...
Başlık : Sünnet
Yazar : Nazmi Bayrı

 

                                                                                                       Gök Mustafa

                                                                                                     Hüseyin anlatıyordu
                                                                                                     Bir candarma gelmiş bizim köye
                                                                                                     Keşkek komuşlar önüne yemiş sevmemiş 
                                                                                                     Bal komuşlar parmaklamış sevmemiş

                                                                                                      Bir Gök Mustafa varmış
                                                                                                      Sağ mı bilmem 
                                                                                                      Gülü gülüvermiş de candarmaya                                                                                                                                               “Neyliyek ağa,
                                                                                                       Sana yumurta mı pişirek?”
                                                                                                        Demiş.

                                                                                                                                  Enver Gökçe

 

 

                                                                

Şemsi kasabaya getirildiğinde yaşını tam olarak bilen yoktu. Hüseyin Ağa’nın konağında kalıyordu.

Kasabaya gelen bütün konuklar da Hüseyin Ağa’nın konağında kalırlardı zaten.  Herkes ona karşı haddini bilirdi. Korkudan değildi bu. Daha çok saygı duymalarındandı. Zalim değildi Hüseyin Ağa. Sofrası garibe, yoksula, yolcuya açıktı. Irgatların hakkını gözetir, gereksinimi olanlara kapısını yaz kış açık tutardı. Bu yüzden kasabalıların çoğu gönüllü çalışırlardı onun çiftlik işlerinde. Binlerce dönüm arazisi vardı.

Konağın uzağında bulunan ağıllar, komlar, samanlıklar önlerini, yanlarını uzayıp giden tarlalara, bahçelere vermişlerdi. Sırtları kalecik tepesine dönüktü. Meşeli dağın eteğindeki, çay kenarındaki, düzlerdeki, kızıllardaki tarlalar, bahçeler Hüseyin Ağa’ya aitti. Ovanın en verimli arazileriydi bu yerler.

Pos bıyıklı, kalın kaşlıydı Hüseyin Ağa. Bakışları keskindi. Ellerini arkasında bağlar, ağır adımlarla yürürdü kasaba meydanında. Orta boylu, dolgunca idi. Boz şapkası, şalvarı, ceketi tertemizdi. Konuşurken kaşlarını çatar, ciddi bir tavır takınırdı yüzüne.

Şemsi’yi çocuklarından ayırt etmezdi. Buna karşın Şemsi de hep bir ürkeklik vardı.
 Gerçek adını bilen de yoktu Şemsi’nin. Belki de lakabıyla çağırılıyordu.
Beyaz tenli, saçları dalgalı, gök gözlü bir çocuktu.

Bir gün; askerler köyleri, kasabaları geziyor,  sünnetsiz çocukları alıp götürüyorlar,  diye bir dedikodu yayıldı kasabaya.
Kimse inanmadı bu dedikoduya. Yalnızca Şemsi inandı. Çünkü Şemsi sünnetsizdi. Üstelik bunu iki arkadaşı da biliyordu…
Öğlen güneşinin tepeden vurup her şeyi kavurduğu bir gün, arkadaşlarıyla küçük göle atmışlardı kendilerini.  Çırılçıplak yüzüp şakalaştıkları bir sırada,  arkadaşları sünnetsiz oluşunu alay ederek yüzüne vurmuşlardı. 

“ Seni sünnet etmemişler Şemsi. Yoksa sen…”
Yanıt vermeden sudan çıkmış, çarçabuk giymişti.

‘Askerler sünnetsiz çocukları toplayıp götürüyorlar,’ dedikodusunu duyduğu günden bu yana, huzuru kaçmıştı Şemsi’nin.  Keşke o gün arkadaşlarımla çimmeye gitmeseydim.  O zaman kimse bilemezdi sünnetsiz olduğumu. Askerler kasabaya geldiğinde de kaçar, saklanırdım. Ama şimdi, sünnetsiz olduğumu, askerlere söylerler arkadaşlarım, diyordu kendi kendine…

Bunalımlı günler geçiriyordu Şemsi. Hüseyin Ağa ile karısı Selver onun bu üzüntülü, sessiz haline bir anlam veremiyorlardı. Sık sık durumunu sormalarına karşın doğru dürüst bir yanıt alamıyorlardı.

