...
Başlık : MEHMET
Yazar : Manolya Berk

 

                                                                                   ‘Ç

                                                      ‘Çocuklar ıslak beton gibidir.                                                  Üzerine bastırdığınız her şey iz bırakır.’

                                                                                    Haim Ginott

 ‘Aaa, kocacığım, erken geldin. Düşündüğüm şey mi oldu yoksa?’

‘Evet karıcığım. Hani sabah evden İngilizce öğretmeni olarak çıkmıştım ya, Hukuk Müşaviri olarak geri döndüm.’

  Beklenen bir olayın gerçekleşmesi, sevinç yaratmıştı. Ama sevinçle örtülü, bilinmezliğe adım atma endişesi de vardı havada. Duruma has bu karışık duygular, babadan anneye ve evin henüz tek çocuğu olan dokuz yaşındaki küçük kıza yayıldı.

   Hayatlarındaki büyük değişiklikler, geçen yıl başlamıştı. Kiradan çıkıp, kendi evlerine taşınmışlardı. Vasat bir semtte, küçük bir apartman dairesi de olsa, ev edinmeleri hiç kolay olmamıştı. Üstelik müteahhit sözünde durmamış, evi zamanında teslim etmemişti. Hem borç ödeyip hem kira vermeye daha fazla devam edemeyecekleri için, elektrik bağlanmadan evlerine taşınmak zorunda kalmışlardı. Gaz lambalı uzun geceler yaşamışlardı. Asıl büyük sorunlar, kışla beraber gelmişti.

   Sobalı olarak inşa edilmiş eve, o zamanın gözde sistemi olan ‘kat kaloriferi’ döşeterek ısınma sorununu çözdüklerini zannetmişlerdi. Aylar sonra elektrik bağlandığında, kaloriferi yakabileceklerine sevinmişlerdi. Ama esas yakıt olan, depodaki gazyağı kısa sürede bitmiş ve nasılsa piyasadan da kalkmıştı. O kış, Ankara’nın en soğuk kışlarından biriydi. Gazyağı bulup yakma umuduyla içi boşaltılmamış kalorifer peteklerindeki su donmuş, petekler patlamıştı. Kısa bir süre kullanılabilen kat kaloriferi de, böylece tedavülden kalkmıştı. Kullanma suyunun donması, ayrı bir kâbus olmuştu. Kışın ortasında, kar lapa lapa yağarken, odun alıp salona soba kurmuşlar, ama ıslak odunlar yanmamıştı. Odun yanmayınca, zar zor buldukları kömür de yanmamıştı. Salon, bir türlü ısınamamıştı. Yeni bitmiş inşaatın ilk kışıydı, kuru odun komşudan ödünç alındığı için korka korka yakılıyordu. Soba yakmada zaten acemiydiler, türlü güçlüklerle yakılan tuğlalı soba, çoğu zaman gövdesini bile ısıtamıyordu. Salon ısınamayınca, salona bağlı diğer iki odanın kapıları bile açılamamıştı. Sonunda, kovalı soba alındı ve evin diğer ucundaki, baca olan bağımsız odada yakılmaya başlandı. Küçük Kız, soğuk odasında, manto, atkı, eldiven ile ders çalışmak zorunda kaldı. Fakülte yıllarında şehrin uzak bir köşesindeki lojmana taşınana kadar, böyle ders çalışacaktı.

    Yeni evlerinde bir yıl geçirdikten sonra babanın iş değişikliği olmuştu. Kısa süre sonra da, diğer büyük değişiklik gerçekleşti; Anne hamileydi. Küçük kız, bir taraftan Anadolu Lisesi sınavlarına hazırlanıyor, bir taraftan da ilk yürüdüğü zamanlardan beri yaptığı gibi,  anneye her işinde yardım ediyordu. Bir dönem sürekli kusan anneyi hasta zannetmiş, sonradan gebe olduğunu öğrenip çok şaşırmıştı. Akşamları erkenden koltukta uyuyakalan Anne, gebelik diyabeti, kan uyuşmazlığı ve bel fıtığı nedeniyle sorunlu bir gebelik yaşıyor, sabahları erken kalkamıyordu. Küçük kız, okul derslerini, sınava hazırlık testlerini, gece geç yatıp sabah erken kalkarak yetiştirmeye çalışıyordu. Öğle ile akşam arası da okul zamanıydı. Kendine rakip olan diğer öğrenciler, sınava dershane ve özel dersler ile hazırlansa da, kızın yaşı sınıf arkadaşlarından küçük olsa da, görme sorunu yaşıyor olsa da, eldivenin içinde bile kaskatı kesilen parmaklarla kalem tutmak zor olsa da, çalışmalı, mutlaka kazanmalıydı. Çünkü anne, ekmek sepetindeki ekmekleri gösterip, ‘O okulu kazanana kadar, sana bu ekmek haram’ demişti.

