsın kilidi almak için dalgalarını göndermiş! İnsan hakikaten hissediyor. İnan öyle rahatladım ki, sanki yük kalktı üstümden!”
“Şimdi ne yapacaksın?”
“Son bir kez konuşacağım.”
“Ne diyeceksin?”
“Bir şans daha isteyeceğim. Başıma gelenlerden söz edeceğim. Belki hep o büyü yüzündendi, o bozdu, çünkü mümkün değil bir ilişkinin bu kadar...”
Gözlerinde zayıf bir ışık parlıyordu. Uyukladığı yerden dürtüklenip zorla kaldırılan umut ışığı.
“Oğlum kıza da anlatıp rezil olma, büyü-müyü! Herkes inanmaz böyle şeylere…
“Yapmam lâzım bunu, kadın da öyle dedi. Son kez deneyeceğim!”
Gerçekten inanıyordu.
“Sen bilirsin.” Dedim elimdeki muskayı avcumda sıkarak. Birazdan odadan çıkınca, onu çekmecesinin asla bulamayacağı bir yerine koyacaktım. Umuttu işte!