...
Başlık : AÇLIK
Yazar : MAHMUT ARSLAN

Adam üzerinde düzgün bir takım elbise taşıyan, hali vakti yerinde görünen orta yaşlara yeni basmış biri gibi görünüyordu. Saçlarının bir kısmı dökülmüş, geri kalanı da kırlaşmıştı. Oldukça uzun boylu ve yakışıklıydı. Hani şu birçok genç kızın evlenmeye can atacağı zengin, olgun ve yakışıklı tiplerdendi. Gerçekte ise hiç de çapkın olmayan karısına ve iki kızına sevgiyle bağlı olan biriydi Caner Bey.
        Bazen aksilikler hep üst üste gelir ve sanki yukarıdaki bir güç bizim sabrımızı dener. Caner Bey için tam da böyle bir gündü. Sabah evinden mükellef kahvaltısını yaparak çıkmış ve şirket ofisinde toplantı üstüne toplantıya girmişti. O gün aksilikler daha sabahtan başlamıştı. Tıraş olurken yüzünü kesmişti. Oysa son teknoloji beş bıçaklı bir tıraş bıçağıyla insanın yüzünü kesmesi neredeyse imkansızdı ve bunu nasıl becerdiğine kendisi de şaşıyordu. Bu yetmezmiş gibi arabasına binerken parmağını kapıya kıstırmıştı. Zavallı işaret parmağı gün boyu zonklayıp durmuştu. Saat öğleden sonra üçü geçiyordu ve evde yaptığı kahvaltıdan sonra ağzına tek lokma koymamıştı. Masa başında atıştırmayı hiç sevmezdi. Şirketindeki toplantılar bitince randevusuna yetişmek için şehrin en işlek caddelerinden birinde yürürken bulmuştu kendini ve tam da o sırada birden çok acıktığını fark etmişti. İnsülin direnci olan bir şeker hastası adayıydı ve uzun süredir ağzına bir şey koymadığı için birden kan şekeri düşmüş, eli ayağı titremeye başlamıştı. Böyle durumlarda hemen bir şeyler yemesi gerekiyordu. Fakat oturup bir şeyler yiyecek zamanı olmadığını da biliyordu. Bir dönercinin önünden geçerken ekmek arası döner yiyebileceğini düşündü. Fakat içeriye girip de günün bu saatinde uzun bir döner kuyruğunun olduğunu görünce hemen vazgeçti. Kasanın önünde ayrı bir kuyruk, döner ve içecek kısımlarında da ayrı kuyruklar vardı. Kızarmış etin kokusu ağzını sulandırıyordu ama buluşacağı kişiler öyle bekletilecek türden adamlar değillerdi. Çaresizce dönerci dükkanını terk etti ve dışarı çıktı. İşte o anda hemen her sınıftan her Türk’ün açlığına çare bulacak o mübarek adamla karşılaştı; simitçi.
        Hemen bir simit istedi. Simit bir liraydı ama yanında hiç bozuk para yoktu. Cüzdanını çıkardı, aksi gibi cüzdanında da ufak banknotlar yoktu. Kabarık cüzdanı yüzlük ve iki yüzlüklerle doluydu ama tek bir beş ya da on lirası yoktu. Simitçiye yüz lira uzatıp bozuğum yok dedi. Simitçi de parayı bozamayacağını parayı bir yerlerde bozdurmasını söyledi. Simitçi Caner Bey’in gerçekten acıktığı için değil parasını bozmak için simit almak istediğini düşünüyordu. Böyle kalantor tiplerin paralarını bozdurmaya çalışmasına da aşırı gıcık olurdu. Yoksa ne olacak bir simidi verip parasını da istemezdi ama böyle kendini beğenmiş tiplere verecek beleş simidi yoktu. Caner Bey karşıdaki büfeciden içecek bir şeyler alıp parayı bozdurayım bari diye düşündü. Yaklaşık on adım sonra büfeciden bir gazoz ve paranın bozulması garanti olsun diye birkaç otomobil dergisi satın aldı. Elindeki bozuk paralarla tekrar simitçiye yöneldi ve sonunda mis gibi susam kokan taze gevrek simidine kavuştu. Kan şekeri iyice düştüğü için, eli ayağı birbirine dolanıyor, yürürken dengesini zor sağlıyordu. Simidinin ilk lokmasını ağzına attığında bütün bedenini büyük bir mutluluğun sardığını hissetti. En pahalı restoranlarda bile böylesine bir tat almadığının farkındaydı. Mutluluktan gözlerini yumdu ve ikinci lokmasını almak üzere simitten bir ısırık daha almak için ağzını açtı. İşte ne olduysa o anda oldu. Hızla yürürken önündeki tümseği görmedi ve yüzüstü kaldırıma kapaklanıverdi. Taşa çarpan burnundan oluk gibi kan fışkırıyordu. Yoldan geçip olayı gören birinin yardımıyla kaldırıma oturdu. Henüz ısıramadığı simidi kana bulanmış yanı başında duruyordu. Pantolonunun dizi yırtılmış, gömleği kan içinde kalmıştı. Kanı durdurmak için bir eliyle de burnunu tutuyordu. Genç bir kadın hemşire olduğunu söyleyerek yanına yaklaştı ve burnuna baktı, kırılmış olabileceğini burada oturmasını ve ambulans çağıracağını söyledi. Caner Bey açlıktan bitap düşmüş ve kan revan içindeyken genç hemşireye teşekkür etmeyi unutmadı. Kadına teşekkür ettikten sonra kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Elindeki kâğıt mendili burnuna tampon yaparak kanamayı durdurmaya çalışıyordu.
        Caddeden gelip geçenler, üstü başı kanlar içinde burnuna bir mendil bastırıp hıçkırıklarla ağlayan adama acıyarak bakıyor ve dayak yemiş bir sokak serserisi ya da kavgaya bulaşmış biri olduğunu düşünüyorlardı. Genç hemşirenin dışında bir Allah’ın kulu dönüp de “neyin var kardeşim?” dememişti. Ta ki ambulansın gelip de bir paramedik görevlinin onu kollarından tutup kaldırmasına kadar hiç kimse ona dokunmamıştı.
        Caner Bey daha on dakika önce saygın bir işadamı olarak bu caddede yürüyordu. Oysa şimdi içinde bulunduğu durum, açlıktan başı dönen evsiz yurtsuz üstüne dayak yemiş bir dilencinin durumundan farksızdı. Onu böyle görenler burnunun acısından ağladığını sanıyorlardı. Oysa Caner Bey can acısından ağlıyor değildi onu ağlatan başka bir şeydi.
------------

