...
Başlık : ARZU
Yazar : Emine Aydoğdu

ARZU

Gün iyice ağarmıştı, bir sağa bir sola dönüyorum; kalkıp bir şeyler yapma isteğinden uzak, tembel tembel yatakta yatıyorum. Küçücük cep aynasında yalnızca yüzümü görebiliyorum ama gözlerim, gözlerimdeki bakış beni tedirgin ediyor. İçgüdüsel bir dürtüyle aynayı ters çeviriyorum.

Bir hafta önce onunla ilgili haberi alınca, uzun bir aradan sonra da olsa, bu kente, bu mahalleye, bu sokağa yeniden dönmüş oldum. Evine telefon ettiğimde, yardımcısı hâlâ hastanede olduğunu söyledi. Doktoruyla konuştum, karamsardı; iyiye değil, kötüye doğru gidiyordu. Lösemi teşhisi konulmuş, üçüncü evre. Onu görmek istiyordum. Doktorundan rica minnet izin aldım. Dün hastanenin kapısına, hatta biraz daha kendimi zorlayarak odasının bulunduğu koridora kadar gittim. Bekledim, koridor boyu kaygı içinde başım önümde yürüdüm, cesaret edip kapısını aralayıp içeri giremedim. Beni bıraktığı gün, yüzümü avuçlarına aldığında ellerinin soğukluğunu hissettiğim gibi bir soğukluk hissettim. Yapamadım, geri döndüm. Onu ziyaret etme yürekliliğini bir türlü kendimde bulamıyordum. Sayısını unuttum, bu kaçıncı gidişimdi. Benim durumum, kanatları olmadan uçmaya çalışan kuşun durumuna benziyordu. Güven, sevgi ve tutkuyla ördüğüm kanatlarım uçarken kırılmış, yere bodoslama düşmüştüm. Bir daha doğrulamadım desem yeridir; dünyaya küsmüştüm, en çok da kendime. Taparcasına sevdiğin birine hissettiklerin küle dönmüşse, gözlerine bakıp geçmiş olsun demenin nasıl bir anlamı olabilirdi ki?.. Hatta beni görmek ona iyi bile gelmeyebilirdi.

Kalbim, yalan, aşağılama, hor görme, küçümseme, yok edici eleştiri ve ikiyüzlülük gibi insanın zaman içinde kendini bilerek veya bilmeyerek donattığı davranışlara acemiydi. Bana: “Çocuk kalplisin, sen büyümüşsün ama kalbin büyümemiş,” derdi. Bir köpek gibi safça inanmıştım sevgiye. Zaten beni ölen köpeğine benzetiyordu. “Onun gibi seviyorsun,” derdi. Köpeğinin öldüğü gün karşılaşmışız. Bunu bir ay sonra öğrendim. Evim, veteriner kliniğine çok yakındı.

Hiçbir zaman güç sahibi olamayacağımı söylüyordu. Güce sahip olmadığım için asıl karakterimi ortaya çıkaramıyormuşum!.. Doğru söylüyordu, hiçbir zaman güçle işim olmadı, hele bundan sonra hiç olmaz. Fahişelerle oturup kalkıyordu, sanırım onlardan öğreniyordu böyle sözleri. Yoo bedenini satarak yaşamıyordu; yalnızca toplumun ötekileştirdiklerine kendini yakın hissediyor, onların dünyasının bir parçası olmaktan mutlu oluyordu. Kira gelirleriyle yaşayan varsıl bir ailenin tek çocuğuydu. Anne-baba ölünce bütün miras ona kalmış.

Aldırmıyordum söylediklerine ama zaman zaman içime bir soğukluk dolduğunu da hissediyordum. Bu his, yaz yağmuru gibi gelip geçiciydi, her ne olursa olsun ben onu seviyordum.

Benim için sevmek yeterliydi; başka bir şeye gereksinimim yoktu. Onun yanında ana kucağında meme emerken uyuyan bir çocuk gibi hissediyordum kendimi, yaşamı, ölümü, savaşı bilmeden, duymadan, yalnızca sevginin sıcaklığını hissederek yaşamak ne kadar büyülüydü. Hissettiklerim coşkun akan su gibiydi. Olumsuzluklar yaşansa da hislerimin dupduru akışı her engeli aşabiliyordu. Duygularımı hiçbir koşulda baskı altında tutmadığım için her daim özgürdüm ama bu özgürlük, doğal olarak saflığı ve savunmasızlığı da beraberinde getiriyordu. Sık sık söylediği gibi belki de hiç güneşte yanmamış, hep gölgede yaşamıştım.

