...
Başlık : KÜÇÜK (t) DEN ANKARA’YA
Yazar : Ü.Gülsüm Bülbül

     Küçücük bir (t) harfi idi onu Ankara yollarına düşüren. Kazanmıştı sınavı, puanı yüksekti. Gece yarısı bindiler otobüse babasıyla. Avukat olmayı çok istiyordu, Hukuk Fakültesi’ne gidecekti. Köy öğretmeniydi, istifa etmişti. Bir yıl çalışarak biriktirdiği parayla koluna incecik aldığı kilim desenli altın bileziği satıp, yol parası yapmayı da kafasına koymuştu.  Verdi parayı babasına. ‘Bu parayla Ankara’ya gidelim baba, kaydımı yaptıralım. Okullar başladı, kredi alır okurum, seni mahcup etmem’ dedi. Annesinin; ‘Kolunda altın bileziğin olsun, oku, meslek sahibi ol, kendi paranı kazan, hiçbir erkeğe muhtaç olma’ sözleri hep aklındaydı. Uyur uyanık sabahı ettiler yolculukta.

 

     Hayalinde; cübbeyi giymek, hâkim karşısında dimdik duruşuyla mazlum insanları savunmak vardı. Başaracağına da inanıyordu. İndiler otobüsten, garajda bir bardak çayla simit yediler. Ankara’nın simidi bile çok lezzetli geldi ona. Yürüyerek gittiler Cebeci’deki Hukuk Fakültesi’ne. Yapıldı ön kayıt. Oradan doğru yurda geçtiler. ‘Dolu’ dedi müdüre hanım. Karanlık. ‘Beklerseniz sıra gelir, o zamana kadar idare edin.’

’Nasıl?’

 Yanıtı yoktu.

 

    ‘Dönmeyelim baba memlekete’ dedi kız. Benim puanım Hacettepe Üniversitesi Sosyal Çalışma Bölümü’ne de tutuyordu, o okulun da yurdu var, oraya kayıt yaptıralım’ diyorken sesi çatallanmıştı. Babanın içindeki suçluluk duygusuydu herhalde ona ‘tamam’ dedirten.

Yakındı iki okulun arası, yürüdüler.” Hacettepe Üniversitesi” büyük çok büyük. Adı, yerleşim yeri, mezunlarının itibarlı oluşu, ulaşılması zor bir tepe onun için. Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi önündeler. Derin bir nefes aldı, içinde korku rüzgârı esiyor, biraz da tedirgin ama daha çok merak. Sorular, sorular, sorular… ‘Bu okulda okuyabilir miyim, mezun olur muyum???

 

     Baba okul önündeki banklardan birine oturdu. ’Sen git, kaydını yaptır, ben burada bekliyorum.’ Ana binadan içeri girdi. Sosyal Çalışma Bölümü’nü buldu. Girişte kapıların yanındaki tabelada Profesör, Doçent, Doktor, isimleri yazılı.  Kapının birisi açık ve önündeki kadın orta yaşta, saçları boyalı ve kuaförden yeni çıkmış bir görünümü var. Yüksek ökçeli ayakkabıları, uzun ve kırmızı ojeli parmakları dikkat çekiyor. Duruşu dik ve gözleri sanki etrafı tarıyor. Yaklaşıp soruyor. ’Affedersiniz, ben bu bölüme kaydımı yaptırmak istiyorum. Mezun olunca nerelerde çalışabilirim, kolay iş bulabilir miyim? Pek çok soru daha var aklında ama… ‘Dur dur dur bakalım, sen kimsin, nereden geliyorsun, hangi okuldan mezunsun?  Önce bunları konuşalım.’ diyor.  Bu sırada yukarıdan aşağı süzüyor. Bakışları sanki biraz kibirli gibi geliyor ona. Adını, sonra geldiği ili ve öğretmen okulu mezunu olduğunu söylüyor. ‘Madem sen öğretmensin Gazi Eğitim Enstitüsü’ne git’ dediğinde aşağılandığını hissediyor. Önce kulakları, sonra yanakları, alnı ve boynu pençe pençe kızarmaya başlıyor, içindeki öfke de alev alıyor, yanıyor her yeri.

Sanki buraları babasının malı, neden ben burada okuyamazmışım, ne hakkı var bana böyle davranmaya, inadına buraya kaydolacağım ve bu okulda eğitimci olacağım diye kendine söz veriyor.

     Başını öne eğip öğrenci işlerine doğru yürüyor. Yolda iç sesi hiç susmuyor. Ruhundaki ağacın yaprakları tek tek dökülüyor. Neden? Neden? Neden?...

 

     ‘Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nda parasız yatılı okudu, derece ile mezun oldu. Dağ köylerinden birine tayin olduğunda on yedi yaşındaydı. İki yıl gaz lambasında üniversiteye hazırlık kitabı ile ders çalıştı. Bu arada lise fark derslerini vererek lise diplomasını da aldı.           

     O köyde ilk kadın öğretmendi. Okulun sobasını yakıp, temizliğini yapıp Amerikan süt tozlarını kaynatıp, unlardan ekmek yapmak, üstünü yağlayıp ara öğün olarak çocuklara vermek, bitlenenlerin saçlarını kesmek, birleştirilmiş sınıf öğretmenliğinin yanında severek yaptığı işlerdendi.

