...
Başlık : Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati
Yazar : Gülçin Göktay

Özcan Karabulut'un Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati[1] adlı öykü kitabı, içindeki beş öyküyle erkeğin ve kadının en insani ve doğal taraflarından biri olan aşkı ve tutkuyu yaşama biçimlerinden söz ediyor. Kitabı alıp okumaya kışkırtan da bu başlık; çünkü hikayeler genellikle  aşka kavuşma arzusunu ve cinselliğe doğru evrilen yolu anlatırken bu cümle o büyülü anların geçiciliğine işaret ediyor ve peri masalından fırlatılıp ayakların yere değdiği gerçek zamanı hatırlatıyor. 

Öyküleri okurken insanın aklına aşk hakkında bazı sorular ve ünlü düşünürlerin söyledikleri gelmiyor değil: Aşkın ya da sevginin kaynağı gerçekten Schopenhaur’un dediği gibi sadece türümüzün devamı için bilinçaltımızda bulunan ve bizi yönlendiren irade midir yoksa toplumsal kültürel psikolojik ögeler de etkili midir bu en önemli varoluşsal durumumuzda?[2] Peki bu insanlık tarihi kadar eski duygu ya da güdü cinsiyete göre değişiklik gösterir mi; yani erkek, doğası gereği aşkta vefasızlığa kadın ise sadakate mi eğilimlidir?

 Her ilgi alanı, aşka kendi penceresinden bakar, doğal olarak. Bilim insanları, aşkı insan beynindeki nöronlarla, salgılanan hormonlarla açıklarken, ünlü psikanalist Lacan aşkı psikanaliz açısından değerlendirerek şöyle der: “Aşkımızı ilan ederek, yani sevdiğimize yüksek sesle dile getirerek, eksiğimizi veririz. Kendimizde bir şeyin kayıp olduğunu, eksik bir varlık olduğumuzu, tüm varlığımızla bir şeyi istediğimizi beyan ederiz. Böyle olduğu halde partnerimize varlık ve tamlık hissi vermeyi başarırız. Aslında (partnerimize) sahip olmadığımız şeyi hediye ederiz..[3] Ünlü düşünür Nietzche, aşk için yapılanın daima iyinin ve kötünün ötesinde olduğunu ifade eder.[4] Ünlü varoluşçu düşünür Sartre’a göre ise;  "Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister. Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister. Düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu.”[5]

Peki, politik bir insanın aşkı yaşaması, anlamlandırması nasıldır? Aşkın politik bir yönü var mıdır? İnsana ait olan her şeyin ideolojik ve politik olduğunu kabul edersek, aşk da  elbette bu özelliklerden payını alacaktır. Bu yazının konusu, Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati kitabının ilk öyküsü olan,  “Gece,  Bir Otel Odasında”  isimli öykü. Politik bir erkeğin duygu ve düşüncelerine tanıklık etmemizi sağlayan öyküde, toplumsal bir proje kapsamında Diyarbakır'a gelen kahramanın bu kentte yaşadığı sıra dışı bir aşk anlatılıyor. Çalışan çocuklarla ilgili bir proje için kente gelen kahramanımız, hiç beklemediği bir anda ve ortamda, Diyarbakırlı, Kürt, evli ve baş örtülü bir kadınla kısa süreli ama yoğun bir ilişki yaşar. Ancak birkaç kez gördüğü fakat çok etkilendiği bu genç kadın, ailesi, kocası ve çevresinin baskısı altında bunalmış, intiharı bile denemiş mutsuz bir insandır. Bu genç kadınla kahramanın paylaşımları, yaşadıkları duyguların yanı sıra, kent halkının kahramana karşı önyargılı tutumu, şehre ait efsaneler, proje konusu çalışan çocuklar, evlerde intihar eden kadınlar, cesetleri tarlalara bırakılan insanlar gibi siyasi ve toplumsal konulara ve yaralara kadar uzanır. Diyarbakır'ın kadim ismi olan Amida, kentin genç kadındaki imgesel izdüşümüdür erkek için ve hayalinde Amida diye hitap eder ona.

Kahramanımız, kentte içine düştüğü savaş ortamı ve toplumsal yansımalarından izlenimlerini kadına aktarırken, sokakta karşılaştığı ve çok etkilendiği küçük bir erkek çocuğunun hikayesini anlatır. Hikayenin adı Üç Pantolon’dur;  bu isim, çocuğun üst üste giydiği üç pantolondan gelmektedir. Bunun nedenini çocuk; “Amcalar pislik yapıyorlar.” diye açıklar kısaca.  Ve o can alıcı soru, vicdan azabıyla birlikte gelir kahramanın aklına: “Amcaların pisliğinden kurtulurum umuduyla üç tane pantolon giyerek her defasında zaman kazanmaya çalışan küçük bir erkek çocuğunun çaresizliği karşısında ne yapabilirsiniz? Susarsınız, yalnızca susarsınız. Sustuk.”  Öyledir. Toplumsal duyarlılığı yüksek olan biri için karşılaşılan, yüzleşilen trajediler bazen öyle ağır, öyle derin olur ki;  aşkın, arzunun, tutkunun üstüne zeytinyağı gibi çıkıverir: “Hikayedeki çocuk bir gölge gibi aramıza girmişti.” 

