...
Başlık : Tekgül Arı ile söyleşi: “BELKİ DE ÇALIŞANLAR, PROMETHEUS’UN PATRONLARDAN ATEŞİ ÇALMASINI BEKLİYORLARDIR!” (*)
Yazar : Filiz Bilgin

  1. Rakamlarla ilgili bir mesleğiniz var. Peki yazmaya nasıl başladınız?

Çocukluğumda müzikal bir yaşam düşüm vardı. İnsanlar müzikle konuşsunlar isterdim. Çünkü daha anlaşılır olduğunu düşünürdüm.  Hâlâ aynı düşü kurarım. Okuma yazmayı öğrenince şiirler yazmaya başladım. On yaşında ilk ciddi şiirimi Anneler Günü’nde anneme yazıp okudum. Daha sonra kardeşlerimin hikâye ödevlerini yazmaya başladım. Evimizde kitap yoktu. Okul kitaplığında bulup okuduğum Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin kitaplarıydı. Ben de onların diliyle yazıyordum o vakitler. Sürekli yazan biriydim. Eksiklerim vardı ve çok okuyordum. Ben yaptığım her işte edebiyatımı zenginleştirmek için çaba harcıyordum. Rakamlarla bağlantılı işimi seçme nedenim de edebiyattı. Çünkü işim gereği birçok il ve ilçeye gidecek, şirket ve fabrikaları gezerken, farklı yörelerdeki insanı ve mekânı tanıma imkânım olacaktı. Edebiyat bana göre yaşamın içinden beslenir. Ben de yaşamla ilgili belli bir donanıma sahip olmadan edebiyat dünyasının içine girmek istemiyordum. Çünkü çocukluğumda zihnime yer etmiş olan düşünce, yazarların hepsinin çok donanımlı olduğuydu.

Edebiyat dünyasına girmeme de bir rüya neden oldu. Sevgili Aziz Nesin’i öldükten bir hafta sonra onu rüyamda gördüm. Baba gitme diye bağırıyordum. O da gitmesi gerektiğini benim burada kalmam gerektiğini söylüyordu. Eli başımın üstündeydi. Bu rüyayı bir mesaj olarak algıladım ve bir öykümü edebiyat dergisine gönderdim. Öykü kabul görünce de cesaretlendim.

2. Başarılı öyküler yazarken roman yazmak nasıl kendini dayattı?

Öykü yazmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim. Hâlâ öykülerim edebiyat dergilerinde yayınlanıyor. Neredeyse iki kitaplık öykü dosyam var. Zaman zaman o öykülerin ince işçiliğini yapıyorum. Öykü kitabı çıkarmak için acele etmiyorum. Romanlarıma da öykü diye başlıyorum. Bazı öyküler geveze olunca ben de kalemi serbest bırakıyorum. Çok heyecanlı, uzun bir süreç başlıyor. Ne çıkacak diye merakla yazının peşinden koşuyorum. Şöyle bir gerçeği de fark ettim: Roman, yazarın kendisine köle olmasını istiyor. Şimdilik romanın kölesi olmaya itirazım yok. Ama özgürlük arayışımda öykü de sıkça zihnimi çeliyor ve roman arasında bir öykü yazıyorum.

3.Son romanınızın adı “Off Günü” birden fazla anlam taşıyor. Aynı anda çeşitli çağrışımlar yapan bu isim kitaba çok yakışmış. İsimlerin de metne dahil olduğu düşünülürse roman mı ismi doğurdu, Off Günü terimi mi romanı doğurdu?

Bu romanım ismiyle doğmuştu. Roman bittikten sonra birkaç kez ismini değiştirme teşebbüsüm olmadı değil, ama yine Off Günü’ne döndüm. Çünkü Off Günü, ülkemizdeki çoklu anlamıyla kapitalist sistemin, işçi sömürüsünü daha geniş anlamda ifade ediyordu.

