...
Başlık : Eğer kendi yazdıklarımızın bir tür eleştirmenliğini de yapabiliyorsak, kendimizin, yazdıklarımızın, başkalarının yazdıklarının farkında olabiliriz.
Yazar : Aslı Zorba

  • Sizi edebiyata yönlendiren serüveninizden biraz bahseder misiniz?

1970’lerin sonlarında yazmaya başladım. O yıllar, baskıların yaşandığı, toplumsal muhalefetin yükseldiği yıllardı. Yaşadıklarım, okuduklarım farklı boyutlarıyla etkiliyordu beni. ODTÜ’de öğrenciydim. Ülkenin doğusundan, Erzurum’dan, Atatürk Üniversitesi’nden, politik mücadelenin içinden gelmiştim Ankara’ya. Daha gerilerde, çocukluk, ilk gençlik yıllarımla Adana vardı, çekim alanından kurtulamadığım. Tek bir kitabın olmadığı bir evde doğmuştum. Dükkâna ara sıra gazete alınırdı. Çocukluğum babamın dükkânında, ünlü kabadayıların arasında geçti. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda tutkuyla futbola bağlıydım. Adana Demirspor’un gençlerinde, okul takımında futbol oynadım, gol kralı oldum. Bir de sinemaya tutkum vardı; sık sık Alsaray sinemasına, yabancı filmlerin büyülü dünyalarına kaçardım. Lise yıllarında klasik kitapları okumaya başladığımı anımsıyorum.

Şimdi geriye dönüp baktığımda şunu düşünüyorum: Okumak ve yazmak için Adana’dan uzaklaşmam gerekiyordu galiba. Yine de, bugün yazdıklarımda, romanımda ve öykülerimde bana özgü bir ses varsa, bu sesin Adana’dan, çocukluğumdan geldiğini söyleyebilirim. Adana’nın çekim alanından kurtulamadığımı söyledim. Bu pek öykülerime yansımadı. “Otel Odalarında” ile“Cin Ziyaretleri” öykülerimde “1.5 Adana”dan söz edilebilir! Asıl Adana öykülerini henüz yazamadım.

ODTÜ’ye dönecek olursam; çoğu üniversiteli gibi ben de politik mücadelenin içindeydim ve bir ucundan da edebiyatla ilgileniyordum. Edebiyat hayatımı besliyor, zenginleştiriyordu. Beni şaşırtan, etkileyen yazarlar, şairler oluyor, okuyordum. Eleştiriler, sorgulamalar başladı. Kendimi Edebiyat Kulübü’nde buldum. Kulübümüzün 100’den fazla üyesi vardı. Bir etkileşim ortamında birbirimizi yetiştiriyorduk diyebilirim. Haydar Ergülen, Metin Celal, Gökhan Cengizhan... O yıllardan kalan edebiyatçı arkadaşlarım. Ali Cengizkan da uğrardı kulübe. Dergi bülten çıkarır, şiir öykü söyleşileri yapardık. Şiirin sergilendiğini biliyordum da, sanırım ilk kez biz sergiledik öyküyü. Bu çılgınlık bizi Ankara Öykü Günleri’ne taşıdı.

12 Eylül’le birlikte olağanüstü bir dönem başladı. Yasaklar, tutuklamalar... Bizim kuşak, 78’liler yenilmişti. Bir yıkım yaşanıyordu. 80 öncesine uzanan eleştirilerim, söyleyecek sözüm vardı. Kendimi ifade etme, gerçekleştirme biçimi olarak öyküyü seçmiştim. Yazdıklarımla “Ben de varım,” dedim, “bir de bu var.” Yazdıkça, söyleyeceğim sözü nasıl söylemem gerektiğini fark ediyordum. Kuşağımdan insanların yaşantılarından izler sürüyor, dünyayı değiştiremeyen ama kendileri değişen, her biri bir yerlere savrulan insanların yaşadıklarını, yaşayamadıklarını öykülere taşıyordum… Rahatsızdım. O yıllarda yazmasam olmazdı ( bir şeyler eksik kalırdı, bir şeyler hep eksik kalacak), rahat edemezdim. Yazmasam hiç rahat edemem diyordum yakın bir zamana kadar. Şimdi yazmasam, rahat edebilirim sanki!

  • Öykü türünü gerek kuruculuğunu yaptığınız öykü dergileriyle gerekse fikir babalığını yaptığınız 14 Şubat Öykü Günü ile taçlandıran bir isimsiniz. Bu fikirler ve çalışmalar nasıl doğdu, olgunlaştı ve gerçekleşti?

Öykü dergiciliğimin kaynaklarında 80’li yıllarda çevresinde İzzet Kılıçlı, Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş ve Özcan Karabulut’un bulunduğu Yazıt dergisinin önemli bir yeri olduğunu söylemeliyim. Bununla birlikte ODTÜ ÖTK Edebiyat Kulübü’nde arkadaşlarla birlikte çıkardığımız dergilerin, bültenlerin, öykü yarışmasının ve kütüphanede duvarlar boyunca sergilediğimiz öykülerin de önemli bir pay ı var. Yazıt dergisinin son döneminde, 1992 yılında kurulan Edebiyatçılar Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. O yıllarda bir yandan dernek faaliyetlerini sürdürürken, bir yandan da İnşaat Mühendisleri Odası’nda “Her Pazartesi-Edebiyatçılar Konuşuyor” başlığıyla etkinlikler düzenlemeye başladım. Bu etkinliklerin birinde, öykü dergisi projesini Adnan Özer’le paylaştım. Proje Adnan’ın ilgisini çekti ve Düşler Öyküler’i çıkarmaya karar verdik. Derginin hazırlıkları öngördüğümüzden uzun sürdü. Bizden altı ay kadar önce Adam Öykü çıkınca, Düşler Öyküler dergisini “iki üç daha fazla öykü dergisi” sloganıyla Nisan 1996’da yayımladık. Emek yoğun bir çabayla Düşler Öyküler’i çıkarabiliyor, dergi çıkaran arkadaşlarımızın yakından bildiği zorlukları yaşıyorduk. Bir yandan da bir başka düş kurmuştuk: Ankara Öykü Günleri.

Düşler Öyküler dergisi olarak Ankara Öykü Günleri’ni başlatırken; Ankara’nın, edebiyat ve sanat etkinliklerinin yoğun biçimlerde gerçekleştirildiği bir kent olması, ülkemizin sanat ve kültür dokusuna sahip çıkması, etkinliklere geniş bir edebiyat-sanatsever kitlesinin katılımının sağlanması gibi gerekçelerimiz de vardı. Edebiyatçılar Derneği’ni Ankara’da kurmuştuk, Ankara’nın zengin bir edebiyat dergisi geleneği de vardı: Seçilmiş Hikâyeler, Türkiye Yazıları, Yarın, Yazıt, Yeni Olgu, Oluşum, Sesimiz, Edebiyat ve Eleştiri gibi pek çok dergi Ankara’da yayımlanmıştı, örneğin. Pek çok yazar Ankara’dan geçmişti, yine pek çok yazarın bir Ankara’sı vardı. Ankara, bu ve benzeri gerekçelerle ‘öykü hareketi’nin merkezi, Ankara merkezli bir öykü dergisini ve öykü günlerine sahip olmayı hak ediyordu, bizce.

Ankara Öykü Günleri üçüncüsünden itibaren uluslararası bir nitelik kazandı. Bizim on altı kez yaptığımız öykü günlerinde pek çok ülkeden onlarca yazar Ankara’da buluştu, öykünün en büyük buluşması gerçekleşmiş oldu. Ankara Öykü Günleri Ankara’dan başlayarak Diyarbakır’a, İzmir’den Antalya’ya, Çanakkale’den Antakya’ya, Gazimagosa’dan Lahey, Roterdam, Amsterdam, Köln, Frankfurt, Duisburg ve Wuppertal’e geniş bir coğrafyaya uzandı. 1985 yılında Martin Grelle tarafından kurulan ve her yıl bahar aylarında Fransa’nın Saint Quentin kentinde yapılan Saint Quentin Öykü Festivali’nin uzun bir süredir yapılamadığını biliyoruz. İzmir ve birkaç kentimizde öykü günleri düzenlenmeye devam ediyor. Ankara’da da yeniden başladı. Uluslararası Ankara Öykü Günleri şimdiden dünyanın en eski ve en köklü festivali olma özelliğini koruyor.

