...
Başlık : YİĞİT
Yazar : Hande Çiğdemoğlu

 

“Hanımefendi, bürodaki arkadaşlar bileti keserken bayan yanı olup olmadığına bakmamışlar. Başka yer de yok ama nasıl yapsak?”

Siyah parlak yeleği ve yana kaymış papyonuyla şaşkın bir penguene benziyordu. Muavinlik işinde, sorunları pervasız dayatmalar yerine kendi mahcubiyeti ile çözmeye çalışacak kadar yeni olmalıydı. Arkasında ise olsa olsa ondan 3-4 yaş küçük olan bir oğlan vardı. Ellerini önünde bağlamış sessizce bekliyordu.

Uzun yolculuğun dörtte birini yanımda konuşmayan, kokmayan, uyurken tıslamayan biri olmadan sürdürmenin rahatlığına henüz alışmıştım, bu iş hoşuma gitmedi. Yine de “Tamam, sorun yok.” dedim. Muavin, sorunu bu kadar kolay halledeceğini beklemiyor olmalıydı ki, gözleri gurura çalan bir sevinçle parladı. Arkasına dönüp elini omzuna attığı çocuğu, bir hamlede önüne kattı. Yanımdaki boş koltuğa yayılan çantamı, kitabımı, küçük yastığımı gönülsüzce toplarken, “Gel delikanlı otur.” dedim.

“Yok abla estağfurullah.” diyerek telaşla muavine döndü. “Ağabey ben şu merdivende oturayım.” Ama muavin çoktan kaptanın yanına gitmiş, eline aldığı mikrofonla yolculara bilmem kaçıncı kez hayırlı yolculuklar dilemek için hazırlanıyordu.

“Bunca yol merdiven basamağında gidilir mi? Gel otur, senin biletli koltuğun burası” dedim. Utangaç kamburu biraz daha büküldü. Yanaklarının kavruk esmerliğinden bile belli oldu kızardığı.

“Peki madem, ne yapayım.” diyerek usulca ilişti koltuğa. Yolculuk uzamış da uzamış gibi sıkkın, otobüs son durak terminaline yanaşmış da o inmeye hazırlanıyor gibi iğretiydi. Üzerinden hızlıca geçtiğimiz bu topraklarda yaşı ne olursa olsun bir kadın ve bir erkeğin değil yan yana oturması, aynı ortamda olması bile hoş karşılanacak şey değildi. Ana-oğul ya da ağabey-kardeş olsa neyse. Hele hiç tanımadığı bir kadınla, saatlerce yan yana oturmak! İstemeden de olsa bir ayıbın içine düşmüştü, nasıl arkasına yaslanıp rahat otursundu.

Yüzüne baktığımı görürse utanır diye başımı çevirmedim bir süre. Ellerine baktım. Kucağındaki buruşuk poşeti sımsıkı tutan, tırnakları dibinden kesilmiş parmaklarını izledim. Daha henüz büyümüş görünse de çoktan hayata karıştığı besbelliydi. Yüzünü merak ettim.

“Orada kıymetli şeyler var galiba, ne kadar sıkı tutuyorsun.” deyiverdim. Der demez de pişman oldum. Yüzüne bakabilecek olmanın hevesiyle sorduğum bu aceleci soru onu utandırmıştı.

“Annem verdi. Bilmem ki içinde ne var?”

Kaşları da, gözleri de, 3 numarası uzamış tozlu saçları kadar siyah bir oğlan çocuğuydu. Yüzüne sonradan eklenmiş gibi duran küçük bir burnu, kepçe sayılabilecek kızarmış kulakları vardı. Yeni terlemeye başlamış bıyıklarının altındaki ince dudaklarıyla çevrili mutsuz ağzı, ketum gibiydi.  Endişeli ve sıkıntılı halinin sadece benim yanımda oturmuş olmasından kaynaklanmadığı belliydi.

İçimde, açık pencerelerimin birinden diğerine esen ılık ama şiddetli bir rüzgâr başladı. Hesapladım, doğmasına izin verseydim bu yaşlarda olacaktı o da. Kim bilir, o zaman otobüslerde bana “teyze” derlerdi, anne olduğum belli olurdu. Asla bir insan olacak kadar büyümesine izin vermeyeceğim bebeğimi hastane çöplüğüne göndermeden birkaç dakika önce, erkek olsa adını “Yiğit” koyardım diye düşünüyordum. İçimdeki rüzgâr bu kez kavurucu bir alaza dönüşmüştü. Yine bütün hücrelerim yanıyordu, nefes alamıyordum.