4.AVM’lerin pırıltılı albenisine karşın AVM çalışanlarının çilesini çarpıcı bir şekilde anlatmışsınız. "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması kabul edilerek resmî tatil ilan edilen 1 Mayıs’ta AVM çalışanlarının tatil olmak şöyle dursun “hedef” baskısıyla daha çok çalışmak zorunda kalmaları sendikalaşmama veya sendikalılaşamama kaynaklı mı? Hatta Güneş’in iç sesinin “Güçsüzler, güçlüden yana oldukça nasıl özgürce yaşayabiliriz ki…” deyişiyle ilişkilendirebilir miyiz?

12 Eylül darbesiyle 1 Mayıs anma törenleri yasaklanmıştı. 2009 yılına geldiğimizde 1 Mayıs resmî tatil ilan edildi. Ancak işçi ve emekçilerin yararlanması gereken bu hak, tüketiciye ve tüketime yönelik bir güne dönüştü. AVM işçileri bu özel günde, emek ve dayanışmalarını patrona ve müşteriye göstermek için yoğun bir tempoyla çalıştırılıyorlar. Devleti yönetenler ise işçilerin bu haktan yararlanma taleplerine sessiz kalıyor. Kitlelerde böylesi önemli ve özel bir günde sınıf bilinci ve sınıf mücadelesinin farkında olmadan, aşılanmış tüketim iştahıyla AVM’lere kendilerini atıyorlar. Böylece elbirliğiyle kapitalist sisteme hizmet etmiş oluyoruz. İşçiler yoğun bir iş temposuyla çalıştıkları için, haklarının peşinden koşacak bir zaman da bulamıyorlar. Patronlar sendikayla ilişkisi olan işçileri istihdam etmek istemiyorlar. İşçiler de bu durumda işten atılmamak için haklarını aramaktan çekiniyorlar. Üstelik iş güvencesi olmadığı için yöneticiler tarafından işçiler birbirlerine düşürülüyor. İtaat etmeyen bir personele mobbing gibi ağır bir şiddet uygulanabiliyor.

Belki de hepimiz şu soruyu kendimize sormalıyız: Ben işçilerin izin hakkı olan önemli bir günde, AVM’lere giderek bu baskı ve haksızlığa ortak mı oluyorum?

5. Off Günü’nün baş kahramanı genç bir kadın olan Güneş ağır iş şartlarının yanı sıra “Yok müdür oldum sonunda” diyeceği kadar psikolojik yıldırıya da maruz kalıyor.1980’lerden sonra işyerlerinde psikolojik yıldırının gittikçe yayılmasını ve şiddetini arttırmasını sizce günümüzde tetikleyen faktörler nelerdir?

Serbest ekonomiye geçişte, 24 Ocak Kararları’nı uygulamak için planlanan 12 Eylül darbesi, yaşamın her alanına müdahale etti. Şiddet araçlarını elinde tutan despotik yapı, hak arayanları ya öldürdü ya da hapishanelerde işkenceyle ehlileştirmeye kalkıştı. Devleti yöneten siyasi yapılar devamlılık adına her zaman çatışmadan beslenirler. Toplumu ayrıştırarak kendi geleceğini garanti altına alırlar. Halkların huzuru amaçları değildir. Onlar kendi amaçları peşinde koşarken araç olarak halkı kullanırlar. 80’lerden sonra ırkçılığın yaygınlaştığını görüyoruz. 2000’li yıllarda ırkçılığın yanına dinsel/biçimcilikten kaynaklı ayrımcılık eklendi. Vitrine kadını koydular. Bu kez de başörtülü ve başörtüsüz kadın ayrımcılığı yaratılmaya çalışıldı. Sistematik olarak bizi birbirimizden ayrıştırarak birbirimize düşürme politikası uygulanıyor. Şiddet araçlarını ellinde tutanlar da itaat etmeyenleri, kendilerine karşı çatlak bir söz söyleyenleri ehlileştirmek adına korku yayıyorlar. Enjekte edilen bir korkuyla halk, ister istemez toplumsal alandan bireysel alanın/evin mahremiyetine sığınmak zorunda kalıyor.  Kendilik bilincimizi oluşturan ortak kullanım alanları, kahvehane, park, sinema, tiyatro gibi kamusal alanlardan da uzaklaştık. Bunun yerine sistemin çeşitli medya aracılığıyla dayattığı tüketime yönelik bir kendilik bilinci oluşturduk. İşin özü, Güneş’e nasıl ki iş yerinde mobbing uygulanıyorsa siyasi yapılar da toplumu ayrıştırarak halka bir şekilde mobbing uygulamış oluyor. Bu durumda sistem karşıtlarının her biri de yok sayılıyor.