1996’da İstanbul’da çıkardığımız Düşler Öyküler dergisi, 1997’de Ankara Öykü Günleri’ni başlatmış, öykü günleri Ankara’dan başka kentlere, başka ülkelere geniş bir coğrafyada yaygınlaşmıştır. Ankara Öykü Günleri, Kasım 2003’te 69. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’nde onaylanan Dünya Öykü Günü’nü doğurmuştur. Ankara’da düzenlediğimiz bir öykü’forum ile 14 Şubat’ın Dünya Öykü Günü olarak kutlanmasını önerdim. Bu öneri, Türkiye’nin dört bir tarafından foruma katılan öykücüler tarafından kabul edildi.

14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün Uluslararası PEN tarafından kabul edilmesi için öncelikle Türkiye PEN Merkezi’nin projeyi Uluslararası PEN Kongresi’ne taşıması gerekirdi. Ben aynı zamanda Türkiye PEN Merkezi’nin üyesiydim, daha sonra yöneticiliğini de yaptım. Öte yandan şunu da söylemeliyim ki, Edebiyatçılar Derneği başkanı iken Uluslararası PEN yöneticilerini Ankara Öykü Günleri’ne davet etmiştik. Uluslararası PEN’in Genel Sekreteri Terry Carlboom, Çeviri ve Dil Bilimsel Haklar Komitesi Başkanı Kata Kulavkova ve başka yöneticileri öykü günlerini gördüler, çok etkilendiler. Onlarla Türkiye’nin başka kentlerinde, örneğin Diyarbakır’da ortak projeleri hayata geçirdik. Diyeceğim, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün uluslararası düzeyde kabulü için alt yapıyı kurmuş, bizim ülke PEN’ini de harekete geçirmiştik. 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısı olarak 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’ne davet edildim. 13-20 Haziran 2005 günlerinde Slovenya’nın Bled kentinde yapılan 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’ne, Dünya Öykü Günü projesini PEN’in ve UNESCO’nun ilkelerine göre geliştiren Aysu Erden ile birlikte katıldık. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantısına katılarak bir konuşma yaptım. P.E.N. prosedürü gereği Dünya Öykü Günü projesi ikinci kez gündeme alındı ve önce Komite, daha sonra P.E.N. Delegeler Meclisi tarafından oylanarak kabul edildi. Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi 10. Ankara Öykü Günleri’nin uluslararası düzeyde kutlanması yönünde bir de tavsiye kararı aldı.

Öykü dergilerine dönersek: İmge Kitabevi patronluğunda İmge Öyküler çok daha kalabalık bir kadroyla Şubat 2005’te yayın hayatına başladı. Öykücü, dergi yayın yönetmeni, eleştirmen, dün-bugün adını bildiğimiz hemen hemen kim varsa, dergide yerini aldı. İmge Öyküler, Düşler Öyküler’in başlattığı öykü günlerinin, öykü günlerinin doğurduğu 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün birikimine, deneyimine, felsefesine olduğu kadar, öykücülüğümüzün ve öykü-edebiyat dergiciliğimizin birikimine de dayandı. Bir örgütlenme biçimi, projeleri kurumsallaştırma biçimi olarak da İmge Öyküler’in farklı bir anlayış doğrultusunda yayımlandığını düşünüyorum. Köşe yazıları, dosyalar, soruşturmalar, öykü forumlar, haberler, öykü atölyesi, öyküler, çeviri öyküler, kuramsal yazılar bunun birer göstergesi oldu, bence.

Dünyanın Öyküsü dergisi Şubat 2012’de Heyamola yayınlarının patronluğunda çıktı. İmge Öyküler dergisi ve deneyimi için söylediğim şeyler Dünyanın Öyküsü için de geçerli. Dünyanın Öyküsü’nde de sistematik olarak kendi çizgimizi geliştirmeye çalıştık, aramıza yeni arkadaşlar da katıldı. Patronlu bir dünyada yaşadığımız bir gerçek. İmge Öyküler’in sürmesi için, patronun kaygılarıyla derginin kaygılarının örtüşmesi gerekiyordu. Dünyanın Öyküsü dergisinde de, patronun kaygılarıyla derginin kaygıları bir yerden sonra örtüşmedi.

En sonunda14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisini Şubat 2014’te çıkararak kendi işimizin “patronu” olmak zorunda kaldık. Kurduğumuz düşler, geliştirdiğimiz projeler, ulusal ve uluslararası düzeylerde gerçekleştirdiğimiz etkinlikler öykücüleri hiçbir dönemde olmadığı kadar eylemli kılmıştır. Öykü edebiyatı ortamının canlanmasına da katkıda bulunan bu eylemlilik bizi kurumsal kimliğiyle, biçimiyle, içeriğiyle yeni ama farklı bir öykü dergisi projesine, bunun kadar önemlisi öykü derneği fikrine taşıdı. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği‘ni, bizim yirmi yılı aşkın bir sürede geliştirdiğimiz ne varsa, hepsini içine alan bir çatı örgüt olarak kurguladık. Başka bir deyişle dernek; dergi, öykü günleri, 14 Şubat, edebiyat atölyeleri vb. Tüm etkinlik alanlarımızı bütüncül bir biçimde tamamlama arzusunun somut bir ifadesi, somut bir ürünü oldu. Kendi dergimizin ve derneğimizin patronu olurken, bir model geliştirebilmiştik. Bu modelin sürdürülebilmesi için derneğin istikrarlı biçimde yoluna devam etmesi gerekiyordu.Üçüncü yılımızdan sonra istikrarı sağlayamadık ve dernek çatısı altındaki bütün faaliyetlerimize son vermek zorunda kaldık.

Düşler Öyküler dergisinden başlayarak çıkardığımız dört dergiyle öykü edebiyatı ortamına yaptığımız en büyük katkı, birbirini doğuran projeleriyle, gitgide kurumsallaşan etkinlikleriyle , bir yazınsal tür olarak öyküyü yerelden ulusal düzeye, ulusal düzeyden uluslararası düzeye taşımamız, edebiyat kamuoyunun gündemine getirmemizdir. Elbette yeni öykücüleri gün yüzüne çıkararak, kuramsal yazılara yerv ererek, usta öykücülerimizle söyleşerek, farklı formatlarda dergiler çıkararak öykücülüğümüze ve öykü dergiciliğimize de kendimizce katkıda bulunduk. Diyeceğim, arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Ankara Öykü Günlerive14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinliklerinin öykü dergileriyle birlikte öykü edebiyatı ortamını canlandırdı ve bir yazınsal tür olarak öykü belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar altın dönemini yaşadı.

  • Neden öykü?

Belli bir zaman diliminin, belli mekânların, unutamadığım yüzlerin çekim alanından kurtulamadığım için yazıyordum. Mekânlar / yüzler / kelimeler / cümleler beni biçimlendiriyor, okur-yazar kimliği veriyor, bakış açımı farklılaştırıyor, eleştirel tutum kazandırıyor, arayışa zorluyordu. Başka yazarları tanıdığım, başka öykü atmosferlerinin içinde yol alabildiğim, üslupların içinde kendime özgü bir üslup geliştirebildiğim, seslerin içinde kendi sesimi bulabildiğim, binlerce kelimenin içinde kendi kelimelerimi seçebildiğim ölçüde, “benim yazdıklarım da var” diyebiliyordum.

Sürekli hareket halindeydim, hep bir yerlerden bir yerlere yetişmeye çalışıyordum. İlgi alanlarıma ve hayat tarzıma uygun olduğu için öykü yazıyordum. Öykü yazarak parçalarımı topluyordum. Öykü yazarak, kendimi, insanı, dünyayı anlamaya ve yorumlamaya çalışıyordum. Benim için öykü yazmak; hayatın trajik akışına rağmen imkânsızı isteyebilmek, suları tersine akıtabilmek gibi bir şeydi. Yazdıkça, yaşadıkça, okudukça; niçin yazdığım, niçin öykü yazdığım sorusuna farklı cevaplar vermeye başladım.

Her yazarın söylediği bir söz, ısrar ettiği temalar, dünyadan alıp, dünyaya fırlatıp attığı bir şeyler var, bence. İnsana dair temel gerçeklikler değişmiyor. Israr ettiğiniz temalar da. Aşk mı yeni, hüzün mü, mücadele mi, yoksa ölüm mü yeni bir şey? Dünya aynı insanoğlunun, ama onun farklı hikâyesinin serüvenini gösteriyor bize. Farklı hikâyelerin izini sürmek için öykü yazıyorum.