Yıllardır boğazımı sıkan, rüyalarımda beni uçurumlardan atan o canavar, bu kara yağız çocuğa bakınca yine yakama yapışmıştı. Doğmayan bebeğimin, hiç olmayan babasının topraklarından, kendi yerine yerleşmemiş hayatıma geri dönüyordum. Buraya neden gelmiştim ki sanki?

“Bazı aşklar, insanın peşini asla bırakmayacak sinsi hayaletler gibidir.” demişti sanat tarihi hocamız. Koca amfiyi sessizliğe boğan bu cümleyle de dersini bitirmişti. Onunla tanışmış olduğumuz o günden aklımda kalan tek şey bu cümleydi. Gençliğin her şeyi olduğundan büyük gören masum gözlerini açtığı zamanlardı. Ardı arkasına kokularını patlatan coşkun bahar, ne doğrusu ne eğrisi, ne geçmişi ne hayali birbirine benzeyen iki insanı bir yapmaya karar vermişti, engel olmak güçtü. Dörtnala giden bir koşudaydık. Hayat sanki sadece birlikte olduğumuzda anlamlıydı. Bunu koca bir ömre yaymak lazımdı. Okul biter bitmez evlenmeliydik.

Zaman ilerledikçe anlamıştım aslında. Gölgesinde dinleneceğim bu ağacın dalları beni öylesine sarmalayacaktı ki, bir daha asla güneşi istediğim gibi göremeyecektim. Sahiplenme ile mülkiyet arasındaki naif çizgi, onda tarafı keskin bir şekilde çizilmişti. Gelecekte yaşayacağım varoluş mücadelesini görmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Sıklaşan ve şiddeti artan kavgalarımızın sonunda kendimi hep aynı şeyi düşünürken buluyordum. Mesleğini yapmak için savaşmak zorunda kalan, giydiğinden sürdüğüne kadar izin istemek durumunda bırakılan, “evinin kadını, çocuklarının anası” gibi tek başına dar sıfatların prangasına hapsedilmiş bir hayat. Ruhumu karanlıklara boğan bu durum, onun için gündüz aydınlığı kadar sahiciydi. Bunları düşününce arkama bakmadan ondan kaçmak istiyordum. Ne yazık ki bu istek, göğsünde uyandığım terli sabahlarda kendiliğinden kayboluyordu. Zayıf insanlar, yok saymayı çok severler.

Hikâyemi ona anlatmak isterdim. Ya da herhangi birine. Suskun bir mahkûmun, eninde sonunda konuşacağı bir koğuş arkadaşı istemesi gibiydi benimki. Başını kirli otobüs koltuğuna yaslamış bu çocuk beni dinler miydi, dinlese anlar mıydı? Anlasa ne yazardı? Bir daha hiç görmeyeceği bir kadına acımak ya da ondan tiksinmek arasında gidip gelmekten başka ne hissedebilirdi? Eninde sonunda çocuktu daha. Aşkı, nefreti, zayıflığı, basiretsizliği, çaresizliği, pişmanlığı, bilemeyecek kadar çocuk. O zaman neden böyle durgundu. Neden yüzünde yılların yükü gibi yorgunluk vardı. Hem nereye gidiyordu böyle bir başına?

“Sayın yolcularımız 45 dakika ihtiyaç ve yemek molası!”

İnip biraz hava almak iyi gelebilirdi. Nefesim hala az geliyordu. Yol arkadaşım ise anonsu duymamış gibi kıpırtısız ve dalgındı. Otobüs, mecbur olunmasa kimsenin girmeyeceği izbe bir lokantanın önünde durdu. Sigara tiryakileri çoktan inmek için sıraya girmişti bile. Otobüste uyuklayan birkaç kişi kalana kadar bekledim. Sonunda “Haydi inelim biz de” dedim. İrkildi. Çok mu yüksek sesle söylemiştim acaba?

