...
Başlık : İğne Kutusu
Yazar : Ş. Nezih Kuleyin

Gribe yakalanıyorlardı. Gerek iyi beslenmemekten, gerekse havanın oldukça soğuk olmasından, İzmit’e sevk edilmiş olan Kuvayı İnzibatiye kuvvetlerini grip kasıp kavurmaktaydı. İstanbul’dan yola çıkıp İzmit yakınlarına geldiğimiz günden bu yana on gün geçmiş, bir iki küçük çatışma dışında Kuvayı Milliye kuvvetleri ile ciddi bir karşılaşmamız olmamıştı. Beni daha çok düşündüren, herhangi bir biçimde büyük bir çatışma olması durumunda bizim olanaklarımızdı. Gerçi Kuvayı Milliye birlikleri de bizden…

–Esma Kızım…

–Buyurun Doktor Bey.

–Kızım, Süleyman Şefik Paşa’nın emir subayı seni almaya gelmiş. Aniden rahatsızlandığını söylüyor. Birlikte bir gidip gelir misiniz?

–Tabii ki.

Yanıma tansiyon ölçme aleti, Fransızların “enjeksiyon” dedikleri iğne kutum ile sakinleştirici bazı ilaçları alıp sıhhiye çadırından dışarıya çıktığımda, bu kuvvetler içerisinde sayıları on beş yirmiyi geçmeyen, gerçek subaylardan olan Celil Bey’in kaygılı bakışları ile karşılaştım. İngilizleri ikna eden Damat Ferit Paşa Anadolu’da palazlanmaya başlayan Kuvayı Milliye kuvvetlerine karşı bir ordu oluşturulmasına hem izin hem de destek bulmuş, sokaktan toplanan işsiz güçsüzlere 30,  bölük komutanlarına 60,  alay komutanlarına da 160 lira vererek dört bin kişilik bir kuvvet toplamıştı. 

Biz de sıhhiye bölüğü idik. Biri deneyli üç doktor ve altı hemşireden oluşuyorduk. İzmit’e kadar gelip Kuvayı Milliye ile çatışacak en yakın noktaya yerleşmiştik. Süleyman Şefik Paşa Padişahın en güvendiği komutanlardandı ama o da toplanan bu tufeyli sürüsüne hiç güvenmiyor olacak ki sabahtan akşama kadar talim yaptırmasına rağmen anladığım kadarıyla çatışmaya girmemek için elinden geleni yapıyordu. Böyle davranmasının bir başka nedeni de subaylara güvenememesiydi. Subayların savaşçılığına güvenmemesi imkânsızdı. Osmanlı son yirmi yıldır üç kıtada savaşıyordu. Dolayısıyla dünyanın en deneyimli subayları bunlardı. Süleyman Şefik Paşa kendisinin başına da Müşir Abdullah Paşa’nın başına gelenlerin geleceğinden korkuyordu. Mustafa Kemal’i yakalamak üzere Trabzon’a gönderilen Müşir Abdullah Paşa’nın ordusu limana iner inmez Mustafa Kemal’in kuvvetlerine katılmıştı.

Celil Bey benim iki adım önümde yürüyordu. Sınıfı süvari olmasına rağmen kendisine çok güvendiği için Süleyman Şefik Paşa onu emir subayı yapmıştı. Önümde başı önüne eğik bir biçimde yürüyor, ben ise arkadan onun çok sıkıntılı olduğunu hissediyordum. Baksam yüzünden düşen bin parçayı görebilirdim.

–Celil Bey bir sıkıntınız mı var?

–Sormayın Esma Hanım…

–Sordum artık.

–Paşa’yı İngilizlerden aldığı paranın bir kısmını zimmetine geçirmekle suçladılar.

–Nasıl?

–Diyorlar ki askerin ihtiyacı olan malzemeler ucuz alınıp yüksek fiyattan bildirildi. Aradaki parayı da cebine attı.

–Kim diyor?

–Damat Ferit Paşa Hükümeti adına teftişe gelen müfettişler.