Öykü yazarken, baştan sona, sondan başa doğru “en iyi düzen içinde, en iyi sözcüklerle” uzun bir cümle kurmaya çalışırım. Bazen öykünün ilk cümlesini yazarım, bazen son cümlesini, bazen ortasından bir yerden başlarım öyküye. Bir öyküyü bitirdiğimde bir daha yazamayacağım duygusuna kapılırım. Bu duyguyu her defasında yenmek için öykü yazıyorum. Öykü yazarken hep yazınsal türler arasında dolaştım; günceyle denemenin, şiirle oyunun… Öyküyü romana geçilecek bir tür değil de, şiire yakın ‘melez’ bir tür olarak görürüm. Melezliğin tadını çıkarmak, öyküyü elime avucuma sığdırmak için öykü yazıyorum.

Toplumun farklı kesimlerinden gelen gündelik hayat kahramanı kadınları ete kemiğe büründürmek, aşk ve bedeni birbiri içinde ve aynı cümlelerde buluşturmak için öykü yazıyorum. Bana tersini söyleme zevkini öykü verdiği için öykü yazıyorum. Başka öykücülerin yazamayacaklarını yazmak için öykü yazıyorum. Dünyayı kendi arzuma göre değiştirip düzeltmek için öykü yazıyorum. Hayata, “senin sırlarını, tuzaklarını biliyorum” diyorum. Aslında öykü yazarak imkânsız bir şeyi istediğimi biliyorum.

Ben bir öykücüyüm. Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanını yazsam da, benim yazınsal türüm öykü. Öyküyü hayat tarzıma uygun bir tür olarak görüyorum. Üniversite yıllarından, ODTÜ günlerinden bu yana bu böyle. Öyküyü önemsiyorum, öykü yazan insanları önemsiyorum. Yazılan, yayımlanan öykülerin değerlendirilmesi edebiyat eleştirisinin işidir (elbette bizim de işimiz) ama ben kendi payıma üç öykü yazmış, adı duyulmamış insanları önemsiyorum. Bizi yazar örgütlerine, öykü dergilerine, öykü saatlerine, öykü günlerine taşıyan bu anlayış, bu serüven oldu. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunu daha iyi görebiliyorum. Biz Düşler Öyküler’i çıkarırken, hatta Düşler Öyküler’den de önce, Ankara’da usta öykücüleri, genç-yeni öykücüleri “öykü saati” adını verdiğimiz etkinliklerde buluşturarak, öyküler okuyor, öyküler üzerine konuşuyorduk. Arkadaşlarımız öykü saatlerine büyük bir ilgi gösteriyorlardı. ODTÜ pratiği öykü saatlerine, öykü dergisine, Ankara Öykü Günleri’ne, 14 Şubat Dünya Öykü Günü projesine taşıdı bizi.

Öykü nedir? Sorusuna Bilge Karasu’nun,“Öykünün tanımını, kuramını değil, kendisini arıyorum. Her yazdığım öykünün ne olabileceği üzerine bir arama çabası,” diye yanıtlaması boşuna değildir. Arayan belasını da mevlâsını da bulur. Burada, Bilge Karasu’nun arama çabasına vurgu yapması dikkat çekicidir. Bilge Karasu başka bir öykücünün arayıp bulduğunu niye bulsun, bulup da kendi ölümünü hazırlasın ki? Nitekim, Bilge Karasu kendine özgü öyküler yazmış ve bu öyküler kimi zaman “metin”, kimi zaman “anlatı”, kimi zaman “öykü” olarak kabul görmüştür. Öykücülerden Sait Faik’in, Orhan Kemalin öyküleri gibi öyküler yazmaları beklenebilir mi? Öyküde gelenek bu şekilde oluşabilir mi? Sait Faik, Bilge Karasu gibi öykücüler eleştirmenlerin beğenilerini, okurların öykü okuma alışkanlıklarını da sarsmamışlar mıdır? “Melez öykü”ler yazdığımı çok önce açıklamıştım… Bir keresinde şunu yazmıştım: Yazar sayısı kadar yazma nedeni var. Mümkünse, öykücü sayısı kadar öykü tanımı olmalı. Getirebilirse, her öykü yeni bir tanım getirmeli, tanımın sınırlarını zorlamalı. Siz aramazsanız, başkaları zorlar. Aramazsanız, zorlayamazsınız. Ben kısa öyküyü “melez tür” diye nitelendirirken, öykünün romanın dışındaki yazınsal türlere açık olduğuna, diğer yazınsal türlerle etkileşime girebileceğine, farklı arayışlara, farklı biçim denemelerine bağlı olarak gelişen, çeşitlilik gösteren bir yazınsal türe işaret etmiştim. Bu yazınsal tutumumla, “melez öykü” diye bir tanım denemesinde bulunarak, kendi öykümün, kendi arayışlarımın ipuçlarını vermiştim. Yazmakta olduğum “melez öykü”nün, benden önce yazılmış, beğendiğim beğenmediğim, hatta kıskandığım öykülere bir tepki olarak da yazıldığının anlaşılmasını isterim. Öykülerini okuyarak öykü yazdığım ustaların hakkı baki kalmak üzere, küçük bir itiraz hakkı, hiç olmazsa okurunki kadar.

  • Bazı edebiyatçılar öyküyü, yazarı romana götüren bir öğretici olarak tanımlıyorlar? Sizce de böyle mi?

Bilge Karasu’nun bütün zamanlar için geçerli olabilecek yanıtını unutmadan, geçen on yıllık dönemlerde öykü üzerine söylenenleri, yazılanları anımsayalım: “Öykü sözcük anlamına bakılırsa bir ya da birkaç olaya dayanan bir anlatı biçimidir. Benim anlayışıma göre öyküde olayın önemi eski değerini yitirmiştir. Olay yok mudur? Vardır, ancak eskisi değin vurucu nitelikte değildir. Bakın Sait Faik öykülerine, bir bölüğü kendi kendine konuşmalar biçimindedir.”

Bir yazarımız öyküyle romanı şu şekilde karşılaştırıyor: “Roman çok daireli bir apartmansa öykü tek daire bir evdir. Roman kısa, öykü uzun da yazılsa bu ölçü değişmez.”

Bir yazarımız, “Tanımın sınırlarını muhafaza etmezseniz başka bir türe girersiniz; ya mensur şiir, ya anı, ya izlenim ya deneme ya da parça parça bunları yan yana getiren mozaik bir metin,” diyor.

1980’lerde yazılan öyküye tepki olarak yazılmış şu cümleye dikkat çekelim şimdi de: “Bugün şiir, öykü, anlatı, metin arasında hemen her türlü sınır kalkmıştır.”

Öykü nasıl yazılır sorusuna bir yazarın yaklaşımı ise şöyle: “ Öykü bir tipten, yaşanmış bir halet-i ruhiyeden, duyulmuş bir olaydan çıkacak, bunların yoğun bir anlatımı olacak.”

Bir başka yazarımız, “öykü, romana, şiire, oyuna en açık yazın türü, öyküyü kesin sınırlanmış bir alana oturtmamalı”, diyor.

Bir başka yazarımız, “ Benim yazdıklarım bir başlangıç, gelişme ve sonuç çizgisi izlemiyor, daha çok şiirsel bir atmosfer oluşturmaya çalışan yazılar. Yazın türleri arasında bence keskin sınırlar yok, önemli olan tür değil, yazmak, kurmaca bir dünyanın içinde bir üslup geliştirebilmektir.”

Bir başka yazarımız, “Öykü ile roman anlatı türünün iki ana kolu gerçekte. Benzerlikleri karşıtlıklarından çok daha fazla. En belirgin karşıtlıkları da, ne denilirse denilsin, uzunluk / kısalık karşıtlığı.”

Bir başka yazarımız, “Benim ilk romanım “Ölmeye Yatmak”da, o günün alışılmış roman kalıpları karşısında çok şaşırtıcı bulunmuştu. Çünkü burada anı, günlük, mektup, gazete haberi, ilanlar, belgeler, şiir, şarkı gibi birçok türü bir arada kullandım,” diyor.