İçini kemiren gerçeği söylese miydi Hüseyin Ağa’ya. Niye söyleyecekti ki… Onun da duyması gerekirdi kasabada dolaşan dedikoduyu… Sünnetsiz olduğunu pekâlâ biliyordu.

Korkma Şemsi, seni jandarmalara vermem, demiyordu. Demediği gibi hiç umursadığı da yoktu. Jandarmalar gelse de Şemsi’yi alıp götürseler diyen bir hali vardı sanki. Herhalde kendisinden kurtulmak istiyordu…

Teslim eder miydi kendisini jandarmaya? Belki de etmezdi. Samanlığın birinde saklar, Şemsi burada yok; başını alıp uzaklara gitti, derdi. Askerler kasabayı terk edince de kendisini samanlıktan çıkartırdı. Seni hiç askerlere teslim eder miyim Şemsi. Seni koruyacağıma dair söz verdim ailene. Bir gün baban gelip götürecek seni… deseydi ya. Demiyordu. Bu çocukta bir hal var; ama deyip geçiyordu…

Mustafa Kâhya’ ya mı açsaydı derdini.  O da çok güvendiği birisiydi. Mustafa Kâhya’nın kendi evlerinde misafir olarak kaldığı gecelerde, babasıyla sürüp giden koyu sohbetlerini bugünkü gibi hatırlıyordu. Kendisini de çok seviyordu Mustafa Kâhya…

Kalın bir ağaç kütüğünü andıran gövdesiyle ilkçağ insanlarına benziyordu.  Kızıl saçlı, iri burunlu, ela gözlüydü. Kocaman, nasırlı elleriyle başını okşar,

“Kuzu, nasılsın, istediğin bir şey var mı? Varsa çekinmeden söyle. Sen bize emanetsin. Ne yaparsın işte, zaman kötü zamandı… Halbuki sürülerimiz birlikte yayılırdı... Tarlalarımız, bağlarımız,  bahçelerimiz yan yanaydı,” der, yutkunurdu.

“Mustafa Kâhya, beni askerlere vermeyin, ne olur. Çok korkuyorum. Sen bilirsin ailemin nereye göçtüğünü.  Beni onlara götür. Yoksa buralardan kaçıp giderim… Kaçıp gitmekle de kalmaz, canıma kıyarım. Binerim çiftlikteki gök kırı ata, sürerim doğru Fırat’a. Atarım kendimi coşkun sulara…”
Dökse miydi ki derdini Mustafa Kâhya’ya?

Şemsi, düşünde Fırat Nehri’nin kıyısındaydı. Dağınık çalı kümelerini geçip büyükçe bir kayanın üstüne çıkıyordu. Fırat azgındı.  Güneş, ince bir sisin ardında batıyordu. Kendisini uçurumdan aşağıya bırakmadan, binip geldiği gök kırı ata bakıyordu. Işık saçıyordu gözleri. Atın yanına geliyor, bir sıçrayışta binip yelelerine yapışıyordu. Toynakları altından bir toz bulutu kalkan at, kanatlanıp uçuyordu.  Gri dağlar, boz tepeler, yemyeşil vadiler kayıyordu altlarından. Dikenli tellerin, nöbet tutan askerlerin üstünden geçiyorlardı… Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında yavaşlıyordu gök kırı at. Zıplayıp yere iniyordu. At, terden köpük içindeydi…

Çırılçıplaktı. İki eliyle önünü kapatıyordu.  Çölde, yapayalnız olduğunu anlayıp ellerini çekiyordu önünden… Korkmuyordu artık sünnetsiz halinden.

Aniden sıçradı. Ter içindeydi. Yatağında doğrulup oturdu.  Pencerenin karşısındaki dolunaya bakarak gördüğü düşten sıyrılmaya çalıştı.

