...
Başlık : MUAMMA
Yazar : Serdar Koç

-I-

1972 yazından 1973 yazına değin, Ankara’da yaşadığımız işkence benzeri ağır mobing ve şiddet sonrası;

Ki, yatılı okul öğrencilerine yapılan mobing ve şiddet, en alçakça zulümlerden değil midir?

 

1972 yazından 1973 yazına değin, Ankara’da yaşadığımız işkence benzeri ağır mobing ve şiddet sonrası, tam kırk yıl Ankara’ya adım atmadı Cemal.  Karadeniz’e giderken, ne zaman bu kentten geçse yolu, dönüp bakmazdı bile.

Cemal kadar olamadım. On sene sonra dönüp geldim Ankara’ya, uzak akrabalar keşfine.

Üstelik bir de yerleşip çoluk çocuğa karıştım, soy soyladım boy boyladım, ne varsa sanki.

Şimdiki aklım olsaydı Cemal gibi ben de adım atmazdım bir daha Ankara’ya.

Tövbeler tövbesi, niye İstanbul’u bırakıp da, dönüp geldim ki yine Ankara’ya, bir türlü akıllanmayan bir çocuk gibi. Ah benim bu akılsız başım…

Anlatsam bir ucu Harşena Kalesi’ne gider, bir ucu Bimarhane’ye…

Anadolu kavşağına; Karadeniz sapağına…

(Karadeniz kavşağına; Anadolu sapağına…

Bir ömrün yekûnu ve bakiyesi ki; ötesi muamma…

Ne sen sor, ne ben söylerim. Süleyman anlatsın, o daha iyi bilir, tanıktır, hele nasıl yaman bir tanıktır o. “Her insanın farklı olabilme hakkı var” derdi. Farklı olma hakkı. Özgürlüğün tanımı da bu olsa gerek. Çocukların özgürce koşması, onları hiçbir şeyin engelleyememesi için, sonuna kadar yiğitçe direndi.

1972 yazından 1973 yazına kadar, Ankara’da yaşadığımız işkence benzeri ağır mobing ve şiddet sonrası, oturup bir roman yazabilirdim. Misal, 1982 yazında İstanbul’da başlatıp; 1972 kışında Ankara’da bitirebilirdim.

O, ergen yaş lise çocukları, bunca eziyete, şiddete, baskıya, kuşatmaya, tacize, zorbalığa, nasıl yılmadan, usanmadan dayandılar, bu direnme gücünü nereden buldular, nasıl katlandılar, katlandıkça katlandılar, on binler, yüz binler olup, sokaklardan caddelerden meydanlara taştılar. Bir tuhaf efsanedir ki aşk olsun onlara. Nasıl hâlâ muhalefet zuhur eder bu kentte, büyük muamma…

Beni Ankara’ya çekip getiren şeyin ne olduğunu, daha ilerde bu kenti tanıdıkça anlayacaktım;

Bu kenti tanıdıkça kendimi de tanıyacaktım;

-II-

SUTUNLU YOL

Ankara, tarihi İstanbul’dan eski, Roma İmparatorluğu’nun doğu istikametindeki serhat başkenti.

Örneğin, buradaki Roma Hamamı çok önemli. O zamanlar Roma ordusu, Pers’lere karşı doğu seferlerine çıktığında, Ankara’da mola verip, dinlenip tahkim oluyor. Roma Hamamı’nda temizleniyor. Roma Hamamı, iki bin kişinin aynı anda yıkanabildiği devasa bir yapı. Koca bir imparatorluk ordusunun haftalarca, bazen aylarca ağırlanması kolay değil. Bazen imparatorun da kenti mesken tuttuğu oluyor. Anısına anıtlar inşa ediliyor…

Arkeolojik bulgulardan anladığımıza göre, antik Ankyra şehrinin kutsal alanı olan Augustus Tapınağı’nın bulunduğu yerden, Roma Hamamı’na doğru uzanan (M.S. 2-3. yüzyıllarda yapılmış olduğu tahmin edilen) görkemli bir sütunlu yol kentin merkezini ve omurgasını oluşturmaktaydı.

1937-44 yılları arasında yapılan Roma Hamamı kazılarında ve Çankırı Caddesi’nin yapımı sırasında ortaya çıkan bu antik yol, ne yazık ki yeni yolun altında kalmış.

Roma Hamamı ile Augustus Tapınağı arasındaki o geniş bulvar Angora’nın agorasıydı ve iki yanında, mermer sütunlar ve ağaçlar yükselirdi. Sütunların arkasında, kamu binaları, işlikler, çarşı ve dükkânlar diziliydi. Siyasi ve ticari hayat burada şekillenirdi. Hem toplantı ve gezinti alanıydı hem de pazarlar kurulur, tiyatrolar sergilenirdi. Eğlence mekânlarında ise, sarışın köpüklü bira ve müzik eşliğinde, sohbetler edilirdi. Agora aynı zamanda, kent meclisiydi de.