Victor Shklovsky, “Öykü romandan çok daha fazla bir biçimde sona yöneliktir,” diyor.

Cortazar’ın öyküye yaklaşımı Shklovsky’e benziyor:” Roman puan toplayarak, öykü nakavtla kazanmak zorundadır.”

Dikkat edilirse, öykü genellikle kendi dışındaki türlerle, özellikle şiir ve romanla karşılaştırılarak, bu iki türle yakınlığı ve uzaklığı ortaya konarak tanımlanmaya çalışılıyor. Bu durum, öykünün diğer yazınsal türlere göre genç oluşuyla, başka yazınsal türlerle etkileşimde bulunmasıyla, öykü için çok değişik diziliş taktiklerinin (kuruluş biçimlerinin de diyebiliriz) mümkün olmasıyla açıklanabilir mi?

Yanıtı Erna Kritsch Neuse’un şu sözlerinde aramamız gerekiyor belki de: “Kısa öykü modern yazında biçim deneyidir.” Neuse, kısa öyküyle şiir arasında analoji kurarak, “Kısa öykünün kuruluşu çoğunlukla şiirde olduğu gibi yüzeyde değildir; tersine gizlidir ve okurun girişeceği yaratıcı bir eylemle ortaya çıkarılmayı bekler” diyor.

Neuse’un bu yaklaşımından hareketle şu soru sorulabilir: Kısa biçimi gereği dilin en sanatlı biçimde kullanımı, şiirin kuruluşuna benzer kuruluşu, bir düzyazı biçimi olan öykünün şiire yakın bir tür olarak ortaya çıkışını sağlıyor olabilir mi? En güzel öykülerin teknik açıdan romandan çok şiire yakın düştüğüne inanan Edgar Alan Poe’ya ve Faulkner’a bakarak, bu soruya evet yanıtı verilebilir.

“Öykü nedir?” sorusuna, “Öykünün tanımını, kuramını değil, kendisini arıyorum. Her yazdığım, öykünün ne olabileceği üzerine bir arama çabası,” yanıtını veren Bilge Karasu’nun arama çabasının kaynaklarında onun Gogol, Çehov, Sait Faik okumalarının, başucu yazarlarının, başucu kitaplarının, başucu kitaplarında yer alan bir tek öykünün olsun katkısının olmadığı söylenebilir mi? Başka yazarları tanıdığınızda, başka öyküleri okuduğunuzda, aslında kendinizi tanıyıp ne yapmakta, neyi aramakta olduğunuzu daha iyi anlamıyor musunuz?

Bana gelince; yazınsal türümün sadece öykü olduğunu düşünüyordum. Sonunda ben de bir roman yazdım: Amida, Eğer Sana Gelemezsem. Diyarbakır’dan dönmüştüm ve kentin, yüzlerin, sözlerin etkisi altındaydım. Yazmadan rahat edemeyeceğim temalar vardı kafamda. Toplumsal hayatımızla, kadınlarla ve erkeklerle ilgili bu temalar yazmak için kamçılıyordu beni. Bir ya da birkaç öykü yazıp Diyarbakır’dan kurtulabilirdim. Elim ne zaman öykülere gitse, kendimi bir romanın içinde buluyordum. Kendini duyuran temalar bana bir roman dayatıyordu. Cortazar’ın deyişiyle, bu kez bir boks maçında olduğu gibi nakavtla değil de, puan toplayarak kazanmayı deneyecektim. Arka planda çocuk işçilerin olacağı, aşkı, ölümü, şiddeti ve Diyarbakır’ı anlatan çok katmanlı bir romandı bu. Öyküler yazarak Diyarbakır’dan kurtulamayacağım için Amida romanını yazdım.

Roman, kesinlikle araştırma yapılmasını gerektiren bir tür. İki yolculuk arasında bir çırpıda roman yazamıyorsunuz. Roman, mümkünse yirmi dört saatinizi istiyor. Romana yoğunlaştığım yıllarda ikinci bir öykü yazamadım ne yazık ki. Okuduğum iyi romanlar da Amida’yı geciktirip durdu.

Şu ‘geçiş’ ya da ‘öğreticilik’ meselesine gelince… Öykü, romandan çok şiire, oyuna, denemeye yakın ‘melez’ bir tür bana göre. Nerden, nasıl yola çıkarsanız çıkın, temalar ne olursa olsun, romanın öyküden farklı bir yapısı var. Öykü, romana geçilecek yazınsal bir tür değil.

Bana kendini duyuran temalar, karakterler, Diyarbakır daha uzun bir cümleyi (romanı) dayatmasaydı, birkaç öykü yazıp gırtlağımı sıkan şeylerden kurtulabilirdim belki. Cortazar’a göre, roman puan toplayarak kazanıyor, öykü ise nakavtla kazanmak zorunda. Cortazar’ın deyişiyle, bu kez puan toplayarak kazanacaktım. Bu kez insanda ve hayatta trajik olanı romanla anlatacaktım. Nerden, nasıl yola çıkarsanız çıkın, temalar ne olursa olsun, romanın öyküden farklı bir yapısı var. Roman, yüzlerce güzel sözcüğe, sağlam bir kurguya, küçük hikâyelere, olaylara, olay kırıntılarına, (ne kadar uzak durursanız durun) diyaloglara, felsefeye (hatta metafiziğe), psikolojiye, matematiğe, araştırmaya ve daha pek çok şeye ihtiyaç duyuyor. Sanki roman, sırların peşinden koşan, bunu yaparken de yaratıcısını Tanrı’ya yaklaştıran, ama yine de arasına mesafe koyan, Tanrı’nın bilmek isteyebileceği, ama değiştiremeyeceği bir tür. Amida’yı yazarken, Edgar Allan Poe’nun roman için “akıl almaz bir tür” deyişi kafamı çok kurcalayıp durdu. Romanın akıl almaz bir tür oluşu, romanın lirizmi şiiri, öğreticiliği tarihi, metafizik sorunları tartışma ve algılatma derinliği felsefeyi, insan ruhunun derinliklerine inişi psikolojiyi, toplumsal sezgisi sosyologları, kurgusu matematikçileri kıskandırmasından mı acaba? İtiraf etmek gerekirse, roman yaratıcılığının, türlerin ve ‘şeyler’in yaratıcılarını da kıskandırabileceğini düşündüm. Diyeceğim, roman, trajik olanı yansıtmada öyküden farklı olarak çok daha fazla karaktere, olaylara, iç monologlara, iç gözlemlere, karşılıklı konuşmalara, anımsamalara, araştırmalara, ayrıntılara, aforizmalara, çoğul anlatımlara ve daha birçok şeye olanak sağlıyor.

Yine de şunu söylemek isterim: “Kusursuz bir tür” olan öykü geleneğinden gelmem, romanım için belli avantajlar sağlamış olabilir. Farklı diziliş taktikleriyle her sözcüğün, her cümlenin çok önem kazandığı, farklı biçimlerin denenebildiği, anlamın çok zaman yüzeyde değil, tersine derinde olduğu bir yazınsal türden geliyorsanız, romanınızın çok daha “zengin” olması beklenir, değil mi? En azından Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanım için böyle olduğunu düşünüyorum.

Amida’yı yazmak çileli ve bir o kadar da zevkli bir uğraştı. Öykücüler bana kızmasın; roman yazmak her şeyiyle tam bir yazarlık haliydi, sanki roman yazmak yazarlığa çok yakışan bir tür gibi gelmişti bana. Artık romanın çekim alanından kurtulmam kolay değil, elbette öykülerin yanı sıra roman da yazmak isterim.

  • İlk romanınız Amida Eğer Sana Gelemezsem ile 2008 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandınız. İlk romanınızla bu başarıya ulaşmak ne hissettirdi?

Edebiyat, insanın ve hayatın trajedisini anlatır. Kendinizle, ötekiyle, insanla ve hayatla bir derdiniz yoksa yazmazsınız, bence. Edebiyat, iyiyi, doğruyu ve güzeli doğrudan göstermeyebilir. Edebiyat, dünyayı yaşanılır bir yere dönüştürmez belki. Ama, kötüyü, yanlışı ve çirkini gösterebilir. Samimiyetle bunları yapabilir en azından. Kimi yazarlar edebiyatı salt bir oyun, kurmaca bir metin görebilirler. Ama yazarın ayağı biraz yere basmalı, yazar suya sabuna dokunmalı, değil mi?