 Askerler kendisini götürünce ne yaparlardı acaba? Sünnet ettirip hapishaneye mi atarlardı? Döverler miydi? Düşündükçe derin bir korkuya kaplıyordu… 

Kendi kendini sünnet etmeliydi. Evet… Korkmamalıydı. Çükünü eline alıp yokladı… Ucundaki deriyi çekti kıvırdı.  Kıvırdığı yerden kesip atmalıydı deriyi.  Yeni, temiz bir jilet bitirirdi işini… Acısına katlanabilecek miydi peki? Katlanmalıydı. Ne olursa olsun katlanmalıydı…

Elini çüküne götürdü yeniden. Keseceği yeri bir kez daha büktü.  Biraz ucundan, başına değdirmeden…
Günlerce çükünün ucundaki deriyi kıvırıp durdu. Hafiften bir morartı oluşmuştu büktüğü yerde…

Mustafa Kâhya’nın tıraş jiletlerinden biriyle, Hüseyin Ağa’nın kolonya şişelerinden yarılanmış olan limon kolonyasını aşırıp avludaki tahtaların altına sakladı. Yastığının bir kenarını sökerek biraz pamuk çıkardı.  Eprimiş bir gömleğinden kestiği parçayı da sargı bezi olarak kullanacaktı.

 Ahırda yapacaktı sünnetini.  Kararını verdi. Yerlere kan damlasa da belli olmazdı ahırın mayıstan kararmış tabanında.  Jiletle kesip kolonyalı pamuğu bastıracak, ardından iyice saracaktı. Donunu, şalvarını çektikten sonra gidip yatağına yatacak soranlara da hastayım, diyecekti…

Ahırdaydı. Hayvanlar otlatılmaya çıkarılmıştı. Yalnızca ayağı aksayan bir buzağı yatıyordu köşede. Umarsız sesiyle arada bir böğürüyordu. Ahırın ufacık tozlu camlarından ışın demetleri süzülüyordu içeriye… Şalvarını, donunu ayaklarının üstüne indirdi.  Jileti, sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı arsına alıp kavradı. Önceden defalarca yaptığı gibi sol eliyle çükünün ucundaki deriyi çekti, kıvırdı.  Yüreği çarpıyordu. Soluk alıp verişi hızlanmıştı. Keskin bir gübre kokusu karışıyordu nefesine. Sıkıca tuttuğu deriye aniden vurdu jileti.  Ardından bir kez daha vurdu kuvvetlice. Kan akmaya başladı… Kestiği ufacık deri parçası ile kanlanmış jileti duvar dibine yığılı gübrenin üzerine fırlattı…

Bir köpek havlaması duydu. Avlu kapısı gıcırdadı. İşini çabuklaştırmalıydı. Önceden hazırladığı kolonyalı pamuğu çükünün ucuna bastırdı.  Bastırır bastırmaz da büyük bir acıyla sarsıldı bedeni. Bayılacak gibi oldu. Sızım sızım bir acı yayıldı her yanına. Eprimiş gömlek parçasını saramadan, donunu, şalvarını çekti güçlükle…

Gözleri iri iri açılmış, yüzü bembeyaz kesmişti. Gözyaşlarına engel olamadı. Bir halsizlik çöktü üstüne.  Tükenmişti.

Duvarlara tutuna tutuna ahır kapısını açıp dışarıya çıktı. Mustafa Kâhya’nın kaldığı odanın kapısına kadar gidebildi. Kapıdan içeri adımını atar atmaz yere yığıldı. Mustafa Kâhya ocağın yanındaki sedirde tütün içiyor, camdan bozkıra bakıyordu… Yerinden fırladı. Şemsiyi o halde görünce irkildi. Kucağına alıp sedire yatırdığında kanlı şalvarı ilişti gözüne… Konağa doğru seğirtti Hüseyin Ağa’ya haber verdi…

Hüseyin Ağa, pansumancı Kasım’ı çağırttı hemen. Soluk soluğa Şemsi’nin yattığı odaya daldı Kasım. Askerlikte öğrenmişti pansuman yapmasını…

Şemsi’nin el uzluğunu gören Hüseyin Ağa onu marangoz Ali Rıza Usta’nın yanına çırak olarak verdi. Yaşıtlarından önce kalfa, sonrasında da iyi bir usta oldu Şemsi.