6. Off Günü’nün Güneş’i; Nişa Kaybolmaya Hazır Değilim’in Defne’si, Nisa’sı; Aşk Susmadan Git’in Seyran’ı, Gizem’i….Yapıtlarınızda kadın karakterler başı çekiyorlar. Bu karakterlerin yaratılma sürecini anlatabilir misiniz?

Zihnimde beni tetikleyen bir söz ya da görüntüyle oturup yazıyorum. Beni rahatsız eden meseleyi yazmaya başlayınca karakterlerim de beliriyor. İsimlerini ben mi veriyorum yoksa yazarken karakterlerim mi belirliyor, pek bilmiyorum. Ama garip bir şekilde roman karakterlerimin çoğu hangi isme sahip olacaklarını biliyor gibiler. Bilmeyenlere de ben yardımcı oluyorum. Örneğin, Nişa’nın ismi kalayın malzemesi olan nişadır tozundan doğuvermişti. İsmin büyüleyici şiirsel tınısından çok etkilenmiştim.

7.Ülkemizde yaşanan 17 Ağustos depremi, Güvenpark Katliamı, 15 Temmuz Kalkışması ve sonunda da 12 Eylül darbesine Off Günü’nde yer vermişsiniz. Olay anında ve sonrasında yaşanan veya yaşanabilecek sarsıntıları kurguya katmanız, gelecek kuşaklara ışık tutması dönem romanlarını akla getiriyor. Dönem romanları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ciddi anlamda tarafsız bir gözle yazılmış, tarihselliği içeren romanları, bize dönemin sosyolojik ve psikolojik olgularını vermesi açısından çok önemli buluyorum. Gramsci’nin “Her tarihsel yorum bugünü yapan insanın geçmişi yorumlamasıdır, bu yüzden de her tarih bugünün tarihidir” sözünü her zaman dikkate alırım. Çünkü geçmişi iyi yorumlayabilirsek ve şimdiki zamanda gerçekleşen birtakım olgularla karşılaştırıp analiz edebilirsek, yarını iyileştirebiliriz. Aksi takdirde bize verilenlerle yetinirsek, ezbere değerlendirmelerle zaman da aynı döngüde hareket eder.

Örneğin, 1909 yılında Refik Halid Karay’ın, “Memleket Hikâyeleri” kitabındaki, “Hakkı Sükût” isimli öyküsünde, ipek fabrikasında çalışan kadın işçilerin her türlü koruyucu önlemden yoksun, olumsuz iş sağlığı ve güvenliği koşullarında çalışmaları, sağlıklarını bozuyor. Birçoğu da kullanılan kimyasallarla ölüyorlar. Günümüzde fabrikalar gözlerden uzak alanlarda kuruluyor. Fakat işim gereği ziyaret ettiğim bir iplik fabrikası çalışanlarının durumu, aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, “Hakkı Sükût” öyküsünden çok farklı değildi. Orada çalışan işçi kadınların pamuk ve toz sağanağında, büyük kazanlarda kaynayan boya kokuları içerisinde, yoğun gürültü ve sıcağa maruz kaldıklarını, birçoğunun sağlıklarının bozulduğunu da öğrenmiştim. İşçi sağlığı ve güvenliği önlemi olarak incecik bir maske ne kadar koruyabilirdi ki şahitlik ettiğim fabrika işçilerini?

Son yıllarda kapitalist sistem, kâr iştahıyla, devasa alanlarda kurduğu AVM’lerde yarattığı yeni işçi sınıfını da sekiz saat üzerinde, oturacak bir iskemle olmadan ayakta çalıştırarak sağlıklarını bozmakla kalmıyor, onları da çalıştıkları yerin bir eklentisiymiş algısıyla görünmez kılıyor.