-III-

Ankara tarihini okudukça, eski Ankara’nın korunması gerektiğini ama korunamadığını, üzülerek görürüz. Eğer o eski Ankara korunabilseydi, eski Ulus bölgesi, kale ve çevresi, eski otobüs terminali ve gar bölgesi, korunup antik kent açığa çıkarılabilseydi, muazzam bir kent estetiği ortaya çıkardı.

Örneğin, Ulus’tan Dışkapı’ya doğru sütunlu bir antik yol hayal edin, ne müthiş olurdu. Bize o koca tarihten, bir Augustus Tapınağı bir de Roma Hamamı kalmış ve sağda solda bir iki buluntu. Bunun dışında çok da fazla bir şey kalmamış. Ne acı.

Koca bir kenti betonla sıvamışız. Ankara, keşke o devirlerdeki tarihi dokuyu koruyabilseydi, inşaat çetelerinin getirim illetine kurban edilmeseydi.

Tarihi sütunlu yol, iki yanlı karşılıklı agoralarıyla ve çemberli taşlarıyla, Roma Hamamı ve müştemilatıyla çepeçevre; bulvarları ve meyhaneleriyle, tarihi şehir yerli yerinde kalabilseydi, ah! Ne iyi olurdu. İstanbul’a ağabeylik ablalık yapar, belki İstanbul’u da kurtarırdı, belli mi olur. Yollarımızı gözlerdi. İstanbul’un ağabeyine ablasına, Ankaralı şairler mersiyeler yazar; şarkılar bestelerdi. Her şeyin yerli yerinde kalabilmesi, mümkün olsaydı eğer. Kent bu yönde ilerleyebilseydi, yol boyu kim bilir ne hikâyeler yeşerir, ne sevdalar yaşanır, ne hasretler harelenir, ne yürekler pârelenirdi…

Eğer kentin antik dokusu korunabilse ve etrafında modern kentleşme düzenlenebilseydi, başkent bugünkünden bambaşka ve muhteşem bir görünümde olabilirdi. Yazık, artık çok geç, uzak bir ütopya.

Ulus bölgesinde, daha ilk kazmada, toprağın hemen altından başlayan, tarihi kalıntılarla karşılaşılmayan bir inşaat çalışması yok gibidir. Ankara’nın her santiminden, adeta tarih fışkırır.

Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden birisi olan Angara’mızı yazık ki kötürüm ettiler, kötürüm olasıcalar. Kent rantı yaratmak uğruna yağmaladılar.

Eski çağlarda Ankara’nın yerleşim yeri olarak seçilmesinin en önemli sebebi,  hem korunaklı olması hem de bolca akarsuyun bulunmasıdır. Bu dereler, çaylar kenti, bağlarla, bahçelerle kaplı, kuş cıvıltılarıyla inleyen, esriyen, cennet gibi bir beldeydi.

-IV-

LEYLEKLİ SÜTUN/ Julianus Sütunu (Belkıs Minaresi)

Julianus bahtsız bir imparator.

Daha bebekken annesini yitirir. Yetmez, altı yaşındayken de babasını; imparatora karşı darbe girişimi suçlamasıyla tutuklar ve iki gün sonra aileye kellesini gönderirler.

“Altı yaşında filozof oldum çünkü ölümden korkuyordum” diye yazar anılarında.

Akrabaları ona iyi bir eğitim olanağı sunar ve koruyup kollarlar. Julianus, hayatta kalmayı başarır ve genç yaşta adı filozofa çıkar. Yeni yayılmakta olan Hıristiyanlığa karşı da tavrı soğuktur.

Onlarca imparator adayı arasında adı hiç geçmezken, kendini tahtta buluverir. Hiç hesapta yokken bahtına imparatorluk düşer. Bunda, kendini tez zamanda ağabeyi Gallus gibi iyi bir savaşçıya dönüştürme çabası ve kısa sürede batıda Germenleri dize getirmesi de etkili olmuştur.

Perslere karşı sefere çıkar ve yolu Ankara’ya düşer. Engürü halkı, imparatorları onuruna (M.S. 362 yılında) bir sütun dikerler kentin orta yeri Ulus bölgesine. (Şimdiki İş Bankası binasının arkasında, eski Osmanlı Maliye Nezareti binasına yakın, artık tarih olan ünlü Taşhan civarında bir yere.)

Birkaç kez, çok kısa mesafelerde, yer değiştirdiği tahmin ediliyor.

1934 yılında anıtta oluşan tehlikeli biçimdeki eğilme nedeniyle, biraz daha doğuya taşınarak günümüzdeki yerine yerleştirildiği bilinmektedir. (Valilik Binası önünde, Hacı Bayram Veli Camii'ne çıkarken, hemen soldadır. 2001 yılında Ankara Valiliği tarafından restore edilmiştir.)

Sütunun tepesi, yüzyıllar boyu, adeta kuşaktan kuşağa bir leylek ailesinin ikametgâhı olmuştu.