“Haa, yok abla ben inmeyeyim sen geç buyur” diye ayağa kalkıp bana yol verdi.

“Yolumuz uzun daha, gel bir çorba içelim.”

“Sağ olasın, ben tokum. Oturayım burada.”

Hayatta neyde ısrarcı olmuştum ki bu çocuğu aşağı indirmek için çabalıyordum? Kendime şaşırsam da ısrarımı sürdürdüm.

“Ama ben yalnız yemek yemeyi hiç sevmiyorum. Ne olur sanki bana arkadaşlık etsen, sen istersen yeme!” Ne diyeceğini bilemedi.

“Tamam abla, gelir dururum yanında.”

Ne zamandır ilk kez gülümsemiş olmalıyım ki yanaklarım acemice gerildi. Birlikte aşağı indik.  Onu kuru öğle güneşinden az daha korumak için en gölgelik masaya oturtup, içeri girdim. Bol yağlı, az lezzetli kesif bir yemek kokusu her yeri kaplamıştı. Kapısında “Lavabo” yazan yere koştum. Ayna diye duvara astıkları sırrı kaçmış cam mı benim yüzüm mü daha kirliydi? Bu yüzü sevmiyordum. Altı çürük mor halkalarla süslenmiş, yeşili kahverengiye dönmüş fersiz gözlerimde aradığım o şeyi hiç görmeden ölecektim. Sana emanet edileni korumak, savaşmak, gerekiyorsa canını vermek demek yiğitlikti. Ne istediğini bilip yapamamak mı daha kötüydü, ne istediğini bilemeden savrulmak mı? Korkaklık mı daha iyiydi basiretsizlik mi?

Yıllardır sırtımda olan sorularımı saplandığı yerde bırakıp, iki çorba, biraz ekmek ve rengi kararmış iki dilim limonlu tepsimle bahçedeki masaya geldim. Henüz adını bile bilmediğim yol arkadaşım, yüzünü elleriyle avuçlamış, söz verdiği gibi öylece oturuyordu.

“Ezogelin çorbası aldım, seversin değil mi?” Tepsiyi masaya bıraktım.

“Ben içmesem.”

“Olmaz öyle şey hadi bakalım.” Hiç canım istemese de iştahla yemeye başladım. Önce çekindi, sonra açlığı ağır bastı. Ekmeği katık ettiği çorbasını tüm parmakları ile kavradığı kaşıkla bir çırpıda içiverdi.

“Sağ olasın, çok güzelmiş.”

“Annenin yaptığı hangi yemeği seversin söyle bakalım.”

“Annem yapmaz ki bizde yemekleri. Ablam yapar.” Ablam deyince sesi titredi. Ağzındaki son lokma da, yüzüne oturan bulutla birlikte büyüdü.

 “Ben çıkayım otobüse, yemeğin bittiyse.” diye yutkundu.

“Ya dur bakalım, çay içeriz. Hem biraz laflarız.”

 Tozlu kuru sıcak, ensemize yapışmıştı. Konuşmak istemediği belliydi ama yine de yanımdan ayrılmamıştı. Bazen anlatmak istemeyeceğinizi sandığınız şeyler, onları gerçekten merak eden biri çıktığında dışarı çıkar, sizi kuş gibi hafifletir. Bu çocukta da öyle olsun diledim. İlgimi görünce yüzündeki gam dağılıverir, bakarsın gülümser bile. Öyle istedim.

“Sever misin ablanı, demek güzel yemek yapıyor.”

“Severim… Çok severim!”

“Güzel mi ablan, anlatsana biraz.”

İnce dudakları bir yunus ağzı gibi kıvrıldı. “Ablam” dedi. “Çok güzeldir. Böyle taa beline kadar saçları vardır, örükleri yemenisinin altından çıkar. Hani şu masaldaki kız var ya onun saçlarının siyah olanı. Gözleri yeşildir ama. Nasıl desem hani şu çimenler var ya onun gibi. Öyle coşkun anlatıyordu ki, nefes bile almaya korktum. Hevesi kaçmasın diye.

“Bir de çok iyidir ablam. Herkese iyilik yapar, sokakta oynarken bütün çocuklara salçalı ekmek verir. Sonra kedilere ıslak ekmek koyar. Çok da güzel türkü söyler, sesi aynı meşhurlar gibi. Ağabeylerim onu niye sevmez bilmem. Hep kızarlar, hatta döverler.”