 

     Eğitim yılı sonuna doğru okula müfettiş geldi. Sınıfa girdi, dersi dinledi, çocuklara sorular sordu, duvarlardaki mevsimler tablosu, çocukların yaptığı resimler ve metinler… Beğeni yüzünden okunuyordu. Harfler tablosunun önünde durdu, kaşlarını çattı. ‘Hocanım bu harflerin içinde küçük (t) nin boyunun küçük (k)ve (l)den kısa olması gerekirdi’ dedi.  Oysa eğitim yılının başında o tabloyu ilçedeki kırtasiyeden almıştı. Başında şimşekler çaktı.  O gün içi karardı, kanadı, küstü. Küçüktü, yalnızdı, görevini aşkla severek yapıyordu. Azıcık bir takdir, teşekkür bekliyordu. Olmadı. Çaresizdi, üniversitede okumak için olağanüstü bir çaba içine girdi.

Bölümde profesör olduğunu tahmin ettiği kişi de ona müfettiş gibi davranıyordu. Hele baştan aşağı, aşağılayıcı süzmesi... Oysa kendince şıktı. Annesi krepdemur mantosunu ters-yüz edip ona maksi etek dikmişti. Bütün kış çok beğendiği modelden ördüğü mor kazak vardı üstünde. Ayağında orta topuklu, kısa botlar. Taşralı buldu ve Hacettepe’ye yakıştıramadı beni diye geçiyordu içinden. Hırs, kızgınlık, inat duyguları bilendi. Öğrenci işlerine yürüdü ve kaydını yaptırdı.

 

     Hacettepe’de öğrenci olmak; gurur vericiydi. Aileye karşı büyük sorumluluk, çok çalışmak gerekiyor. Önce hazırlık sınıfı :Bir yıl İngilizce. Öğretmen okullarında yabancı dil dersi yoktu.  Türkçe’den muaf olmuştu. Kendisini çağırıp onunla sohbet edenin, ‘aferin kızım Öğretmen Okulu’nda iyi eğitim almışsın, derslere devam etme ama çok kitap oku’ diyenin Emin Özdemir olduğunu yıllar sonra öğrendi. Hiç sağa sola bakmadan deli gibi sürekli ders çalışmak. Okul, yurt, kütüphane.  İkinci yıl, küçük bir arkadaş çevresi. Hacettepe Üniversitesi Ankara’nın merkezinde. Ulus’a ve Kızılay’a yürüme mesafesinde. Öğrenci yurdu Hamamönü semtinde. Buradan Ankara Kalesi’ne yürüyerek Karacabey Hamamı’nın önünden, önce Samanpazarı’na ulaşılır. Oradan Çıkrıkçılar Yokuşu’na doğru tırmanılır. Öğrenciler ve düşük gelirli halk için çok uygun alış-veriş yapılan cıvıl cıvıl bir yoldur bu yokuş. Yetmişli yıllarda Ankara’da sık sık sular kesilir, kızlar Karacabey hamamına giderler. Cumartesi - Pazar günlerinde Ankara Sanat Tiyatrosu’na, Devlet Tiyatrolarına veya Büyük Sinema’ya gitmek yurttaki oda arkadaşlarının çok sevdiği zamanlardan olsa da matinelerden dönüşte karınlar guruldar. Yurda yakın bir lokanta var. Kukla Kebap. Ankara’nın en güzel İskender kebabının orada yenildiği söylenir ama öğrenci bütçesi yeterli değil. Ancak ara sıra Çığır Lokantası’nda aşçı yemeği yemek bile onlar için lükstür.

 

     Derin bir fren sesi ile durdu, aracın içindeki genç camı açmış bağırıyordu. ‘Teyze atma kendini yola, bir de seninle mi uğraşacağım, acile gidiyorum zaten. ‘Tamam geç evladım dalmışım, affedersin’.

     Hacettepe Hastanesi’nden çıkmış Kızılay’a doğru yürüyordu. Cebeci - Kurtuluş Parkı kavşağındaydı. Tomografi sonucunu öğrenmek için gitmişti. Eve dönünce kararı hep birlikte veririz, diye düşünüyordu. Ankara Koleji’nden geçip Güvenpark’a geldi. Güvenlik Anıtı’nın önünden geçerken yine içi burkuldu. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda beraber olduğu arkadaşlarını temsil eden heykel ve kabartmaların üstüne kuş pislikleri yığılıyordu. Kuş yemi satan kişi belki de güvenlik için oradaydı. Oysa önceleri o anıt, büyük marka deterjan firmaları tarafından özenle temizlenir pırıl pırıl edilirdi. Bu kuşlar ne zaman ve nasıl geldi, acaba diye düşünmeden edemedi. Dolmuşa bindi. Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, az ilerde Cemal Süreya Parkı’nı da geçtiler.  Ankara Emniyet Müdürlüğü, karşısında Harp Okulu, sonra kavşaktan sağa döndü dolmuş. Çetin Emeç caddesindeler. Ankara’da ne kadar çok özel isimli sokak, cadde, bulvar, meydan var, diye düşündü. Şairler, yazarlar, şehitler, Ankara’ya büyük hizmet verenler unutulmasın, yaşatılsın, diye yapılan güzel bir uygulamaydı. Atatürk İlköğretim Okulu’nda indi. Parka yöneldi, evine giderken buradan her geçtiğinde içi sızlardı. Adı ‘Hasret Gültekin Parkı’ydı. Girişteki panoda yazılıydı kimliği. Sivas katliamında yandığında Hasret, yirmi iki yaşındaydı.

Enver Gökçe ne söylemişti. ‘Ölüm adın kalleş olsun!’

Tomografi sonucu ne olursa olsun, hiç önemi yoktu.

Çaldı kapıyı, ne mutlu henüz kapıyı açanı vardı.

Sayfa : 7