Amida romanıyla beni rahatsız eden bir değil, birden fazla temayı anlatmak istedim. Öncelikle, aşkı ve yalnızlığı. Sonra, ölümü, şiddeti ve Diyarbakır’ı. Arka planda çocuk işçileri. “Kadınlar senin için ölsün” cümlesinin uzun bir anlatıya dönüşmesini serüvenini. Amida Eğer Sana Gelemezsem romanıyla suya sabuna dokunduğumu düşünüyorum. Amida’yla içime sinen bir roman yazdım ve bu roman Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. Öyküleriyle ve öykü kitaplarıyla çeşitli ödüller almış benim için bu roman ödülü de hiç kuşkusuz sevindirici ve motive edici oldu. Bu vesileyle ödül kurumu için birkaç şey söylemek isterim: Ödül kurumu, ödülü kazananlar ve ödülü verenler adına kusursuz bir şey değildir. Hoşumuza gitse de, sevinsek de, başarının ölçütü her zaman ödül almak değildir. Bana göre her yazar, her şair ne yazdığını, nasıl bir yapıt ortaya koyduğunu bilir ya da bilmesi gerekir. Eğer kendi yazdıklarımızın bir tür eleştirmenliğini de yapabiliyorsak ,kendimizin, yazdıklarımızın , başkalarının yazdıklarının  farkında olabiliriz.

İlk öyküm “Gecedeki Sevgili”den son yazdığım öykü kitabı Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati’ne, ODTÜ Edebiyat Kulübünden kurucularından biri olduğum Edebiyatçılar Derneği’ne, Sait Faik’ten Cemal Süreya, Çehov’dan Cortazar okumalarına, ODTÜ’de çıkardığımız Yasak, Vurgu dergilerinden, 90’lı yıllarda çıkardığımız Düşler Öyküler, İmge Öyküler, Dünyanın Öyküsü dergisi ve 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisine, Ankara Öykü Günleri’nden 14 Şubat Dünya Öykü Günü’ne fikir babalığını yaptığım, başlattığım ve sürdüğüm ulusal ve uluslararası projeler, yazdıklarım, okuduklarım, yaşadıklarım beni besledi, zenginleştirdi, olgunlaştırdı. Edebiyatı, öyküyü aynı zamanda bir ilişki biçimi olarak algıladım, yaşadım. Bu süreçte yazıyla yaşamı birbirine feda etmemek gerektiğini de öğrendim. Başka şeyler de öğrendim: Okuyacaksın, yazacaksın, arayacaksın, düşleyeceksin, düşlediklerini yazıp yaşayacaksın, başta kendi yazdıkların olmak üzere başkalarının yazdıklarını kolay kolay beğenmeyeceksin, ve hep bir derdin, bir kavgan, bir serüvenin, bir heyecanın ve aşkların olacak.

İşte benim öykülerim, işte benim romanım, işte benim temalarım, işte yazarlık serüvenim... İşte benim asıl ödülüm bunlar.

  • Amida Eğer Sana Gelemezsem bana göre anlatım diliyle, konusuyla elimden bırakmadan okuduğum çok etkileyici bir romandı. Ve edebiyat dışındaki çalışma alanlarınızın etkisi romanda hissediliyordu. Sizce bir yazarın yaşantısının, kaleme aldığı eserlerin kurgularında ağırlığı ne kadardır?

Yaşadığını yazmak konusu, bizim edebiyatımızda üzerinde durulan, merak edilen konulardan biri olagelmiştir. Romanda, Hasankeyf’te geçen bir sahne var: Amida, “İnsan yaşadıklarını yazmasa neyi yazabilir ki?” diye sorar. Arat’ın bu soruya yanıtı şu olur: ”İnsan istese bile yaşadıklarını yazamaz. Yaşadıklarımızdan yola çıksak bile başka bir şey yazarız aslında.” Amida bu yanıtla yetinmeyince, “Beni çok sıkıştırıyorsun, canım,” der Arat. “Kendimi bir gün Bükreş’te bulmasaydım, Carmen adında bir kadını tanımasaydım ve Carmen’in bana söylediği bir cümle olmasaydı, yazma düşüncesi kafamda olgunlaşmayacaktı belki de. Belki, seninle bile karşılaşmayacaktık.” Arat’a katılıyor ve onun gibi ben de sözcüklerin, cümlelerin gücüne inanıyorum. Roman, Italo Svevo’nun şu sözleriyle okura sunulur: “Ve işte böyle peşlerinde koşa koşa o görüntüleri yakaladım. Şimdi onların benim icadım olduğunu biliyorum. Ama uydurmak yaratmak demektir, yalan söylemek değil.” Sorunun yanıtlarından bir tanesi Svevo’nun bu sözlerinde karşılığını buluyor. Öte yandan, otobiyografik öğelerin en az otosansür kadar edebiyata dahil olduğunu düşünüyorum.

2001 yılında çocuk işçilerle ilgili bir proje nedeniyle Diyarbakır’a gittim. Bu benim Diyarbakır’a ilk yolculuğumdu ve kentten hiçbir yerden etkilenmediğim kadar etkilendim. Sonra, çeşitli toplantılar nedeniyle Diyarbakır’a sık sık gitmeye başladım. Yazmadan kurtulamayacağım temalar vardı kafamda. Bir iki öykü yazıp kurtulabilirdim. Nitekim bir öykü yazdım da. Öykünün adı, Gece, Bir Otel Odasında’ydı. Öykünün teması, alt temaları romanın da temalarıydı. Gece öyküsünü yazarak beni rahatsız eden temalardan kurtulamadım. Amida, çocuk işçiler, Diyarbakır bana bir öyküden daha fazlasını dayatıyordu. Elim ne zaman yazmayı düşündüğüm öteki öykülere gitse, kendimi uzun bir anlatının içinde buluyordum. Bu bir romandı. Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanının bir cümlenin, bir kentin, bir aşkın romanı olacağını ve çocuk işçilik sorunlarına odaklanacağını biliyordum. Kent Diyarbakır olunca, Kürt sorununu ve daha birçok şeyi işlememek olmazdı… Çocuk işçilik ile sendikal meselelerin yan yana gelmesini doğal karşılamalı. Öte yandan, romanın kadın karakterlerinden Dilşa adının Amida’yla yer değiştirmesi, Amida’nın başının kapalı olması benim için de şaşırtıcı oldu, diyebilirim. Kadın hükümdar Amida’yı kapalı kadın imgesiyle günümüzün Diyarbakır’ına taşıdım. Diyeceğim, başlangıçta bu kadar olmasa da, çok katmanlı ve çok konulu bir romanın önünde durduğumun farkındaydım. Birçok yan temayı ise romanın içine girince fark ettim.

Öykülerimde olduğu gibi romanda da aşk sınırda, uçurumun kıyısında bir yerlerde yaşanıyor. Aşk zıtlıkların birlikteliği, güçlü bir örgütlenme biçimi ve cinsellik içeriyor yine. Romandaki aşkın öykülerdeki aşklardan farklı yanı şu olsa gerek: Kadınların ölümünü isteyen Carmen’in cümlesinin bir kehaneti doğrularcasına gerçekleşmeye başlaması ve evli, kapalı bir kadınla aşkın bütün bir Diyarbakır imgesiyle yan yana gelmesi. Birkaç siyasal aktör ya da roman karakteri isim değişiklikleriyle romanda yerlerini aldılar: Rizgari, Anton Dayı gibi. Diyarbakır üzerine araştırma yaparken adlarını andığım bu kişileri fark ettim. Rizgari bana ünlü E tipi Diyarbakır hapishanesini, Anton Dayı ise artık Diyarbakır’da yaşamayan Ermeni kökenli vatandaşlarımızı anımsatıyordu. Yeter ki yolculuk yap, yeter ki insanlarla karşılaş… Rastlantı, insanı en olmayacak kişilere götürebiliyor. “Kapalı kadına” da, devletin adamına da, Ermeni Anton Dayı’ya da, kimliğini gizleyen Simla’ya da…

Demek ki yazarken kendi hayatımdan, başkalarından, gerçekte koca bir hayattan beslenmiş oluyorum. Bir yazar hem yaşadıklarının, hem okuduklarının, hem tanık olduklarının hem de hayallerinin ürünüdür veya toplamıdır. Yazdıklarımız da öyle. Şaşırtıcı karakterler de olsa, yarattığınız karakterler yaşamdaki gibi olmalı, ya da hayatta karşılıkları olmalı… Amida karakteri örneğin; Müslüman, kapalı, evli üç çocuklu, akraba evliliği yapmış, tıpkı hayattaki gibi. Romanda solcu Arat’a aşık olmuş… Nasıl olur diyen okurlar da oldu. Onlara cevabım şu oldu tabii: Yeter ki aşk kapıyı çalsın, yeter ki Amida sokağa çıksın… Sokağa çık ve aşk kapını çalsın. Ne koca dinler ne de çocuk. Romanda aşk, güçlü bir örgütlenme biçimi ve “kapalı kadın” Amida’nın Arat’la yaşadığı aşk, aşk söz konusu olduğunda bunun mümkün olabileceğini gösteriyor bize. Evet, farklı dünyaların insanlarını buluşturmada aşkın üstüne yok. Eğer aşkın gücüne inanıyorsak, aşk Amida’yı Arat’a da götürebilir, devletin adamına da, intihara da… Aşkın Diyarbakır imgesiyle yan yana gelip ölümle yüzleşmemesi mümkün mü?

