...
Başlık : SUSKUN
Yazar : Handan ALTIN

 

         Günlerdir yağan yağmur dinmiş, parlak bir kış güneşi yeryüzünü ışık seline boğmuştu. İsteği üzerine köyüne değil, şehrin mezarlığına defnedilecekti Hikmet’in naaşı. Islak toprağa kuru otlar yayıp, öyle yatırdılar mum gibi erimiş bedenini. Birkaç eski mahkûm, mezarlık görevlisi, cezaevi görevlileri ve imam… Gömdükleri çukur iyice dolup taşana kadar sırasıyla kürek kürek toprak atmışlardı üstüne. Başucuna tahtadan şahide de dikilmişti. Uğurlamaya gelenler, imam Fatiha okurken ona eşlik etmişler,
“Allah taksiratını affetsin!” demişlerdi üzgün bir sesle.
        Yapılacaklar bitince, uğurlamaya gelenlerin hepsi gitmişti. Sadece içlerinden birisi hâlâ oradaydı. Üstü henüz örtülen mezarın yanı başındaki küçük koruluğa dalmıştı gözleri.
       “Ağaçları severdi garibim…” dedi. Ne “taksirat” sözcüğünü kullandı ne de Fatiha okudu. Yüzünde sadece kederle karışık bir öfke vardı. Islak toprak öbeğinin başına çömeldi, dikilen tahtanın üstüne yazılanları bir de yakından okudu içini çekerek. “İnsan hiç su gibi gürül gürül akacağı bir yaşta ölür mü be kardeşim!..” dedi.
“Bu nasıl hikmet! Bitti işte yapılacaklar, gittin işte sonunda; kuytu yalnızlığından kuytu karanlıklara… Gerçi son zamanlarda nefes alıp veren bir ölüden ne farkın vardı ki. Umarım dinmiştir artık acıların… Uymuyordu titreyen ellerin yarım kalan düşlerine. Söyleyemediğin her sözcüğü, sarı tütün tellerine sarıp yakıyordun hiç durmadan. Sapsarıydı incecik bıyıkların, yüzün, gözünün akı bile… Ah be çocuk, yazık etmişler sana yazık, taa en başından! Bütün günahların kefaretini yüklemişler sana. İstemeden öğrenmiştik senin çekilir gibi olmayan hikâyeni. Hani şu bizim koğuşa nakil geldiğinin beşinci günü, hani ateşinin çokça yükseldiği gece… Hiç unutmadım biliyor musun hiç! İnsanlık adına ne kadar utandım ne kadar üzüldüm anlatamam! Sayıklamaya başladığında, başındaki havluyu değiştiriyordum o sırada. Nefesin, içindeki alev kuyusundan tırmanarak çıkıyordu sanki! Bu nasıl bir hikâyeydi Hikmet böyle! Hepimizin başı eğik, saklamıştık gözyaşlarımızı birbirimizden. Hangi terapist sağaltabilirdi ki bu acıyı! Karlı dağları sayıklıyordun… Gözlerinden sicim gibi akan yaşlarla ıslanmıştı yastığın. O yastık ki çakırdikenli bir yastıktı, başına, huzurla koyamadığın
. ‘Bacı…’ demiştin. ‘İnsanın bacısı… Abi… Bacı kardeşini doğurur mu hiç!..’ Ahhh Hikmet ah!.. Keşke yanında olsaydım, son nefesine kadar, bu denli öksüz bu denli kederli gitmezdin belki. Zavallı anan koşmuş peşinden yıllarca. Yazık, o da tükenmiş bu yollarda. Peki, ya eline silahı verenler, çığlıklar susunca huzur bulduğunu sananlar… Neden bir kerecik bile duymadılar senin sessiz çığlıklarını? Doğru ya sessizliği seven fukaralardı onlar!”
“Biliyor musun Hikmet, hiç bahsetmedim sana, dışarıya çıktığım, o sözde özgürlüğüme kavuştuğum günlerden. Avare mayın gibi dolaşır olmuştum orta yerde. Yoldaşlarım, uzak yakın dostlarım, her biri kendi yaşamının telaşındaydı. Kimi görünce ‘geçmiş olsun’ dedi sadece ayaküstü. Kimileri görmezden, bilmezden, duymazdan geldiler. Kimsenin kimseyi görecek hâli yoktu. Çok uzaklarda kalmıştı örselenen bedenlerin dayanışma ruhu. Bir ablam vardı, kapısı sonuna kadar açık olan. Hani şu ziyaretime gelen ablam var ya. Erkek kardeşlerim hâlâ kızgındılar