    Sınavı kazandı. İlkokul bitti. Bebek doğdu. Anne, bebek ve kız bir gün, babanın işyerine, yani bakanlığa gittiler. Babanın odasına merhaba demek için gelenler, kıza bakıp sanki sözleşmiş gibi ‘senin kız Tıp Fakültesi’ni mi kazanmıştı?’ diye sorup duruyorlardı. baba da her seferinde, ‘yok, bu daha on yaşında, Anadolu Lisesi’ni kazandı, inşallah Tıp Fakültesi’ni de kazanır’ diye cevap vermek zorunda kalıyordu. Karşıdakiler de, ‘inşallah, inşallah, Allah söyletti’, diyerek bozuntuya vermemeye çalışıyor, bir taraftan da işin içinden çıkamama bakışları ile kıza bakmaya devam ediyorlardı. Çıkan karışıklığın sebebi, kızın yaşından oldukça büyük göstermesiydi. Kız her ne kadar, çabuk büyümek istiyorsa da, on yaşında iken on yedi yaşında zannedilmek de ona fazla geliyordu. Usulen söylenmiş o inşallahlar, zamanı gelince hedefine ulaşacaktı.

   Ortalıktaki bu yaş ve okul karmaşası, sınav kazanmanın mutluluğunu sislendirmiş ve kızı, yetişkin boyutları içindeki çocuk aklıyla tarif edemeyeceği, garip bir ruh haline sokmuştu. Bu sırada, kapıda önce iri bir göbek, ardından iri bir vücut göründü. Bu cüssenin tepesinde, ta içlerine kadar gülen kahverengi gözler, kocaman bir gülüş ve gülüşün iyice dolgunlaştırdığı tombik kırmızı yanaklar vardı. Seyrek kumral saçlar, tepede tel tel olmuştu. Gülen yüz, gülerek konuşmaya başladı. ‘Ooo, çalışkan kızımız gelmiş. Hoş geldin. Ben Mehmet. Baban gibi Hukuk Müşaviriyim ben de. Anadolu Lisesi’ni kazanmışsın, tebrik ederim.’

   Sis dağıldı. Güneş çıkınca sis dağılırdı çünkü. Gülen aydınlık yüz, gülmeye ve konuşmaya devam etti. Giderken de ekledi; ‘benim odam hemen yanda, babana gelince bana da uğrarsın artık, senin de bir arkadaşın var burada’.

  Bakanlığa bir sonraki gidişlerinde Baba, ‘Mehmet seni soruyordu, bir uğra istersen’ dedi. Kız, yan odaya gitti, yarı açık kapının üzerinde ‘Mehmet Çalışkaner’ yazıyordu. Kapı aralığından kızı gören Mehmet, ‘Ooo benim arkadaşım gelmiş’ diyerek, yerinden kalkıp, hem gülüp hem yuvarlanarak, cüssesinin elverdiği hızla kapıya doğru koşturdu. Kızı oturttu, yine tüm yüzüyle gülümseyerek konuşmaya başladı:

‘Arkadaşa niye arkadaş demişler biliyor musun?’

‘Yok, bilmiyorum. Niye demişler?’

‘Eski Türkler savaşırken, sırtlarını bir yere dayar, öyle ok atarlarmış. Böylece arkadan gelecek saldırılardan korunurlarmış. Bozkırda yaşadıkları için, sırt dayanacak yer genelde taş olurmuş. O zamanki arka-taş, dilimize arkadaş olarak yerleşmiş. Şimdi, sırtımızı dayayabileceğimiz kişilere, arkadaş diyoruz.’

  Baba ile Mehmet’in samimiyetleri ilerledikçe, evde Mehmet’in adı daha sık geçiyor, kız da kulak kabartıyordu. Mehmet, otuzlu yaşlarının başındaydı, henüz evlenmemişti. Evlenmek, aile kurmak istiyordu, ama evlenemiyordu. Çünkü, akıl hastası bir ablası vardı ve ona bakmak zorundaydı.

  Artık Babaya uğramak, Mehmet’e uğramak demekti ve Mehmet, kızın aslında tek arkadaşıydı. Anne ve Baba başka başka şehirlerde doğup büyümüşler, farklı başka bir şehirde öğretmenlik yaparken tanışıp evlenmişler ve sonunda Ankara’ya yerleşmişlerdi. Yaşadıkları şehirde hiç akrabaları yoktu. Hayatları pek sosyal olmadığından, ahbapları da yoktu. Anne, kızın aynı zamanda ilkokul öğretmeniydi. Kız, okula anne ile gidip gelmiş, hem okulda hem de diğer her yerde annenin istediği gibi olması gerekmiş ve okul arkadaşı da olamamıştı. Şimdi, bir arkadaşı vardı.