Diyeceğim, romanla ilgili olarak pek çok şey hakkında araştırma yaptım, bilgi topladım, tanıklıklara başvurdum. Okurda gerçeklik hissi uyandırmak için bu tür karakterlere ve bilgilere ihtiyaç duydum, bazı yan karakterler nerdeyse kendiliklerinden, hikâyeleriyle gelip romandaki yerlerini aldılar. Roman ayağını yere sağlam basıp suya sabuna dokunmaya çalışırken, baştan sona kurguya dayandı elbette. Romanın, katmerli sorunları işlediğini söyleyebiliriz: Öncelikle, aşkı ve yalnızlığı. Sonra, ölümü, şiddeti ve Diyarbakır’ı. Arka planda çocuk işçileri. “Kadınlar senin için ölsün” cümlesinin uzun bir anlatıya dönüşmesini serüvenini.

Öykülerim gibi romanım da, Ankara’da yaşayan, sık sık yolculuklar yapan, bir kentten bir kente, bir alandan bir alana geçen, onlarca öykünün-romanın, onlarca ilişkinin arasında gezinen, toplantılara, mitinglere katılan, hareket halinde yazan bir yazarın yazdıkları. Öykülerim gibi romanımın da beslendiği kaynaklar da çok çeşitli oldu, doğal olarak. Gazete kupüründen de beslendi, tanıklıklardan da. Yaşandığı gibi, uyduruldu, hayali de kuruldu. Öykünün-romanın gerektirdikleri yerine getirilebiliyorsa, oto-biyografi gibi oto-sansür de yazdıklarımıza dahildir.

Arat, dediğiniz gibi, üst anlatıcının kurguladığı bir karakter; yaşadıkların kurgulayan bir anlatıcı aynı zamanda. Romancıyla karakterleri arasında otobiyografik ilişkiler olabilir. Tıpkı oto sansür gibi, otobiyografik öğeler de romana dahildir. Italo Svevo gibi söyleyecek olursak, karakterlerin peşinden koştum, onlar benim icadım. Onları ben uydurdum, ama uydurmak yaratmak demektir, yalan söylemek değil.

Arat, 78 kuşağından, ILO’nun çocuk işçilik programında görevli… Arat, üst anlatıcının kurguladığı bir karakter; yaşadıklarını kurgulayan bir anlatıcı aynı zamanda. Bir ana karakter olarak Arat, kendi hikâyesini yazması için üst anlatıcıyı zorluyor adeta. Kimi zaman üst anlatıcı kendini Arat’ın yerine koyuyor, kimi zaman çalışma masasına çekiliyor…

  • Yazmak belirli bir disiplin gerektirir mi?

Bir yüzden, bir sözden, bir tümceden, bir imgeden yola çıkarak öykü yazarım. Bir olaya, bir konuya değil, daha çok bir temaya gereksinim duyarım. Bu, çeşitli olayların, malzemelerin öyküye girmeyeceği anlamına gelmez de, yazmak için yaşamak, gözlemlemek gerekmez anlamına gelir. Yaşayan ve yazabilen için gereksindiğimiz temalar her yerdedir: Bir kitapta, bir mitingde, bir gazete haberinde, bir otel odasında... Ve bir rahatsızlık duygusuyla, bu temalar yazmak için kamçılar beni. Ben de baştan sona, sondan başa doğru “en iyi düzen içinde, en iyi sözcüklerle” uzun bir tümce kurmaya çalışırım. Bazen öykünün ilk tümcesini yazarım, bazen son tümcesini, bazen ortasından bir yerden başlarım öyküye. Öykünün ilk tümcesi çok önemlidir; ortasından, sonundan öyküye girerim diyorum ya, ilk tümceyi etkili bir biçimde yazamasanız, ilerleyemez, öykünün atmosferini oluşturamaz, öyküyü de okutamazsınız. Bir öyküyü bitirdiğimde bir daha yazamayacağım duygusuna kapılırım. Bir tümce yazdığımda, yeni bir öykünün önünde durduğumu bilirim. Öykü, farklı renklerde, farklı kalemlerden yazılmış kırk elli sayfayı bulan kağıtlardan çıkar (roman yazdığım dönemde kağıtlara yazmaktan uzaklaştığımı söylemeliyim). Esin’in değil, olsa olsa sezgi’nin payı olabilir öykülerimin oluşum sürecinde. Öykü yazarken hep yazınsal türler arasında dolaştım; günceyle denemenin, şiirle oyunun.

Sokağa ve aşka inanırım. İnsanların arasında, yolumda yürürüm. Yazmak için yaşamam, yazmak için not tutmam. Okurken ve yazarken, hayatımdan ve hayatlardan yeterince çaldığımı düşündüğümden, kavgalardan, aşklardan, ilişkilerden çalmam. Yazılacak her neyse, kendini bana duyurup yazdıracağını sezerim. Öykü yazmayı aynı zamanda suları tersine akıtma uğraşı olarak da görürüm. Kendi sesimi bulma yönünde bir arayıştır öykü benim için. Hayattan aldığımı yine hayata fırlatırım. Ve aşkla, sıkı bir işçilikle, iyi bir öykü yazmaya çalışırım.

Bir kentten diğerine hareket halinde olan ve ortalama altı ayda bir öykü yazan bir yazar olarak roman yazmanın yaşantımı köklü bir biçimde değiştirmeye zorladığını gördüm. Yazmaya bir iki hafta ara verdiğinizde, romana yoğunlaşmanız en az bir o kadar zaman alıyordu. Roman yazarken, işinizi gücünüzü bir tarafa bırakın, arkadaşlarınızdan kaçmak zorunda kalıyordunuz, içtiğiniz sigaranın sayısı artıyordu. Kütüphanenizden edebiyat dergileri, şiir ve öykü kitapları kalkıyordu.

Roman; yazarın, özellikle öykü yazarının alışkanlıklarını değiştiren, yazarını dizini kırıp oturmaya zorlayan, yazmak için ondan yirmi dört saatten daha fazlasını isteyen bir yazınsal tür, diyebilirim. Roman çok bencil bir tür, kendisinden başka hiçbir şeye, hiç kimseye izin vermiyor.

Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanını yazdığım yıllarda, özellikle son bir iki yılında, yeni bir romanın bana kendini duyurduğunu söylemeliyim: Bu bir “İstanbul” romanıydı. Hatta bu roman için küçük bir araştırma yapmış, notlar da almıştım. Ama benim ilk roman deneyimim ve çalışma koşullarım bu yeni romana başlamama izin vermedi. Açıkça söylemem gerekirse, ikinci bir roman için üç dört yılımı kesintisiz biçimde veremeyeceğimden korktum ve yazmaktan vazgeçtim.

Öykü yazmak değil belki, roman yazmak kesinlikle belli bir disiplin gerektiriyor.

  • Yazım dilinden etkilendiğiniz ve takip ettiğiniz yazarlar kimler?

Benim etkilenmeden anladığım, etkilendiğimiz yazarlar gibi öykü ya da roman yazmak, onlara, yazdıklarına öykünmek değildir hiç kuşkusuz. Öyle olsaydı, Sait Faik ya da Cortazar gibi yazardık ve bu bizim ölümümüz olurdu.