Osmanlıda çoğunlukla Belkıs Minaresi denilse de, Kızlar Minaresi diyenler de varmış. Bu ‘kızlar’ nitelemesinde alaycı bir küçümseme gizli olabilir; cinsiyetçilik gibi misal.

Beklenmedik şekilde yaşamını yitiren İmparator Julianus’un ölüm nedeni ise belirsizdir. Dicle Nehri boyunca, Perslerle savaşırken aldığı bir mızrak yarasıyla öldüğü bilinse de o mızrağı atanın, kendi ordusundan Hıristiyan bir asker mi, yoksa düşman tarafından mı olduğu kuşkusu hep sürmüştür.

Ölümünden sonra Konstantinopolis'e defnedilen Julianus'dan geriye, bir; Ankara'da bu sütun kalmış. Bir de Julianus’un, imparatorluğun çöküşünü engelleyebilmek için, geleneksel dini törenleri güçlendirmeye çalışan ve Hıristiyanlığa karşı önlemler alan son pagan Roma İmparatoru olduğu bilgisi.

Yerine geçen İmparator Iovianus (363-364) Perslerle bir anlaşma yaparak geriye dönmeye çalışır. Ama Konstantinopolis’i tekrar görmek ona da nasip olmaz.

O yıl kışın çok sert geçtiği, Iovianus’un da, Aralık ayında Ankara’da konaklamak zorunda kaldığı bir gece,  çadırında dumandan zehirlenerek öldüğü rivayet edilir. (Söz buraya gelmişken, bu sefer sırasında bir yandan düşmanla savaşılırken, bir yandan da ölümcül taht savaşları olduğu anlaşılıyor.)

Ankara’dan yolu geçen pek çok Roma İmparatoru olmuştur ama sadece bu iki talihsiz insanı anmış olalım. Ankara’nın çok eski iki hemşehrisi onlar, ağabeylerimiz, kardeşlerimiz…

Bir de yüzyıllardır Ankara’yı onurlandıran ve Julianus Sütunu olarak bilinen o tarihi yapıyı…

Her yıl bahar-yaz ayları boyunca, Ankara’yı ve Ankaralıları, bu sütunun tepesinden selamlayan bir çift döngüsel leylek soyunu da sevgiyle anmalı elbette.

Ambulans sirenleriyle soluk soluğa geçeriz sokakları, kent tükenir.

Aşk da tükenir, yetmez ömür bir daha, Julyen.

-Çığ kapar yolları, kar ile boran-

Saçakları yağmur altı, ah, bir deli rüzgâr…

Leyleğin yuvadan düşürdüğü,,,

-V-

ANCYRA/ (“Bugün içki ve zevk günüdür, yarın gerekenler yapılır!”)

Arap şiirinin İslamiyet öncesi “Yedi Askı” şairlerinden İmru’ul-Kays (Zorlukların Adamı) 497 yılı civarında Necid’de doğmuş. Gerçek adı Hunduc. Eğlenceye ve ava düşkünlüğü ve kabilenin kızları için erotik şiirler söylemesi nedeniyle, babası tarafından kabileden kovulur.

Daha ileride babasının öldürülmesini takiben, kabileler arası çatışmalarda Bizans İmparatoru İustinianos’un desteğini almak için İstanbul’a gider ama o sıralar Bizans Devleti, Berberi isyanlarıyla uğraştığından onunla ilgilenmezler ve eli boş dönerken, yolda çiçek hastalığına yakalanır ve 542 yılında o dönem Bizans kenti olan Ankara’da vefat eder. İmruul-Kays’ı ölüm, Ankara’da yakalamıştır yani. Arabistan çöllerinin bu bohem ve uçarı şairi; “Kaç dilberin, kimsenin ulaşamadığı çadırlarına ulaştım/ Yumurta gibi pürüzsüz tenlerinden usulca haz aldım” dediği kadınlara ve yaşama genç yaşta veda eder. Hıdırlıktepe taraflarında bir yerde, ölümünden bir gün önceki vasiyeti üzerine, bir Bizans Prensesi’nin mezarı yanına defnedildiği rivayet edilir. Ki ölürken bile aklı kadınlardadır. Ankara’da ömrünü tamamlamış bir başka bahtsız akrabamız…

Ruhu şad olsun.

(…)

-VI-

Sadece, Roma döneminden ince bir kesit bile, Ankara kentinin tarihi görkemini anlamaya yetiyor.

Biz Ankara’yı, Ankara’ya rağmen, tarihine ve kadim coğrafyasına tutkunluğumuzdan ötürü sevdik.

Sevdamız muamma değil. Aşikâre sevdik.  Şairane…

Beni Ankara’ya çekip getiren şeyin ne olduğunu, bu kenti tanıdıkça daha iyi anlıyorum.

Bu kenti tanıdıkça da kendimi tanıyorum, daha öğreneceğim çok şey var…

Zeyl:

(Gelmese miydim, kalmasa mıydım, gülmese miydim…

(Bir evlek ömür, bir taşım sevi, tatlı dil güler yüz. Hepsi bu.)

Sayfa : 8