İlkbaharın son günü, yağmurun toprağa gözyaşı gibi aktığı bir akşamüzeri… Onu dağınık saçları, yüzüne akan koyu makyajıyla yerde, hafif nemli toprağın üzerinde kapkara gözlerini boşluğa dikmiş görünce, bende yarattığı korku duygusuyla savaşmak zorunda kalmadan teklifsizce karşısına oturdum. Daha önce böyle bir bakışı hiç görmemiştim. Kesintisiz ve birbirine ulanan acı bir çığlığın ani yükselişiyle, korku içinde bir yandan çığlıktan uzaklaşmak, diğer yandan ne olduğunu anlamak için çığlığa doğru merakla koşmak gibiydi. Bakışlarında tanımlanması olanaksız bir gizem vardı. Bu gizem beni ona doğru hızla çekiyordu. Sanki onun bakışıyla benim bakışım çarpışmış, karışmış, alev almış ve gökyüzünden inen bir kıvılcıma dönüşmüştü. Suskunluk içinde hiçbir şey sormadan konuşmasını bekledim. Bu uzun sessizlik ne merhamet ne şefkat ne iyilik ne anı ne de bir yardımdı. Bu, bizi saran boşluğun içinde devamını, desteğini, yankısını, büyüsünü, ateşini, yangınını, mucizesini arayan bir sessizlikti.

Boşluk, bizi sanki hayalî bir düşün içine hapsetmişti. Bu düş, insanın doğuşu gibi bir mucizeyi çağrıştırıyordu. Tam dokuz ay sürdü ne eksik ne fazla, dokuz ayın sonunda da bütün mucizeler gibi…

Ayağa kalktım: “Eğer isterseniz evim çok yakında, birlikte sıcak bir çay içelim.” Sanki beni duymuyordu. Elimi uzattım kendini geriye çekti ve bir hamlede ayağa kalktı. Bedenini sıkıca saran siyah elbisesiyle çok güzeldi. Güzellik yarışmasından çıkıp gelmiş gibiydi. Birlikte yürümeye başladık. Dar kalçalarıyla erkeksi bir havası vardı. Kapıdan girer girmez: “Nerede uyuyabilirim? diye sordu. Salondaki kanepeyi gösterdim.

“Bana hiçbir şey sormayın! Benim size sormayacağım gibi. İnsanın kendini birine anlatma çabasının boşa kürek sallamak olduğunu öğreneli çok oldu. Sabah gideceğim.” Yüzükoyun uzandı, yüzünü yastığa gömüp, başına battaniyeyi çekti. Uyandığımda gitmişti.

Akşam eve sabırsızlıkla döndüm, sanki beni bekleyen biri varmış gibi. Apartmanın önünde durdum. Çınar ağcının yapraklarından yumuşak bir rüzgâr dökülüyordu. Yüzümde, serinliğini hissettim. Koşarak merdivenleri çıktım. Dairenin kapısını açtım. Derin ve yoğun bir sessizlik vardı, ilk kez evin sessizliğini işittim.

Tam yedi gün sonra karşılaştığımız gün ve saatte kapının zili çaldı. Karşımda duruyordu. Heyecanıma yenilip sarılmak istedim, kollarını kaldırdı avuç içlerini siper ederek durdurdu. İçim büyülü bir umutsuzlukla dolsa da onu gördüğüme mutlu olduğumu söyledim. Gülümsedi. Birlikte yemek yedik, uyudu ve sabah gene gitti. Bir süre böyle devam etti. Hakkında hiçbir şey bilmiyordum, o da benim. Tek bildiğim o geldiğinden beri bedenimin ve evin içinin sıcaklığının değiştiğiydi.

O akşam her şey birdenbire değişti. Karşılaşmamızın üzerinden tam bir ay geçmişti. Kendinden, ailesinden ve karşılaştığımız gün köpeğinin öldüğünden söz etti. Her zamanki gibi ben duygularımla kavga ederken, o hiç tereddüt etmeden yanıma oturdu. Artık hiçbir şeyi önlemek mümkün değildi. Hayatımın en muhteşem günüydü. Korkularım, kaygılarım, umutsuzluğum, bir anda uçup gitmişti. İnsanın beyni mutlu olunca, korku, kaygı ve umutsuzluk gibi hisler bedende kendine yol bulamıyordu. Duygularımın, rüyaların ardına saklanmak zorunda kalmadan, sonunda onun kalbinde kendine yer bulduğunu düşünüyordum.

Onu yanımdan hiç ayırmak istemiyordum. Gidince, öylesine gizli, öylesine şiddetli bir özlem duyuyordum ki böyle anlarda neredeyse katlanılması olanaksız bir gerginlik beni sarıyor ve bu gerginlik, dokunduğum her şeyi dolduruyordu.

Dokuz ayın dolduğu geceydi, beni evine çağırdı. Yardımcısı ben içeri girerken çıkıyordu. Evde ikimizden başka kimse olmayacaktı. Bu dokuz ay boyunca aklımdan bir dakika dahi çıkmamıştı; teninin kokusu, nefes alışverişi, gülüşü, gizemli bakışı, sanki yaşama nedenimdi. Yemek yedik, içki içtik, o sigara içti, sonra masadan kalkıp pencerenin yanınki ikili koltuğa oturdu, ben de yanına.