Beni bir yazarın yazdıklarında neler etkiler? Yanıt şu: Seçilen sözcükler, kurulan cümleler, farklı anlatım teknikleri, temalara bakış açıları, farklı ilgi alanları, farklı biçemler, içtenlik, zengin bir edebiyat birikimi, ama bir o kadar da zengin bir yaşantı… Yazdıklarıyla beni sarsan, tüylerimi diken diken eden, öykü ya da roman yazmaya kamçılayan, yeni arayışlara iten, kıskandıran yazarlardan etkilenirim. Beni kıskandıran tek yazar olduğu için Cortazar adını rahatlıkla verebilirim. Cortazar deyince de, aklıma Mırıldandığım Öyküler kitabı ile Seksek romanı geliyor. Ama her iki kitabı da kütüphanemde bulamıyorum. Elime Türkçeye Bir Sarı Çiçek diye çevrilen öykü kitabı geliyor. Sayfaları çeviriyorum, daha fazla çevirmeye gerek yok; “Bütün Parklar Uç Uca” öyküsünde duruyorum.

Dönem dönem değişse de, yazarların başucu yazarlarının ve kitaplarının, hatta kıskandıkları öykülerinin ve romanlarının olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum bu durum usta yazarlar için de böyledir. Elbette benim de başucu yazarlarım var: Cortazár, Kundera ve Auster. Dediğim gibi, Cortazár, öykülerini ve romanını kıskandığım tek yazar. Son dönemde romanlarını beğendiğim çok yazar oldu. J. M. Coetzee, Amos Oz, Michael Cunningham, Ian McEwan, Soledad Puértolas ve Pascal Mercier bu yazarlardan. Bu ve başka yazarların okuduğum her iyi romanın Amida’yı geciktirdiğini söylemeliyim.

Aslında yazar adı vermektense, şiir, öykü ya da roman adı vermeyi tercih ederim. Çünkü yazar adı sıraladığımızda pek çok şiir, öykü ya da roman gözümüzden kaçabilir. Bu yazarlara değilse de, onların yapıtlarına yaptığımız bir haksızlıktır.

Bu yaklaşım çerçevesinde, yabancı klasikleri saklı tutarak, en çok sevdiğim yazarları ve kitaplarını şu şekilde sıralayabilirim: İnce Memed romanıyla Yaşar Kemal; başta Bir Düğün Gecesi kitabı olmak üzere bütün kitaplarıyla Adalet Ağaoğlu; bütün kitaplarıyla Füruzan; Bir Gün Tek Başına romanıyla Vedat Türkali; en güzel on beş öyküsünün görülmesi, neden biricik öykücü olduğunun anlaşılması ve beğenemeyeceğimiz öykülerinin onu nasıl en güzel öykülerine hazırladığının izlenmesi açısından bütün öykü kitaplarıyla Sait Faik; Dost, Yaşamasız öykü kitapları, Buzul Çağının Virüsü, Bay Muannit Sahtegi’nin Notları roman kitaplarıyla Vüs’at O. Bener; Üvercinka başta olmak üzere bütün şiir kitaplarıyla Cemal Süreya; bütün öykü kitaplarıyla Çehov; Mırıldandığım Öyküler başta olmak üzere bütün öykü kitapları ve Seksek romanıyla Julio Cortazar; bütün kitaplarıyla Milan Kundera; bütün kitaplarıyla J.M. Coetzee; bütün kitaplarıyla Paul Auster; bütün kitaplarıyla Italo Calvino; Yüzyıllık Yalnızlık kitabıyla Gabriel Garcia Marquez; Yaşama Uğraşı kitabıyla Cesar Pavesa.

Benim şairim Cemal Süreyya’dır (kadın olmak isteyecek kadar kadınları seven bir şairden söz ediyoruz. Edip Cansever, Turgut Uyar da sevdiğim şairlerdendir. Kendi kuşağımın şairi Ahmet Erhan’ın şiirlerini severim. Kundera ve Borges benim için düşünür yazarlardır. Cortazar da öyledir.

Temalara yeni bakış açıları getirenler, kendi sesleri ve kendi sözcükleriyle öykülerini yazan öykücüler, yazarlar elbette beni etkilemişlerdir. Milan Kundera gibi, “Yazmak tersini söyleme zevkidir,” diyen bir yazarın yazdıklarından elbette çok şey öğrenmişimdir. Benim arayışlarım artık beni sarsacak, yazmak için kamçılayacak (hangi dilde ve kim tarafından yazılmış olursa olsun) tek bir öykünün, tek bir romanın izini sürmem gerektiğini göstermiştir.

  • Aslen Adanalı olmanıza rağmen Ankaralı bir yazar olarak anılıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz ve Ankara’nın edebiyatınızdaki yeri ne?

Bir dönemin arkadaşlarıyla birlikte ODTÜ ve Ankara olmasaydı, yazamaz ve yazar olamazdım sanırım. Demek ki bu kent benim için öncelikle ODTÜ’dür. Ankara sadece belli bir mekân olarak değil, aynı zamanda belli bir tarihsel dönem ve o dönem içinde yol arkadaşlığı yaptığım insanlardır benim için.

Bu sorunuz bana Kemal Gündüzalp’in Karşı Öyküler ve Hüzünle Bazı Günler adlı ilk iki öykü kitabım hakkındaki bir yazısını anımsatıyor. Gündüzalp “Hüzünle Geçmiş Yıllar” başlıklı yazısının bir yerinde şöyle diyordu:” Özcan Karabulut, ikinci kitabında da yine Ankara’yı anlatıyor. Daha çok Ankara var: Semtleri, bulvarlarıyla Karabulut için vazgeçilmez bir mekan Ankara. Örneğin herhangi bir üniversite değil, ODTÜ ya da Hacettepe diye yazar Karabulut. Atatürk Bulvarı, Çağdaş Sahne, Kuğulu Park, Milka, Tandoğan, Terminal, Sakarya Bira Parkı, Esat Caddesi... gibi yerler sıkça geçer öykülerinde. Ancak kısa adıyla Gül’ün Adı İstanbullu öykü.” Gerçi ilk iki kitabımdan bu yana öykülerimin coğrafyası biraz daha genişledi, Ankara’dan İstanbul’a, İzmir’den Diyarbakır’a, Cenevre’den Torino’ya, Paris’ten San Francisco’ya, öykülerim bir kentten başka bir kente dolaştı.

70’lerin ikinci yarısına kadar Ankara’nın edebiyatın ve sanatın da başkenti olduğunu okuduklarımızdan, edebiyatçılarımızın tanıklıklarından biliyoruz. Kentin hayatına 78’de katıldım ve birçok tiyatrosunu biliyorum: Ankara’nın, tek bir caddesinde, İzmir Caddesinde 10’a yakın tiyatrosu varmış, düşünebiliyor musunuz? Yabancı klasikler bu kentte Türkçeye çevrildi, İlhan Berk’lerin, Cemal Süreya’ların, Attila İlhan’ların, Adalet Ağaoğlu’ların ve pek çok edebiyatçının yolu bu kentten geçti. Taşra denildiğinde akla daha çok Ankara geldiğine göre, edebiyatın Ankara’sı üzerinde durmak gerekir. Öncelikle, Ankara’nın köklü bir edebiyat geleneği var. Benim Ankara’mın yaklaşık 40 yılına sığan her yazarı, dergiyi, edebiyat hareketini, yazar örgütünü, edebiyatçıları kendi arayışları ve hayalleriyle birlikte bu geleneğe, bu birikime dayandırabiliriz. Türkiye Yazıları, Yarın, Edebiyat ve Eleştiri, Yeni Olgu, Yazıt dergileri; bir çırpıda aklıma gelen, burada çıkan edebiyat dergileri. Yeni Olgu’nun, 80’lerin sıkıyönetim ortamında da bir gençlik dergisi olarak çıktığını anımsayalım. Andığım dergilerin çevresinde yer alan arkadaşların günümüzün önemli yayınevlerinin ve dergilerinin başlarında olduklarını da. “Sanat Hareketi” bu kentten çıktı. Edebiyat Dostları’nın önemli ayağı buradaydı. Yeni Türkü kitaplarının şairleri ağırlıklı olarak Ankara’da yaşadılar. 90’ların başında Ankara’da kurulan Edebiyatçılar Derneği kentin sanatsal-kültürel dokusunu değiştirmekle kalmadı, örneğin, Türkiye PEN Merkezi’nin Uluslararası PEN’le yakınlaşmasında, Diyarbakır’da uluslararası düzeyde ilk kez çok dilli ortak toplantı düzenlenmesinde önemli bir rol oynadı. Ülkenin sakıncalı görülen coğrafyasında gerçekleştirilen etkinliklerin çoğu Ankara’nın öncülüğünde oldu. İstanbullu öykücülerin, eleştirmenlerin bu coğrafyadaki insanlarla tanışması, öykü atölyeleri düzenlemeleri bizimle gerçekleşti. Coğrafyanın taşrası edebiyatımızın iklimini biraz değiştirdiyse, oralarda bir yerde karşınıza Ankara’nın çıkmasına şaşırmamalı. Son yirmi beş yılda öykü edebiyatındaki hemen her yenilik, ulusal ve uluslararası düzeydeki proje ve etkinlik Ankara’dan gelmiş ve geniş bir çevreyi etkilemiştir. Öykünün büyük buluşması edebiyatımıza yeni öykücüler ve öykü dergileri kazandırdı, İstanbul’daki yayınevlerini harekete geçirdi, şairlere öykü yazdırdı, eleştirmenlerin öyküye yönelmesini sağladı…