bana. Adam olmazmışım ben! Doğru söylüyorlardı; benden olsa olsa ancak sahaf olurmuş. Oldum da zaten. Hikâyemi başından beri bilen ama fikri ayrı zikri ayrı bir Sahaf, yol gösterdi bana: ‘Gel giy şu sahaflık cüppesini, bu zamanda kimseden hayır gelmez kimseye!” dedi. Yorulmuştu yılların Sahaf’ı. Kazanırsam bir ekmek, onunla bölüşecektim o kadar. İyilik mi yaptı bilmiyorum… Gidemedim ben de başka bir yere. Ben kitapları bekleyecektim, onlar da beni. Zaman içinde yer değiştirecekti eskiyle yeni, hepsi bu. Seveceğin kitaplar ayırmıştım sana, görüş günü için. Olmadı… Yetişemedim işte! Neyse arada bir gelir okurum, merak etme dostum. Ne yazık ki dünya bu, şimdilik. Önemli olan, “Ne yapmalı?” sorusunu unutmadan yaşayabilmek. Tabii senin için geçerli değil artık, bu yüzden gülme sakın bana. Ama, Albert Camus’un, Mutlu Ölüm adlı kitabını getirebilirim. ‘Ölüm Mahkûmunun Öyküsü’nü okur, ölüm çeşitlerini tartışırız belki. "Yazarın fısıltılı sesi deprem etkisi yapmış! Bağırıp çağırmadan başarmış bunu" diyor bir okur. İşte yazmak böyle bir şey güzel kardeşim. Yazsaydın keşke sen de! Ne çok istemiştim senin de içini yazıya dökmeni. Hiç yanaşmadın. ‘Kolay değil…’ dedin, susturdun içindeki çığlığı. Şimdi huzurla uyu güzel kardeşim, tek dileğim bu. Başka da ne denir bilmem ki. Merak etme, tekrar geleceğim. Şimdilik hoşça kal...”
        Çam ağaçları, mezarlar, mavi gökyüzü, ışıyan güneş sessizce bakakaldılar, alışık olmadıkları bu insana. Bir tek “Suskun” yattığı yerden seslendi: “Güle güle can dostum… Güle güle Çetin abim… Biliyorum gelirsin sen, biliyorum…”
        Çetin sırtını dönüp giderken ılık bir Akdeniz rüzgârı yola düşmüştü onunla.Hikmet, bu yürekli insanı tanıdığı güne gitti bir an. Öfkeli, bıkkın ve de suskun girmişti o gün yeni koğuşuna. Yine olay çıkarmıştı geldiği yerde. “Seni akıllı adamların yanına veriyoruz, burada yaramazlık yok ha!..” demişti yaşlı gardiyan. Akıllı adamların burada ne işi olur ki! İçinden bir küfür savurmuştu dişleri sıkılı, dünyanın gelmişine geçmişine! Düşündüklerinden çok utanmıştı sonra. Ona yer göstermiş, ilk sigarayı uzatmıştı, hiçbir şey demeden mahkûmun biri, sadece omzuna dokunarak. Kırklı yaşlarda kumral saçlarına yer yer aklar düşmüş, gür bıyıklı, bakışları sıcacık ve dostçaydı. Küçük kalmıştı onun yanında, o günü ve sonrasını hiç unutmamıştı Hikmet. Gün geçtikçe daha bir ısınır olmuştu yüreği, bu güzel insana. Demek ki dünyada böyle insanlar da vardı ha! Çatmak istersin de bir türlü çatamazsın ya, ne duruşlarına, ne bakışlarına…
“Çetin Ağabey’ler ne güzel insanlarsınız ya… Ya ben? Kimse adımı söylemiyor bile bu koğuşa gelinceye kadar. Suskun aşağı Suskun yukarı!” Suskun, insanlara çatmak için tetikte bekler… Öfkesini boşaltmak da iyi gelmiyor, birisi vurup öldürsün istiyordu aslında. Ama yok işte...
        Hikmet, on yıldan sonra çok şey öğrenmişti mahpushanede. Biliyordu, mahpushanelerin de kendine göre kanunları vardı. Ölünceye kadar çıkamayacağını da biliyordu. Kimi neden dinlesin, adını ne koysun ki böyle yaşamanın. Bir tek Çetin abisini dinliyordu konuşurken merakla. İşkence anılarını anlatırken, insan gülsün mü ağlasın mı bilemiyordu doğrusu. Nasıl da dalga geçiyordu sorgucularla. Genelde gülüyorlardı koğuştaki arkadaşları bu duruma. Sonra onlar da aynı şekilde anlatmaya çalışıyorlardı kendilerine yapılanları. Hikmet zamanla alışmıştı bu duruma. Tanıdığı diğer mahkûmlardan, hayatına giren bütün insanlardan nasıl da farklıydı bu koğuştakiler... Çok okuyorlardı, spor yapıyorlardı, her şeye rağmen gülüp eğlenebiliyorlardı. Ne vardı ki bu kitapların içinde?
