...
Başlık : DEDEME BİR HASRET
Yazar : Mustafa Murat Gün

 

Gün artık eskimeye yüz tutmuş, güneş yorgun ışıklarıyla aydınlatmaya çalıştığı şehri birazdan terk edecek. Tüm gün o bitmek bilmeyen yolların bir kez daha gönlünü alarak şehre girmek üzereyiz. Saatler süren birliktelikle artık duymaz olduğumuz monoton motor sesi, camlarda bizi güneşten saklayan sıkıştırılmış örtüler, biraz bıkkın biraz heyecanlı yüzlerle Gaziantep’e merhaba diyoruz. O bizi yine hep beklediği yerde bekliyor bir yıldır.

Gaziantep, oraya yerleşinceye kadar benim için hep dedem ve anneannemin memleketi oldu. Her ne kadar o şehirde doğdu ve büyüdüysede, annemi dışardan bitirilen okulun öğrencisinin okulunu sahiplendiği kadar Antepli düşündüm her nedense, biz Gaziantep’e taşınıncaya kadar. Gideceğiniz yere kaç kilometre kaldığını bilseniz de orayı gördüğünüz anki keyfiniz bir başka oluyor. Ve biz de uzaktan Gaziantep’i gördüğümüzde hep sevinirdik. Birazdan daha dar yollara gireceğiz ve artık hatırladığımız mekânlardan geçerek bu yorucu yolculuğu bitireceğiz. Arabamız olduktan sonra hep bu mevsimde geldiğimizi hatırlıyorum Gaziantep’e. Sıcak yakıcı da olsa ben hep sevdim Antep’i. Çünkü yıllar geçtikten sonra farklı şeyler kalıyor anılarınızda. Başka şeyler ısıtıyor içinizi, ısınmak isterseniz.

Yolların son bölümleri hiç bitmez gibi gelir ya, biz de aynı sabırsızlığı hissederdik hep. Yolculuğun son bölümü genelde son uyarıların yapıldığı, nasıl davranmamız gerektiğinin bilmem kaçıncı kez tembihlendiği klasik hatırlatmalarla geçerdi. Gerçi biz pek yaramaz da değildik.

Artık iyice yaklaştık eve. Hafif yokuşu çıkıp sağa döndüğünüzde artık birkaç dakika kalmış demekti dedemlere. Sağ tarafınızda yıllara meydan okuyan, gökyüzünü delercesine boy atan yeni binaların aksine mütevazı ve bir o kadar da mağrur edasıyla et halini geçersiniz. Camınız açık ve yavaş geçiyorsanız akşamın serinlemeye yüz tutmuş havasına bürünmüş et kokusu, çırakların bağırışları ve hatta bıçakların etle mücadelesinin sesini duyarsınız. Sol tarafınızdan gelen çekiç sesleri, parıldayan kâh beyaz kâh sarı maşrapalar, tepsiler başka bir kente geldiğinizi hatırlatmak ister gibi sıralanır önünüzde. Bir gazeteye sarılmış tırnaklı pideleri elleri yana yana koşarak evine götüren başı kabak bir çocuk, akşam selamlaşmaları ile o günü de bitiren kasketli amca, yanınızdan sinir bozucu bir sesle geçen ve burada kaldığınız sürece hiç özlemeyeceğiniz bir motor eşlik eder size. Biraz daha ilerlediğinizde halılar ve kilimler karşılar sizi. Güneşin sıcağına inat dükkânın önüne belki de bugün son kez dökülen sularla ıslatılmış, önünde bir çift iskemleyle son sohbetlerin yapıldığı loş halı dükkânları. Geçen bir dosta selam vermek için kalkan eller, terini silmek için cepten çıkarılan mendiller, en yakın ağaç dibine bırakılmış çay bardakları ve yarın sabah aynen bulmak için bırakılan bir gün. İki tarafı evlerle kuşatılmış bitap cadde.

Dedemlerin evini görebilirsiniz artık. Çıkmaz bir sokağın dik yokuşuna son bir çabayla giren beyaz araba, “benden bu kadar” der gibi kalakalır. Heyecanla açılan arabanın kapılarından evin yeşil kapısına atarsınız kendinizi. Yetişebilmek için 14-15 yaşını beklediğim zile genelde annem basar. Başlar yukarı kalkar ve açık camlardan bir hareket bekler gözleriniz. “Kim o” sesini sabırsızlıkla beklerken “biz geldik” karşılığıyla evde başlayan “geldiler” coşkusu 5-10 saniye içine sığıverir. Babam o kadar yoldan sonra eşyaları yukarı çıkarma telaşındayken biz dalıveririz serin merdivenlerden içeriye. Sevinci gözlerinden, heyecanı seslerindeki titremeden belli iki güzel insan karşılar bizi. Hep o bitmeyen sevgiyle, hep o taze kalmış özlemle. Bilirsiniz işte kavuşmaları, ben hep çok içten bulmuşumdur o yaşımdan beri.

Aslında anlatacağım şey, arabayı bıraktığımız o çıkmaz sokak. Mektuplarımın üzerinde yer alan bir iki satır oldu benim için “ Bay Ali Çıkmazı No:1” sözleri. O zamanlar pek düşünmemiştim bu adres nedir diye. Şimdi ise ilginç gelmeye başladı nedense. Bay Ali kimdir hiç bilmedim. Hiç sormadım ve hiç duymadım da. Acaba ne zamandır o duvarın üzerinde mavi bir plakada paslanmayı bekliyor. “Bay” ifadesi, Cumhuriyetten sonra hayatımıza girmiş bana takım elbiseli bir sıfat gelir. Bu yaşlı çıkmazla bu genç isim garip bir tezat aslında. Bay Ali, belki eski bir mebus, belki eski bir gazi belki de o zamanın muteber mesleği bir devlet memuruydu. Ama diyorum ya ben onunla ilgili hiçbir şey duymadım, defalarca girdiğim o çıkmazda. Şimdi düşünüyorum da, aslında o çıkmazda yaşayan, o çıkmaza girerken sizi karşılayan bir ev var orada. Ve o evde yaşayan, sadece o evde mi, o mekânların en eski dostu yaşıyordu o evde. O mekânlarda onun kokusu var. O fırınlardan O ekmek aldı yıllarca. O camilerdeki halıları kim eskitti bilir misiniz? O aşınmış kaldırımlara, bitkin dükkânlara kim yarenlik etti bilir misiniz? Yüzünde hep o tatlı tebessüm, mendiline sardığı fıstıkları bize kim getirdi bilir misiniz? Bir asra yaklaşan lekesiz ömrü, bu sevgi dolu, ince ve sanatçı yüreği kim taşıdı bilir misiniz? Söyleyeyim, o benim dedemdi. Mustafa Dedem. Fıstıkçı Dedem. Asker Dedem. Ben “Bay Ali’yi” tanımam. Ama bildiğim bir şey varsa o da o çıkmazın adı “Fıstıkçı Mustafa” olmalı, “Asker Mustafa” olmalı. “ Mustafa Dedem” olmalı. Çünkü o mekâna bir kimlik, bir heyecan ve tat veren kişi benim dedemdi.

Seni çok özledim Mustafa Dedem, mekânın cennet olsun.   

                                                                               Torunun Murat

                                                                   

Sayfa : 15