Bir an sanki kabahat onunmuş gibi durdu. Bir eliyle diğer parmağını sıkıyordu. “Çok konuştum değil mi, kusura kalma.” dedi.

“Aşk olsun oğlum, anlatıyordun ne güzel.”

Mahcubiyeti hızla kızgınlığa dönüştü. Başka bir dünyaya girmiş gibiydi. Uzaklara diktiği gözleri simsiyah bir alev gibi parlıyordu. Kendi kendine konuşur gibi fısıldadı.

“Ablam fenalık yapmaz. Onlar bahane arıyorlar…”

Sonra yine tedirginleşti. Sağına soluna bakıyor, terli ellerini pantolonuna siliyordu. Masaya doğru eğildim.

“Bak delikanlı, biz seninle yol arkadaşı olduk, aynı ekmekten yedik. Yol hali Allah korusun bir kaza olsa birbirimize sahip çıkacağız değil mi? Kim bilir belki kader arkadaşı olacağız. Sen beni tanımazsın, ben daha hiçbir arkadaşımın sırrını açık etmedim. Anlat bana neler oldu, ablana bir şey mi yaptılar, sen neden yollara düştün tek başına?”

Ne kadar çabuk ikna olmuştu. Yüzündeki sertlik yumuşadı. Omuzları düşünce yine çocuk oldu.

“Ben de tam bilmiyorum ki. Okul harçlığım çıksın diye her yaz pamuğa giderim. Bu sefer ne olduysa erken gönderdiler beni geri. Eve geldiğimde, önce bahçedeki ocağın başına, ablama koştum. Orada değildi. İçerden ağlar gibi mırıldanan annemin sesi geliyordu. Bu ağıdı en son dayımı vurduklarında duymuştum. ‘Eyvah’ dedim ‘Ablama bir şey oldu.’”

Yüzü beyaza kesmişti. Bildiği hikâyeyi sanki tekrar yaşıyordu. Bense sonrasını duymak istediğimden emin değildim. Sandalyemde ürkekçe kıpırdandım. Gönülsüz bir  “Sonra?” çıktı ağzımdan.

“Koşarak içeri girdim. Annem beni görünce, yaşlı gözlerini ablamın odasına çevirdi. İçime bir anlık su serpilse de yangınım geçmemişti. Kapıyı vurdum, yumrukladım, ağladım açmadı, sesini bile çıkarmadı. ‘Açamaz’ dedi annem. ‘Abingiller kilit vurdu, çıkamaz oradan.’ ‘Neden?’ dedim. ‘Ne istiyorlar gene ondan, sen aç kapıyı anne.’ ‘Açamam’ dedi. ‘Hiç bir şey yapamam.’ Yapmadı da.

Dizlerinin üstünde dövünmeye, ağlamaya, ulur gibi ağıdını söylemeye devam etti sadece. Kapısının dibinde belki sesini duyarım diye öylece oturup kaldım.

Akşama kalmadan abimler geldi. Babam geçen sene ölmüştü. İyi ki ölmüştü, o oğullarından daha kötüydü, daha sert vururdu ablama da, anneme de. Onları görünce ‘Niye kapattınız ablamı, ne yaptı size?’ diye çıkıştım. Bir tokat da ben yedim ama hiç canım yanmadı. Sabaha kadar dövseler razıydım. Yeter ki ablam iyi olsundu. ‘Sen karışma bilip bilmediğin işlere.’ dedi büyük abim. ‘O çok sevdiğin ablan yaptı yapacağını, ah ama iki er olup sahip çıkamadık, bizim başımıza düşsün taşlar! Şerefimizi oyuncak etti kendine.’ Gözleri aynı masallardaki canavarlar gibi bakıyordu. ‘Ama sen duur, bu kalmaz senin namussuz yanına’ diye hışımla ablamın odasına girmeye davrandı. Eline sarılıp, önüne kapaklandım. Yalvarmaya kalmadan diğer abimin tekmesiyle yana savruldum. Ablamı en son o zaman, düştüğüm yerden gördüm. Saçları kökünden bölük pörçük kesilmiş, bir gözü kapanmıştı. Ama yine güzeldi, yine melekti ablam. Diğer abim beni sürükleyip bahçeye çıkarırken, ablam kapı aralığından baktı bana gülümsedi.