         İyi ki de akıllarına estikçe sorguya götürülen, sonra da perişan hâlde koğuşuna getirilen bu insanların o günlerine denk gelmemişti Hikmet. Onları dinlerken bile ne yapacağını şaşırıyordu çoğu zaman. Ya konuşup tartıştıkları konular… Filozoflar Ansiklopedisi denen kitapta mı yazıyordu acaba bunlar? Belleğinde biriken soruların cevabını ararken ilgi duymuştu cezaevine ait bu kitaplara. Doğrusu önceleri hiçbir şey anlamamıştı bu “Filozof” denen adamların söylediklerinden. Arada bir kitaptan bir şeyler okuyor sonra da sorular soruyordu etrafındakilere. Bir gün Çetin abisi dayanamadı sorduğu sorulara. “Ya sen de başımıza filozof kesildin ha!” dedi gülerek. Ne güzel gülüyordu kahkahalarla. Gülmek isterdi o da içinden gelse… Çetin abi omzuna sevgiyle elini koyup onu hafifçe sarstığında, içinde garip bir hoşluk duyuyordu, aslında hatırlamak istemediği bir hoşluk; silmeye çalıştığı hafızasından. Geriye kalanlar bile ürkütüyordu onu anımsadıkça!
        İnsanlar Allah’tan rahmet dilenmiş, af istenmişti aslında çoktan çürümeye başlayan bir bedenin ruhu için. Kabul olacak mıydı duaları, mundar dedikleri ruhlar için. Ya masum bebekler ya kız çocukları gömülürken toprağa, hangi duaları okuyorlardı? Bu nasıl bir yasaydı, tesellisi kader sayılan. İşlenen ayıpları saklamak toprakla! Hangi kavmin kara çatkılı geliniydi nineler ve hangi toprakta çakırdikenleri büyütmüştü dedeler? Rastgele çoğalmaların zihninde hangi yeminler saklıydı, acısı gençliğe bekletilen? Neden kötüydük? Suçu yüklediğimiz şeytan mıydı şimdi toprakla buluşan ruh? Peki, neredeydi iyilik melekleri? Hikmet’in karanlığında, cevap bekliyordu her sorusu. Ayaz uykuya yatırmıştı akıp giden sorularını… Donan bir nehir sessizliğindeydi şimdi boylu boyunca.
        Usul usul uyanmıştı, sızdıkça hücrelerine gün ışığı. Çözüldükçe çoğalıyordu yatağında. Önünde alabildiğine bir bozkır… Duran zaman, sislerin dağılmaya başladığı, sonsuz bir apaklık vardı. Zümrüt ovalardan, kemerli köprülerin gözlerinden geçti. Her tende bir damlaydı şafak uyanışlarında… Köpük köpüktü çavlanlarla, vadilerden geçerken. Bütün kaygılardan uzak olanca bereketiyle sorgusuz sualsiz bir Hikmet çağlayarak akıyordu.
     Çıplak kavaklarda, kargaların çıplak seslerini dinliyordu. Yolunu mu şaşırmıştı yolcunun biri? Ay ışığında karlı dağlara anlattığı derdinin, sabah ağlayışını seyredecekti yine, incecik çavlanlarda…
     Kerpiç evin küçük penceresinde bir çift boz bulanık göz dalmıştı uzak uykulara. Bitmeyen yasıydı, zemheriye astığı saç örgüleri. Yüreğinin korundan tutuşan cıgarasının dumanıydı dağların sisi. Gecenin sonsuzluğunda bekliyordu öylece. Mor pudralar sürmüştü ay yüzüne…

       Önce canlılığını yitiren ellerine, sonra boz bulanık gözlerine çaldı buz gibi suyu. Suya düşen güneş ibrişimlerini kucaklarken, “Oğul!..” dedi. Bütün damarlarında kımıl kımıldı kanı şimdi. Köklere su yürümüş, dallar çiçeğe durmuştu. Mavi kuşlar hüzünsüz ninnilerine hazırlanıyordu. “Oğul!..” dedi kadın yeniden. Oğul verme zamanıydı arıların da…

 

 

Sayfa : 9