–Paşa ne diyor?

–Paşa, “Ben her şeyi hükümete ve Damat Ferit Paşa’ya bildirerek yaptım. Kişisel bir menfaatim olamaz,” dedi ama…

–Ama?

–Kalbi sıkıştı. Şimdi odasında.

Karargâha gelmiştik. Celil Bey önde ben arkada hızla merdivenleri çıkıp odaya girdiğimizde herkes paşanın başına toplanmıştı. Tansiyonunu ölçtüm. Gerçekten aşırı derecede yükselmişti. Yapılabilecekleri yaptım. Herkesi odadan çıkartıp biraz bekledim. Toparlar gibi oldu. Odadan dışarıya çıktığımda Celil Beyin müfettişlerle bir şeyler konuştuğunu gördüm. Beni geri götürmeyebilirdi ama o zaman da yanıma bir asker vermesi gerektiği için beklemeye başladım. Müfettişlerle konuşması bitince bana dönüp,

–Esma Hanım, ben sizi bırakıp döneyim, dedi.

–Hay hay.

Geri dönüş yolunda bu kez yan yana yürüyorduk.

–Durumunda önemli bir şey yok.

–Biliyorum, sinirden olmuştur ama benim için bu bir yıkım Esma Hanım.

–Neden?

–Düşünsenize, iki durum var: Birinci durum Osmanlı paşalarından birisi Sadrazam tarafından eratın parasını zimmetine geçirmekle suçlanıyor. Suçlanan Paşa da ben hiçbir şayi Sadrazam’a söylemeden yapmam diyor.

–Yukarı tükürsen…

–Rezillik. Yani çürüyor, evet Osmanlı çürüyor…

–Haklısınız.

Uzun bir sessizlik oldu aramızda. Sonra yüzüme baktı.

–Esma Hanım size bir teklifim olacak.

–Buyurun Celil Bey.

–Ama önce bir şey rica edeceğim. Teklifime hayır derseniz bunu kimseye söylemeyeceksiniz.

Çok heyecanlanmıştım.  Meraklı gözlerle yüzüne baktım ve bana güvenebileceğini söyledim. Başını yerden kaldırdı.

–Esma Hanım, ben ve iki mülazım bu akşam firar ederek Kuvayı Milliye’ye katılacağız. Siz de bizimle gelir misiniz? Bu vatan kurtulmalı. Herkese ihtiyaç var. Siz bakmayın bu toplanan kuvvete, karşımızdaki komutan Miralay Bekir Sami Bey, bu sürüyü yarın hallaç pamuğu gibi atar, asıl büyük savaş İngilizlerle ortaklarına karşı olacak.

Dediklerinde haklıydı. Ayrıca ona bilmediğim bir nedenle aşırı bir güven duymaya başlamıştım.

–Nasıl kaçacağız?

–Ata binebilir misiniz?

–Evet.

–Biz sizi gece on birde sıhhiye çadırından alırız. Ağır olmayan çok kıymetli bulduğunuz en önemli şeyleri mutlaka yanınıza alın.

Ayrıldık. O akşam Süleyman Şefik Paşa görevden alındı ve akşam saatlerinde İstanbul’a döndü. Ahmet Anzavur denilen eşkıyanın bizim ordunun komutanı olacağı söylentisi askerler arasında konuşulmaya başlandı. Bohçamı hazırladım. Tam saat on birde çadırın önüne üç atlı bir de benim için hazırladıkları atla gelmişlerdi. Geçeceğimiz yerlerdeki nöbetçiler bilerek seçilmiş olsa gerek, kimse bize bir şey sormadı. Dörtnala epey gittikten sonra yavaşlamıştık.

–Esma Hanım…

–Buyurun Celil Bey.

–En kıymetli şeyinizi unutmadınız ya?

–İğne kutumu mu? Hayatta unutmam.

Karanlığı yırtan bir ses duyuldu.

–Durun.

Gelmiştik.

 

 

Sayfa : 10