Çocuklarla ilgili projesi sona eren kahramanımız, kentten ayrılmadan önceki son gecesinde otel odasında, kentte yaşadıklarının iç hesaplaşmasını yaparken, kent te tanıştığı iki Diyarbakırlı gençle konuşmalarını düşünmektedir. Biri şiir yazan, diğeri amatör tiyatroda oynayan gençler, “savaş”larının neden edebiyata yeteri kadar yansımadığını tartışırken, kahramanın yüzüne sorgular gibi bakarlar. Cevabı ondan beklemektedirler. O ise, Mehmetçiğin hazır bekleyen mezarlarının da henüz edebiyata yansımadığını söyleyerek cevaplar bu hassas soruyu,  soranı dehşet içinde bırakarak. Bu cevabı sevdiği kadına anlatınca, onun da olumsuz tepkisiyle karşılaşmıştır: Acılı insanlara bunu nasıl söylemiştir? Halbuki kahramanımızın yaptığı ve kadına açıklamaya çalıştığı vicdan muhasebesinde, asıl önemli olan ve onu öfkelendiren şey,  tek tarafın değil her iki tarafın da ölümüdür, ölümün herkesi, her şeyi içine almasıdır. Genç kadın bunu anlayabilecek midir, ya da anlaması mümkün müdür?

Ölümün kol gezdiği kentten ayrılmaya hazırlanırken, kahramanımız gelmeden önceki insan değildir artık; kentte geçirdiği o kısa sürede gördükleri, yaşadıkları  onu çok değiştirmiştir: “Evet, doğrusunu söylemek gerekirse bu kente gelmeden önceki ben değilim. Buraya aşk aramaya gelmedim. Tabii ki çocuklar için geldim buraya. Bir kadınla, hele başörtülü bir kadınla karşılaşacağım aklımın ucuna gelmezdi. Ama şimdi dönüp baktığımda, sanki duygularımın olgunlaşması için buraya geldiğimi düşünüyorum.” demiştir genç ve güzel kadına. Küçük  erkek çocuğun hikayesi, tüm yürekleri sarsacak  korkunçluğuyla aşkın önüne geçmiştir o anda. Ama aşk susmaz, bencildir, baskındır, egemendir. İstediğini alır yine de. Ertesi gün, her şeyi geride bırakıp gidecek olmasına rağmen:  “Gece onu tek başına bodrum katında bıraktım, öylece, yarı çıplak, ağlamaklı ve umutsuz. Arkamdan diyebildiği tek söz ez jt te hezdıkım oldu. “Ben de seni seviyorum” dedim mırıldanarak. “Seni seviyorum Amida.”

Kadim kente ve tarihteki kadın hükümdarına gönderme yapan Amida ismi, belki de yazarın, tutulduğu genç kadını Diyarbakır’la özdeşleştirmesini anlatmaktadır. İkisi de güzel, hüzünlü ve çaresizdir; batıdan gelen bir entelektüel onlara ne kadar değer verse de, ne kadar sevip arzulasa da sonunda onları ardında, kendi kaderleriyle baş başa bırakıp kendi hayatına dönecektir, döner de…

 


[1] Karabulut,Özcan; Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati; Can Yayınları

[2] Şchopenhauer, Arthur; Aşkın Metafiziği; Çeviren Veysel Atayman; Ayrıntı Yayınları

[3] Fink, Bruce; Lacan’da Aşk VIII. Seminer Üzerine Bir İnceleme; Kolektif Kitap

[4] Nietzche,Friedrich; Herşey Dökülmüş müydü Kelimelere; Çev.Gökhan Doğru, Zeplin Düşünce

[5] Sartre, Jean Paul; Bulantı; Çev.Selahattin Hilav;Can Yayınları

GÜLÇİN GÖKTAY KİMDİR?

Eskişehir doğumlu. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun olduktan sonra, aynı alanda yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Şu anda Nişantaşı Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesinde Dr. Öğretim Üyesi olarak çalışıyor.

Yirmi yılı aşkın süredir öyküyle uğraşıyor. Ankara'da çeşitli okuma-yazma atölyelerine katıldı, Öykü Günleri Derneği üyesi olarak öykü etkinliklerinde yer aldı. Öyküleri ve inceleme yazıları çeşitli dergilerde ve internet sitelerinde yayımlandı, bir öyküsü Sabahattin Ali Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı. Yayımlanan “Gelincik Kutusu” ve “Sazlıkların Arasında” adlı iki öykü kitabı, bir de hâlâ üzerinde çalıştığı bir öykü dosyası var. Bulut Yazar isimli e-edebiyat dergisinin Yayın Kurulunda yer alıyor.

Sayfa : 9