Aradan yıllar geçti, uzun bir üniversite hayatım oldu, başka kentlere, ülkelere sık sık yolculuklar yapsam da hep Ankara’da yaşadım. Evet, benim için Ankara, bana yazarlık kimliğini veren bir kent oldu. Arkadaşlıkları, dostlukları bu kentte kazandım. Eylemlerimiz, etkinliklerimiz ağırlıklı olarak bu kentte oldu. Hayallerimi bu kentte kurdum; kentin o hep söylenen griliğinden böylece kurtulmuş oldum. İşimden dolayı da hep şanslıydım: İstanbul hep gittiğim, Ankara hep döndüğüm bir şehir oldu. Hangi şehre gidersem gideyim, ben yine de Ankara’nın çekim alanından kurtulamıyorum. Bana kimliğimi, yazarlık kimliğimi verdiği için olsa gerek. Benim için Ankara demek, yaşamakta olduğum mekânlar, unutamadığım yüzler ve sözler demek. Ankara benim için en politik bir şehir aynı zamanda.

Edebiyatın taşrası olarak görülen Ankara’da her zaman iyi edebiyat üretilmiştir. Ankara’nın edebiyatçı mekânları da Ankara’nın edebiyatı da politiktir. Ankara’da iyi edebiyatın üretilmesinde edebiyat ortamlarının ve edebiyat mekânlarının hatırı sayılır bir katkısı olmuştur. İyi edebiyatın üretilmesi, edebiyatın kendi meseleleri içinde ve ötesinde, Ankara’nın İstanbul’a verdiği bir cevaptır aynı zamanda. Bu cevap; Ankara’nın İstanbul’a, edebiyatın iktidarına karşı sergilediği bir direniş olma özelliği de taşır. Bu direnişi, bu meydan okumayı Ankara yazarlarının samimiyetinde ve politik duruşunda görmek mümkün, bence. Sanat yapıtı insanların zamanını hiçe sayan kendi zamanında var olabilir, ancak bir yazarın kendisini var eden sözlerden, yüzlerden, ortamlardan ve mekânlardan kurtulması kolay değildir. Bu durum en azından benim için hâlâ böyle. Benim otobiyografim Ankara’nın edebiyat mekânlarına, Ankara’nın edebiyat mekânları benim otobiyografime dahildir. Arkadaşlarla ve edebiyat mekânlarıyla Ankara bana verilmiş bir armağandır.

Adana’da kalsam, belki çevremde farklı bir kimliğim olurdu da, hiçbir zaman yazar kimliği kazanamazdım diye düşünüyorum. Yazmam ve okumam için, Adana’dan uzaklaşmam gerekiyordu galiba. Yaklaşık kırk yıldır yazıyorum. Birçok usta, ünlü yazarı tanıdım. Bu yazarların pek çoğuyla arkadaşlığım, dostluğum var. Başta şairler olmak üzere düşmanlığını kazandığım edebiyatçı sayısı da az değildir. Yazar örgütü kurduk, yönetimlerinde görevler aldım. Dergiler çıkardım. Öyküler yetmezmiş gibi, tuttum bir de roman yazdım; ama doğru dürüst bir Adana öyküsü yazamadım. Bu bana çok tuhaf geliyor, gerçekten. Sen Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in topraklarından gel de, bu toprakların, bu toprakların insanlarının öykülerini yazma! Son yıllarda bu topraklardan öyküler ve özellikle bir öykü kıvranıyor içimde.

Bugün de Adana’ya gittiğimde, şehir beni içine alıyor, yutuyor, kendine benzetiyor… Biz yerlilerin, Diyarbakırlıların, Erzurumluların, Anteplilerin oturduğu, Türkçe, Kürtçe ve Arapça dillerinin konuşulduğu bir avluda büyüdüm. İlkokulu Milli Mensucat’ta, ortaokulu İstiklal’de ve liseyi Adana Erkek Lisesinde okudum. Sokak aralarında, kahvelerde meşhur Adana küfürlerini duydum ve o küfürleri ettim. O meşhur küfürleri eden din dersi hocalarım oldu. Bicibici, karsambaç, kebap yedim. Yumurta topuklu, sivri burunlu ayakkabılar imal eden bir babanın yanında çıraklık yaptım. Genelev sokağında Adana’nın külhanbeylerini tanıdım. Adana’nın barajlarında, kanallarında boğulma tehlikesi geçirdim, bir keresinde mutlak bir ölümden döndüm. Kavga ettim, arkadaşlarımla portakal çaldım. Adana Erkek Lisesi’nde gol kralı oldum, Adana Demirspor’un gençlerinde futbol oynadım. Adana’dan o kadar çok anı, o kadar yüz var ki şimdi anımsadığım. Çocukluğumla ve ilk gençliğimle hayat üniversitesi olarak da gördüğüm Adana’da geçen yıllarım, beni üniversiteye ve yazarlığa taşıdı. Bugün yazdıklarımda bana özgü bir ses varsa, bugün yaptıklarımda bana özgü bir cesaret varsa o ses, o cesaret benim Adana’mdan, benim Melekgirmez’imden, benim çocukluğumdan ve ilk gençliğimden geliyor hiç kuşkusuz.

İnsanın kalbi bölünebilir, insanın kalbine çok şey girebilir, niçin olmasın? Uzak bir aşk, çocukluk-gençlik aşkı gibi bir aşkla Adana’yı uzaktan sevmek yıllar boyunca iyi geldi bana. Sorunun şöyle titreyip kendime getirmesindeki payını da itiraf edip cevabı öyle veriyorum: Kendimi kesinlikle ait hissettiğim şehir Adana’dır.

  • Yeni bir öykü ya da roman çalışmanız var mı?düşündüğüm, ama Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanımın izin vermediği öyküleri yazıp Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati öykü kitabımda toplamıştım. Sonra yine bir sessizlik dönemi başladı. Bu arada yeni öyküler için başka temalar, yüzler, sözler birikti tabii. Öte yandan, düşünsel-fiziksel olarak da coronavirüs salgının izlerini taşıdığımız, yaşantılarımızı yeniden sorguladığımız son dönemde öykünün mü yoksa romanın mı öne çıkacağını, salgının yazdıklarıma nasıl yansıyacağını doğrusu ben de merak ediyorum. Sanki yeni öykülere yoğunlaşmak daha kolay gibi görünüyor çünkü bir yandan da sendikal çalışmalarım sürüyor. Önceki soruya verdiğim cevaptan da anlaşılmıştır: Bir “Adana öyküsü-romanı” yazamadım şimdiye kadar. Ayrıca, Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanını yazdığım yıllarda, yeni bir roman kendini bana duyurmuştu: Bu bir “İstanbul romanı”ydı. Bu roman için araştırma yapmış, notlar da almıştım. Öykülerle romanları eşzamanlı yazabilir miyim, bilmiyorum. Bir Adana, bir İstanbul romanı, üzerine bir de yazmak istediğim öyküleri bir kitapta toplayabilirsem, hayata ve edebiyata “üstü kalsın” diyebilirim.
  • Bize zaman ayırdığınız çok teşekkürler.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 4