        Güzel bir yaz günü Ege’nin küçük şirin kentinde hayat her zamanki gibi tek düze bir şekilde akıp gitmedeydi. Matbaa işçisi Halim Bey’in sekiz yaşındaki küçük oğlu Caner arkadaşlarıyla mahalledeki arsada maç yapıyordu. Maçtan sonra oldukça susamış ve acıkmıştı. Suyun henüz ticari bir meta olarak pet şişelere girmediği zamanlardı. Maç yaptıkları arsanın karşısındaki evin bahçesindeki tulumbadan diledikleri kadar su içebilirlerdi. Şehrin birçok noktasında da vatandaşların su içebilecekleri sebiller ve hayratlar vardı. Susuzluğunu giderip elini yüzünü yıkayan Caner karnını doyurmak üzere bir sokak ötedeki evinin yolunu tuttu. Üç katlı bahçeli bir evin orta katında kiracı olarak oturuyorlardı. Evin bahçesine girer girmez burnuna gelen kokuyla adeta sarsılmıştı küçük çocuk. Apartman boşluğuna mis gibi tavuk kokusu yayılıyordu. Matbaa işçisi Halim Bey’in evinde bir yılı aşkın bir süredir hiç tavuk pişmemişti. O yıllarda sadece canlı olarak alınabilen tavuklar şimdiki gibi bakkalda kasapta paketlenmiş olarak satılmazdı. Halim Bey’in annesi ölmeden önce bazen köyden bir tavuk kesip soyup temizleyerek oğluna getirirdi. Annesi öldükten sonra ayda bir kilo kıymayı evine zor alabilen Halim Bey elbette pazardan canlı tavuk almaya da güç yetiremezdi. Caner merdivenleri koşarcasına çıkarken “annneeeeee tavuuuuuk” diye bağırmaya başlamıştır bile. Demek babası bir yerlerden tavuk bulup getirmişti. Kapıyı hızlıca çalmaya başladı. Annesi kapıyı açınca da doğru mutfağa daldı ama ortalıkta kaynayan bir tavuk tenceresi falan görünmüyordu. Annesi evde tavuk olmadığını, alt kattaki ev sahiplerinin bahçede besledikleri tavuklardan bir tanesini kestiklerini, oturup sessizce yemeğini yemesini söyledi. Tarhana çorbası ve makarnadan başka bir şey yoktu sofrada. Kuşkusuz annesi canı tavuk çeken oğluna çok üzülmüştü ama elinden bir şey de gelmiyordu üzülmekten başka.
        Küçük Caner hayal kırıklığı ile yemeğini yemeyip kapıyı çarparak evden dışarı attı kendisini. Apartman boşluğundaki mis gibi tavuk kokusunu içine çekti. Merdivenleri neredeyse koşarak inerek bahçeye çıktı. Annesi arkasından bakıyor ve “Caneeeer çabuk içeri giirrr” diye bağırıyordu. Genç kadın bir ara alt kattaki ev sahiplerinin kapısını tıklatıp oğlu için bir parça tavuk ekmek istemeyi düşündü, nitekim çocuktu ve canı çekmişti. Çocuk için bir parça tavuk istemek dilencilik sayılmazdı ama yine de bunu yapmayı gururuna yediremiyordu. Hele de ev sahipleri gibi cimri ve huysuz bir kadından böyle bir şey istemek olacak şey değildi. Bir keresinde tavukların yumurtasından iki tanecik isteyecek olmuştu da yaşlı kadın hemencecik iki lira deyivermişti. Yanımda yok demesine rağmen “ziyanı yok haftaya kiraya eklersiniz demişti”. Yumurtaları istediğine bin pişman etmişti yani. Ev sahibinin bahçesinden başlayıp üst kattaki kendi mutfak balkonlarına kadar uzayan asmanın bir dalındaki üzümler bile sorun olmuştu. Kadın utanmazca “biz size evi kiraya verdik asmayı değil, balkondaki üzümler olgunlaşınca toplayıp verin el ve göz hakkınızı