“Kafası çalışıyor, elinden de çok iyi işgeliyor,” diyordu Ali RızaUsta, HüseyinAğa ile her karşılaşmasında…

Askere gitme yaşı yaklaşıyordu Şemsi’nin...Çoktandır, Hüseyin Ağa’nın arazilerinin içinden akıp giden Körsulu Deresi’nin coşkun aktığı yere bir su değirmeni yapmayı planlıyordu. Bu düşüncesini bir gün Hüseyin Ağa’ya açtı. Onun uygun görmesiyle yanına iki de işçi alarak işe koyuldu. HüseyinAğa’nın kendisine yaptığı iyiliklerin altında kalmak istemiyordu…

Değirmeni yapıp bitirdiğinde orak ayı geride kalmıştı. Bozkır uyuşuk bir dinginlik içindeydi.

Şemsi’nin gök bakışlarından kasabadaki kızların yüreği eriridi. Ama onun gözü Elif’ten başkasını görmezdi. Boylu bosluydu Şemsi. Değirmenin kuytusundaki ceviz ağacının dibinde Elif ile buluştuklarında; Elif kendisine,  göğüslerinin arasından çıkardığı mor işlemeli beyaz bir mendil vermişti. O günden beri mendili cebinde taşıyordu. Tenha yerlerde çıkartıp uzun uzun kokluyor, iç geçiriyordu…

Elif’i ailesinden istetse, kendisine vermeyeceklerinin ayrımındaydı. Kaçırsa, başına gelecekleri tahmin edebiliyordu…

Havalar serinlemişti iyiden iyiye. Yaşlanan gök kırı atın azat edilmesini istedi Hüseyin Ağa. Mustafa Kâhya da bu görevi Şemsiye verdi.  Bir sabah, gök kırı atın yularından çekerek ahırdan çıkardı Şemsi. Köyden uzağa, bir vadiye götürüp bırakacaktı…

Bir sessizlik çökmüştü bozkıra…Epeyce yol aldılar. Gök kırı at arkasından uysalca geliyordu…

Bir zamanlar çiflikte herkesin gözdesiydi bu at. Şimdi ise ölüme terk ediliyor... Acımasızlık bu. İhanete uğruyor düpedüz. İyi günlerinde özenle bakılırken, yaşlanıp güçten düşünce kapı dışarı ediliyor. Üstelik kış yaklaşırken. Aç kurtlara yem olacak açık açık…

Benim boğuntulu günlerimde ki acının daha beterini yaşıyor olmalı şimdi o. Hüzün akıyor gözlerinden…Onu çiftliğe geri mi götürsem acaba? Bugüne kadar süregelen bir geleneğe karşı mı çıksam, dedi Şemsi kendi kendine.

Aniden kuvetlenen rüzgâr kuru otları, yol boyundaki ağaçların dallarını sallıyor; bu bungun ayrılığın etkileyici müziğini çalıyordu.… Bir türlü attan gözlerini alamıyordu Şemsi. Bitkindi, umarsızdı…

Atı azad edeceği vadinin koynunda, gri bir kayanın üstüne oturmuş, düşünüyordu.

Haydi, beni bırak da git, dercesine başını sallıyor, huysuz huysuz kişniyordu at. 

Yerinden doğruldu, kayadan aşağıya atlayıp atın boynundaki yuları çıkarttı. Alnını birkaç kez okşayıp öptü, sonra hızla yürüdü. Durdu birdenbire. Dönüp birkez daha baktı. O anda külrengi bulutların altında süzülerek uçan kuzgunların cırtlak sesleri geldi kulaklarına. Ürperdi…

Bir şimşek çaktı Şemsi’nin kafasında aniden. Yoksa benim sonumda?..

Konakta,  Hüseyin Ağa’nın karşısındaydı Şemsi.  “Ağam, ben Suriye’ye gideceğim. Çok düşündüm taşındım bunu. Ne olur, beni Suriye’ye gönder. Ne demek istediğimi anlamışsındır.Yüreğimin daha fazla yanmasını istemiyorsan beni gönder... Biliyorum, benim için de sizin için de zor olacak bu. Hele, benim aklım hepten buralarda kalacak; ama gitmeyi kafama koydum birkere, ”dedi yalvaran bir ses tonuyla.

Hüseyin Ağa, çevresi kırış kırış olmuş gözlerini kısmış uzaktaki gömütlüğe bakıyordu. O sırada göç eden bir kuş sürüsü geçti göz hizasından. Sesleri odaya kadar geliyordu. Gömütlüğün arkasındaki tepeye indiler dalga dalga …İri taneli kehribar tesbihini çekmeyi bırakarak,

“Göç eden bu kuş sürüsü…” dedi, gerisini getiremedi. Boğazı düğümlendi.