   Baba ve Mehmet, bazı cuma akşamları beraber çıkıp birkaç kadeh içiyorlar, sohbet ediyorlardı. Mehmet, ablasını evde çok uzun süre yalnız bırakmak istemediğinden, geç vakte kalmadan ayrılıyorlardı. Kız, evde konuşulanlardan, arkadaşının hayat hikâyesini de yavaş yavaş öğreniyordu. Mehmet, annesi ve babası hayatta iken onlar ile beraber yaşıyormuş. İki ağabeyi varmış, ikisi de kariyer sahibi, evli ve Ankara dışındaymış. Ablası da memlekette evli iken, eşi çok eziyet etmiş, o yüzden aklını yitirmiş. Evlenip koca eziyeti çekmeden önce, aklî bir sorunu yokmuş. Ablasının yetişkin iki kızı varmış, şimdi onlar da evliymiş. Herkes evli ve düzeni var diye, ağabeyleri anne-babadan kalan ev üzerindeki haklarından feragat etmişler, evi ve akıl hastası ablayı Mehmet’e vermişler.

   Kız, gıyabında Mehmet’ten bahsederken, kendi yaşıtından bahseder gibi sadece ‘Mehmet’ diyordu. Protokolcü ve kuralcı Anne, birkaç defa, ‘Bakanlıktaki Mehmet Amcan mı?’ diye düzeltmeye çalıştıysa da, üstelemedi. Mehmet ile kız arasındaki ilişkinin, klasik amca-yeğen ilişkisi olmadığını o da anlamıştı.

    Kız Mehmet’i her gördüğünde, kocaman bir gülümseme görüyordu. Mehmet’in hep söyleyecek sözleri, kimseyi incitmeyecek esprileri, herkesi güldürecek hikâyeleri oluyordu. Pek konuşmayan içine kapanık kız, nasılsa Mehmet ile beraberken konuşup gülüyordu. 

‘Gel güzel arkadaşım, gel otur, nerelerdesin? Oturmam deme bak, oturmam diyen yatmış, yemem diyen sofranın yamalığını kapmış.’

‘Annem de söyler bunu.’

‘O söyler de, sen anlar mısın?’

‘Aslında pek de anlamam.’

‘Kapı çalınmış, gelene geç otur demişler, yok oturmam, yok oturmam diye itiraz etmiş. Sonunda geçip oturmuş, ardından da sohbet hoşuna gitmiş, gece yatıya kalmış. Oturana da yemeğe buyur demişler, yok yemem, yok yemem diye itiraz etmiş. Sonunda sofraya oturmuş, yemek hoşuna gitmiş, yemiş, yemiş, tabi o zaman yamalıklı yer sofrası var, ekmek diye sofranın yamalığını kapmış.’

‘Şimdi anladım.’

   Mehmet, ablasına yıllardan beri bakıyordu. Yemeğini yapıp eve bırakıyor, kapıyı kilitliyordu. Komşuda yedek anahtar vardı, arada yokluyorlardı. Kapıyı kilitlemek zorunda kalmıştı, çünkü bir gün abla evden çıkmış, bilmediği memleketin, bilmediği sokaklarında, yetmeyen aklıyla kaybolmuştu. Mehmet çok telaşlanmış, ‘görünüşü akıl hastasına benzemiyor, ya birisi akıllı zanneder de başına bir şey gelirse ne yaparım, kızlarına, ağabeylerime ne derim’ diye çırpınıp durmuştu. Polis, araya araya zor bulmuştu ablayı. Bir daha kayboluş yaşamamak için, böyle idare ediyorlardı.

   Senede birkaç hafta, Mehmet’in ablası geçici olarak kızlarına veya diğer kardeşlerine misafir oluyordu. Bu arada Mehmet, az da olsa bir nefes alıyordu. Mehmet’li cuma akşamları sıklaşınca, anne sitem etmekte gecikmedi:

‘Siz nereye gidiyorsunuz, ne yiyorsunuz Mehmet’le? Bizi de götür, biz de yiyelim.’

‘Size göre yiyecek yok ki oralarda. İçkinin yanında verilen uyduruk şeyler.’

‘Siz yiyebiliyorsanız biz de yeriz canım. Ne yediniz mesela bugün, tavuk mu, balık mı, ne?’

‘Tavuk gibi bir şey işte, uyduruk.’

‘Veremli mi şimdi o tavuk yani, bize yedirtmiyorsun?’

‘Ha ha ha, evet karıcığım çok iyi bildin, tavuk veremli.’

‘Balık da kanserlidir kesin.’

‘Ha ha ha, evet evet, balık da kanserli.’

‘Siz yerken iyi, biz isteyince veremli tavuk, kanserli balık, AİDS’li inek...’