Saçlarımı okşarken pat diye: “Hayallerin için savaş. Emin ol ki kaybedeceksin ama hayallerin adına sana önereceğim tek zafer budur.” dedi. Zaman zaman böyle yaşanan anla ilgisi olmayan şeyler mırıldanır dururdu. Sonra sustu, bir daha konuşmadı. Başım kucağında, yüzümün yarısı göğsüne yaslı, kalbinin atışını duyabiliyordum. Korkutucu bir sessizlik vardı. Ürkmüştüm. Bu koyu sessizliğin huzursuz derinliğinde nasıl davranacağımı bilmediğim için mi korkuyordum? Yoksa titrememin bir anlamı olmalıydı. Yüzü, gizli bir heyecan ve tuhaf bir karmaşa içindeydi. Rahatsız edici bir alaycılıkla bakan gözlerinin karşısında ürperdim. Yavaşça ayağa kalktım, ona doğru döndüm, öpmek istedim, yüzünü ekşiterek baktı, ben hâlâ gülümsüyordum. O da ayağa kalktı, önce yüzümü sonra omuzlarımı kavrayan parmakları sert ve soğuktu.

“Buradan gideceğim, seni bir daha göreceğimi sanmıyorum. “Hayır!” dedim. Bu öyle bir hayırdı ki sanki onsuz hiç yaşamamışım, dokuz ay önce birlikte dünyaya gelmişiz ve bütün hayatım bu dokuz aydan ibaret gibiydi. Sigaranın dumanını yüzüme üfledi.

“Uyuşturucunun etkisiyle konuşuyorsun, kendinde değilsin.”

“Hiç olmadığım kadar kendimleyim ama artık seni arzulamıyorum. Arzularımı körükleyen başka birisi var. Onun bundan haberi yok ama bu, çok da önemli değil.”

“Hayır! Bunu bize yapma!” Gözlerimin içine ateşe bakar gibi baktı.

“Bizi birbirimize bağlayan hiçbir bağ yok artık. Seni arzulamıyorum.”

“Ben senin varlığınla dolup taşıyorum, farkında değil misin?”

“Aramızdaki ilişki, yalnızca fiziksel bir yakınlaşma ve arzunun tatminiydi.  Benim açımdan derinliğine hiçbir şey yoktu.”

Pencereyi açtı, dışarıdan müzik sesi geliyordu. Geceye veda eder gibi karanlığa doğru uzun uzun baktı. Çantasını alıp kapıya doğru yöneldi. Önüne geçip durdurmak istedim. “Hayır, hayır” diye bağırıyordum.

“Başlarım senin hayırına, senden izin istemiyorum. Gidiyorum. Çekil önümden!”

“Burası senin evin nereye gidiyorsun?”

“Yaşamaya gidiyorum...”

Arzuları söz konusu olunca hayır sözcüğü ona küfür gibi geliyordu. Ben ise, gidişini bir türlü kabullenemiyordum. Sarılıp, sıkıca kavradım. Güçlüydü, kolaylıkla kurtuldu. Antrede birbirimize girdik, hırpalamaya, vurmaya başladı, delirmiş gibiydi. Zaman zaman sınırlarını zorladığı olurdu ama bu seferki farklıydı, çıldırmışçasına saldırıyordu.

İnsanın dehşetinin, öfkesinden çok sessizliğinde yattığını saçlarımı çekerek duvara dayadığında ancak anlayabilmiştim. Sanki nefes alamıyordum. Çeneme kadar inen saçlarımı o istediği için biraz daha uzatmıştım. Korkuyla tuttuğum nefesimi koy vermeyi zorlukla da olsa başardım, daha rahat nefes almaya başlamıştım. Saçımı bırakıp, çantasından çıkardığı silahı çenemin altına dayadı. Delirmiş gibiydi. Delilik, sanırım bir sınır sorunuydu, o sınır aşılınca, her şeyin olma olasılığı güneşin doğuşundan daha gerçek görünüyordu. Biz, tam da o gerçeğin ortasındaydık. Bağırmaya başladı: “Ya gidersin, ya...”

Yaşanan an şaka değildi, gözlerindeki kor, dünyayı alevlendirmeye yeterdi. Korktum... Korkum kaçmak için bana yol gösterdi. “İndir silahı, gidiyorum” diyebildim. Kaçtım, arkama dahi bakmadan uzaklaştım. Koşarken derin derin soluk alıp veriyordum. Ben kaçarken sanki kent de mahalle de sokak da benimle birlikte uzak bir dünyaya doğru kaçıyordu. Nefes nefese koşarken, aslında bir bakıma onun esiri olmuş ve onun arzuları altında ezildiğimi düşünüyordum. Belli ki benim ezikliğime dayanamıyordu. Bunu neden şimdi anlayabildiğime şaşsam da dünyaya yeni ayak basan biri gibi herkese ve her şeye en çok da kendime kırgın, tedirgin ve yabancıydım.

Hiçlikten çıkmış gibi bütün varlığım hiçliğe doğru akıyordu ve ben bu akışı bir türlü durduramıyordum

Sayfa : 10