“Her kuş sürüsüyle Ağam.”

 “Öyle, her kuş sürüsüyle tabii…Peki ,sana burada karışan eden mi var Şemsi... Sen de benim bir evladımsın. Oralarda kimseyi bulamazsan, perişan olursun…”

“Eğer kimseyi bulamazsam, başım darda kalırsa, döner gelirim Ağam. Söz. Hem orada kalsam da gene çıkar gelirim. Selver anamın, senin, köyün hasretine dayanamam… “

Şemsi’nin göz yaşları yanaklarından aşağı süzüldü...

Hüseyin Ağa, cıyaklayan kuş sürüsünden gözlerini ayırmadan,

“Kuşlar göç ediyor. Kim bilir kaç tanesi ölecek bu göçte…Bir gün hepimiz onlar gibi göçüp gideceğiz bu dünyadan. Hem gidip de bir daha hiç dönmeyeceğiz…”

Yarım dakika kadar durdu, ardından, “Seni göndereceğim Şemsi. Anladım ki kararını çoktan vermişsin,” dedi yavaş bir sesle.

“Evet Ağam, kararımı çoktan vermişim.”

“…………………………….”

Göz gözü görmüyor. Gecenin ağzı var dili yok. Derviş, yanındaki adamlarla sınır boyunda beklemede..Yüzündeki şark çıbanı lekeleri; yuvalarından fırlayacakmış gibi fıldır fıldır dönen zeytin yeşili gözleri, zifiri karanlıkta kaybolmuş...

Anasının gözü Derviş. Feleğin çemberinden defalarca geçmiş. Sınırdan adam geçirmede üstüne yok onun.

”Şöyle yarım gözle bir baktım mı, ihbarcıyı, üç kâğıtçıyı, gevşeği, yavşağı tanırım ben,” der, kaçak çay içip kaçak tütününün dumanını her savuruşunda.

 “Hüseyin Ağa, bu adamını sınırın ötesine gönderdiğine göre bir bildiği vardır herhalde.  Ağalık, işini bilmekle olur. İşini bilmeyenden ağa mı olurmuş,” dedi Derviş kendi kendine.

“ Gözün gibi koruyasın onu Derviş. Sağ salim geçiresin sınırdan…Göreyim seni. Hakkını fazlasıyla alacaksın,”  demişti buyurgan bir sesle HüseyinAğa.

Şemsi’yi nefes uzaklığından ayırmadı Derviş…Sınırı geçtiklerinin ertesi günü, misafir olduğu evden çıkıp gitti Şemsi…

 “Derviş Dayı, Hüseyin Ağama selamımı götür.  Ellerinden öptüğümü söyle. Şemsi akrabalarını bulmuştur; ama…”

Bir anlığına duraksadı Şemsi.

“İlk fırsatta ziyaretine gelecektir,” deyiver. “ Uzat, elini öpeyim...Sen de hakkını helal et Derviş Dayı.  Bir daha geldiğinde, Kumaşçılar Çarşısı’nda bulursun beni,” dedi Şemsi. Sesi titriyordu.

Derviş; lacivert bir takım elbise giymiş, tıraş olmuş, aklanmış paklanmış Şemsi’ye bakıyordu şaşkın şaşkın. Kır düşmüş pos bıyıklarının altındaki morarmış dudakları aralandı, kaşları çatıldı. Sıkıntı basmışçasına çeketinin yan cebinden tabakasını çıkardı. Önceden sarıp hazırladığı sigaralardan birini dudaklarının arasına yerleştirdi. Tabakayı Şemsi’ye uzatırken çakmağı ile kendi sigarasını yaktı. Bir nefes çekip dumanı savurdu. Şemsi, teşekkür ederim,  anlamında sağ elini göğsüne iki kez dokundurdu, sigarayı almadı…

Eğildi Derviş’in elini öptü.

Sımsıkı kucaklaştılar…

 


[i]2019 Yaşar Kemal akademisi Özgür insan Öykü Ödülü


 


 

Sayfa : 14