Dönem romanları, toplumda görünmez ya da unutulan olguları imler. Schopenhauer’e göre “Yazı, düşüncelerin zamanla unutulmasına karşı zamana bir meydan okuma olarak tarihi olanaklı kılan şeydir.” Bu bağlamda yazar da dönem romanlarını ele alırken tarihi olgulara eleştirel bakarak bir bakıma zamana meydan okumakla kalmaz bugünün tarihini yazmış olur. 

8.Her yazarın farklı yazma disiplini, düzeni, atmosferi vardır. Siz metinlerinizi nasıl bir ortamda yazarsınız?

Ben kendimi bildim bileli mutfakta yazıyorum. Kendime ait bir oda sonunda kurabildim ancak orada henüz verimli bir şekilde yazamıyorum. Bu durum öyle sanıyorum ki ataerkil kodlardan kaynaklı. Mutfak kadına ait bir yer olarak zihnimde yer etmiş olmalı. Yazarken mutfağın ve odanın atmosferi çok farklı. Mutfak nedense düş gücümü tetikliyor. Kaynayan çaydanlığın sesi, ocakta taşan çorba, düşürüp kırdığım bardağın etrafa saçılan cam kırıkları, yaktığım yemekler, buzdolabının sesi, küçük oğlumun anne diyen sesi… Otobüste, metroda ve sokakta da oturup yazarım. Diyaloglara, kişilerin hal ve davranış şekillerine çok dikkat ederim.

9.Ülkemizde gerek yüz yüze gerekse online pek çok yazarlık atölyesi var. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde siz de “Metin Yorgunluğu” ve “Öykü Yazıyoruz” adlı çalışmalarınızı katılımcılara aktardınız. Sizin bir de AŞDER’de şizofrenlerle yürüttüğünüz yazın atölyeniz oldu. Yazın atölyeleri içinde ayrı bir yeri ve önemi olan bu çalışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz?

AŞDER’e gelen şizofrenler, hastalıklarının farkında olan ve ilaçlarını zamanında alan bireylerden oluşuyordu. Yazın atölyesindeki amacımız da şizofren hastalarını toplumla, toplumu da şizofrenlerle barıştırmaktı. Ayrıca edebiyatın gücüyle katılımcıların kendilerini ifade etmelerini sağlamak istedik. Sekiz yıl yürüttüğüm yazın atölyesinde, birçok yazarın şiir ve öykülerini okuduk, yazılan eserler üzerine konuştuk. Ders saati içerisinde belli konular seçerek öykü, şiir ve deneme yazıları yazdık. Yazın atölyesine birçok yazar arkadaşım konuk olarak yer alıp destek oldular. Ayrıca üç ayda bir dergi çıkardık. Yazılan ürünlere yer verdik. Bir şizofren arkadaşımızın bu çalışmalar sonrasında bir şiir kitabı yayınlandı. Sevgi ve saygının kurulduğu bir edebiyat ortamıydı.

10.Sadece öykü, roman yazmıyor yayına kitap hazırlıyor, yarışmalara ön ayak oluyor, atölye çalışmalarına katılıyor, köşe yazarlığı da yapıyorsunuz. Yeni çalışmalarınız var mı?

Kendi yazacaklarımdan çok mesele ettiğim konulara daha çok emek verdim. Bu toplumda yaşıyordum ve toplumun meselelerinden uzak kalma lüksüm yoktu. Ama dikkat çekmek istediğim meseleler edebiyattan bağımsız değildi. Beni rahatsız eden meseleler henüz bitmedi. Şu aralar yazarak meselelerin üzerine gidiyorum.  

Söyleşi için dergimiz adına çok teşekkür ederim.

Sevgili Filiz, bu güzel söyleşi için sana ve Bulut Yazar Dergisi okurlarına çok teşekkür ediyorum.

(*) Tekgül Arı,  Off Günü, Notabene Yayınları, İstanbul, 2022, s.157

 

 

Sayfa : 4