veririz” demişti. Kocası da kendisi de şaşıp kalmışlardı bu arsızlığa. “Üzümleri başında paralansın bir tanesi bile haram olsun” diye söylenivermişti kocasına. Ne var ki üzümler olgunlaşmaya başlayınca Caner ve kardeşi ellerinin yetiştiği dallardan üzümleri koparıp koparıp yemeye başlamışlardı bile. Matbaa işçisi Halim Bey bu durumu aynı zamanda avukat olan patronuna açmış ve ondan akıl almıştı. Üzümler iyice olgunlaşınca bir gün bahçedeki ev sahibine şöyle seslenmişti: “Hacı teyze sizin üzümler olgunlaştı bunları size verelim de afiyetle yiyin. Bizim çocuklar birkaç tane kopardılar, helal edersiniz artık.” O da üzümleri kurtardığına sevinerek “ziyanı yok oğlum o kadar el göz hakkıdır siz gerisini toplayı verin” deyince Halim Bey elindeki bağ makası ile üzüm asmasının balkona ulaşan dalını şakkk diye kesmiş ve yaklaşık üç dört kilo üzüm ile koca asma dalını bahçeye fırlatmıştı. Hacı teyze şaşkınlıkla koparılıp üzerine atılan asma dalına bakakalmıştı. Halim Bey ise yukarıdan bilgiç bilgiç, “kirasını verdiğim sürece bu balkon bana ait ve balkonuma asmanızı sardırtamazsınız” demişti. Hacı teyze asmasına ağlayarak dövünüp durmuş lanetler ve tehditler yağdırmaya başlamıştı. Evimden çıkın gidin demişti. Halim Bey yine pişkin bir şekilde “kirasını verdiğim sürece beni bir yere atamazsın. İstersen mahkemeye git sen orada mahkeme orada” deyivermişti. Okuma yazması olmayan kadının mahkeme ile uğraşmayacağını gayet iyi hesap etmişti. Gerçekten de cimri kadın bağırmaktan çağırmaktan başka bir şey yapamamıştı. Üstelik meyvesi üzerindeyken kesilen asma küsmüş ve kurumuştu. Şimdi bu kadından oğlu için nasıl bir parça tavuk isteyebilirdi ki? Küçük Caner bu tür ilişkilerden habersiz ev sahibinin mutfağının önünde, bahçedeki kanepenin üzerinde bir yandan tavuk kokusunu içine çekiyor bir yandan da ağlıyordu. Mutfakta tavuğu pişiren Hacı Teyze’nin gelini Emine oğlanın ağladığını görmüş ama tavuk için ağladığını düşünememişti. Kayın validesinin aksine alabildiğine iyi yürekli ve cömert bir kadın olan Emine “şimdi oğlanın burnuna tavuğun kokusu gitmiş canı çekmiştir sabinin, çok günah olur sonra bu tavuğu yemek” diye düşünmüş ve hemen bir parça ekmeğin arasına bir parça haşlanmış tavuk koyarak camdan Caner’e uzatmıştı. Caner sevinçle ekmeği kapmış ve kadına teşekkür etmişti. O sevinçle ekmeği aline alıp sokağa fırlayıvermişti. Tavuklu ekmekten bir ısırık koparmış ve çiğnerken mutluluktan gözlerini yummuştu. Tam ikinci ısırığı alacakken gözleri kapalı olduğundan önündeki bir taşa çarparak yere kapaklanıvermişti. Burnundan oluk gibi kan fışkırıyordu. Elindeki tavuklu ekmek ileriye fırlamış ve bir sokak köpeği tarafından çoktan kapılmıştı bile. Evlerinin biraz ötesinde, kaldırımın üzerinde ağzı burnu kan revan içinde ağlıyordu. Acıyan burnundan daha çok da yiyemediği ve köpeğe nasip olan tavuklu ekmeğine ağlıyordu.

----------------

Ambulansın içindeki hemşire burnuna pansuman yaparken “ne kadar zaman önce düştünüz?” diye sordu. “Kırk beş yıl kadar oldu” dedi Caner Bey.

Sayfa : 10