Durdu bir an. Sesi, gözyaşlarının önünden aktı. Fısıltıyla “Berelerinin arasından gamzesini gördüm.” Ellerini başına, başını masaya koyup hıçkırmaya başladı. Ne yapacağını bilemeyen herkes gibi bir su kapıp koşarak geldim. Bir yudum su ne yapsındı bu çocuğun, benim, zulmün ateşine. Ama gene de yanına oturup, “İç biraz” dedim. Boğazım, kalbim düğüm düğüm olmuştu. Başını kaldırıp yüzüme baktı. “Bana ‘Ablanı vuracaksın.’ dediler. Bana düşermiş bu vazife. Yaşım küçükmüş, fazla yatmazmışım. Böyle vazife mi olurmuş. Dünyanın en kötü şeyini yapsa gene de bir şey yapamam ben ona. Kıyılır mı ablaya, kıyılır mı cana?” Bir yandan içini çekiyor, bir yandan hışımla söyleniyordu. “Bebesi varmış karnında, kim ne yapmış, nasıl olmuşsa olmuş. İki can olmuş ablam. Günah değil mi, kıyılır mı?”

“Kıyılmaz” dedim. Sesimi kendim bile duymadım.

Sesim hiç çıktı mı ki benim? O zamansız ve beklenmedik haberle, yani içimde büyümeyi bekleyen o insan nüvesinin varlığıyla coşmuştum bir zamanlar. Babasıyla ve geleceğimizle ilgili tüm endişelerim uçup gitmişti. Anne-baba olmak çok genç olduğumuzu biliyordum. Ama hayat, kararlarını bizim saatlerimize göre vermeyecek kadar kudretliydi. Su akacak yolunu bulacak, biz de yola, bizden gelen bu küçük insanla devam edecektik. Ben, kendi kavgamı bu haberle sonlandırmıştım, onun için ise davranmak daha kolaydı. Zaten kocam ve çocuğumun babası olmaktan başka isteği yoktu. Ben öyle sanmışım. Bu haber onda deprem etkisi yaratmış, ilk şoku atlatınca enkazın altından buz gibi bir ceset olarak çıkmıştı. Alevlenen tartışmayla hayal kırıklığımın ve üzgünlüğümün yerini her yerime yılan gibi dolanan bir öfkeye bıraktığını bugün gibi hatırlıyorum. Yıllar boyu unutmak için çabaladığım o cümle. Aşkımızı da, birlikte kurmak istediğimiz geleceğimizi de, inancımı da, güveni mi, cesaretimi, beni, her şeyi yok eden o cümle: “Benim çocuğumu ben istemezsem doğuramazsın.” Mülkiyet duygusunun o sert, o hastalıklı darbesi altında yitip gittim. Doğurmadım, doğuramadım. Kıyılamaza kıydım ben de. Şimdi karşımdaki bu çocuğa ne cevap verecektim?
“Annen gibiyim ben.” mi diyecektim, yoksa ağabeylerin gibi mi?

Mola bitmişti. O daha da büyümüş, ben daha da yaşlanmıştım. Otobüse bindik. Uzunca bir süre konuşamadım. Yüzüne bile bakamadım. Ama ablasına ne olduğunu, onun nereye gittiğini öğrenememiştim henüz. Belki de “Annem ablamı onlara vermedi, ablam bebesini doğurdu ben okula gidiyorum.” falan diyecekti. Sessizliği bozan telefon sesiyle irkildik ikimizde. Arayan annesiydi. Eliyle ağzını kapayıp, başını daha da öne eğdi.

“Yoldayım daha varmadık. Tasalanma sen, Murat Ağabey’i alıp geleceğim. Elbet bulurum ben onu, sen ablamı sakla! Kurtaracağım ablamı. Ağlama anne, ağlama kurban olduğum.”

Telefonu kapatıp gözünde kendinden emin bir pırıltıyla bana baktı. Kara, yiğit ve kocaman bir bakış. Gururla gülümsedim.

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 12