  Sitemler, baba ile Mehmet’in cuma buluşmalarını engellemeye yetmedi. Veremli tavuk-kanserli balık eşliğindeki sohbetler devam etti. Sohbetlerde, Mehmet’in en çok kızdığı kişi, ablasını bu hale düşüren o dayakçı eski eniştesi oluyordu. Asıl konu ise, Mehmet’in evlilik meselesiydi. Ev kızı mı olsa iyi olurdu, çalışsa mı? Evlilik yürür müydü, yürümez miydi? Evdeki malum ablayla nasıl olacaktı?

   Her şeye rağmen, Mehmet’in dolu dolu gülümsemesi, şirin sözleri hep aynı güzellikte devam ediyordu.

‘Arkadaşım, o çok korkulan kocaman hayvanlar var ya, aslında sadece ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlar. Mesela ayılar hiçbir zaman, gidip şu karşıdaki dağı basalım, oradaki ayıları dövelim, kovalım, o dağ da bizim olsun, demezler. İnsanların gözü hep daha fazlasında olduğu için, pahalılık aldı yürüdü işte.’

‘Her şeyin fiyatı, bir sonraki alışta artmış oluyor ‘diyor annem.’

Bence böyle giderse, sakız bir milyon lira olacak.’

   Mehmet, ablasını nasıl oyalayacağını düşünürken, aklı başında olduğu zamanlarda örgü örmeyi sevdiğini hatırladı. Örgü şişleri ve örgü yünü alıp götürdü ablasına. Bir gayretle örmeye başladı abla, ‘Bak Mehmet, sana kazak örüyorum’ diye gösterip duruyordu. Kazak dediği, kuşak gibi upuzun, eğri büğrü, salkım saçak bir şeydi, uzadıkça da uzuyordu. Mehmet de ‘eline sağlık abla, kışın giyerim, üşümem’ diye huyuna gidiyordu. Artık uzun ve şekilsiz şeyler, ‘Mehmet’in kazağı gibi’ diye anılır olacaktı.

    Kız yazın sonunda, uzak bir şehirdeki teyzeye gönderildi. Teyze, yirmili yaşların başında, bekârdı, Dede ve dedenin eşi ile beraber yaşıyordu. Oradaki ilk günlerinde, teyze ve kız komşu ziyaretine gittiler. Konuşmalar sırasında, kız farkında olmadan sık sık Mehmet’ten bahsetmiş olacak ki teyze, ‘ne bu ikide bir Mehmet lafı, âşık mısın nesin sen bu Mehmet’e?’ deyiverdi. Kız önce duyduklarına inanamadı. ‘Mehmet’ ‘âşık’ ‘ben’ sözcüklerini zihninde yan yana getiremedi, donakaldı, ardından odadan fırlayıp çıktı. Gidip bavulunu topladı. Teyze gelince, ağlayarak Ankara’ya dönmek istediğini söyledi. Teyze, bu sessiz sakin Kız’ın, bunca aşırı tepkisinde bir gariplik olduğunu fark etti.

‘Şu Mehmet’i bana bir tarif etsene.’

‘Şöyle kırmızı tombik yanaklı, kahverengi gözlü’

‘Eee’

‘Göbekli, biraz dökük saçlı…’

‘Dur bir dakika, dur. Nasıl yani, Mehmet senin sınıf arkadaşın değil mi?’

‘Yoo, Mehmet babamın dairesinde, o da Hukuk Müşaviri.’

‘Hay Allah. Tahmin etmeliydim senin yetişkinlerle arkadaşlık edeceğini. Ben de akranın sandım, okuldan, mahalleden filan. Bak sen şu işe.’

   Okullar açılmaya yakın, teyze ve kız beraber Ankara’ya döndüler. Anne’nin eylül ayıyla beraber seminerleri başlamış, Bebek de ortada kalmıştı. Teyze, sözde anneye yardım etmek amacıyla gelmişti, ama işler yine doğru gitmeyecekti. Bebek, günün çoğunu uyuyarak geçiriyordu. Anne sabahtan öğleye kadar okulda olduğundan teyze, ne ara arkadaş olduğunu kimsenin çözemediği, mahallenin kızlarını eve dolduruyor, sigara içip, müzik çalıyor, öğlen anne gelince de akşama kadar komşu geziyordu. Kız, bebeğin doğumundan bu yana, tüm bakımlarını öğrenmişti; mama yedirmeyi, gazını çıkarmayı, altını değiştirmeyi, bez yıkamayı biliyordu. Teyze kızı yakaladığında, ‘kardeşine bak’ ile başlayan emir cümleleri yağdırıyor, işleri ona yaptırıyordu. Aslında bu tarzı, o da anneden öğrenmişti.

   ‘Teyzeni Mehmet’e alalım mı?’

Anne’den bu sözü duyan kız, bir an şaşakaldı. Teyze’nin yüzüne baktı.

‘Yok, Teyzem beğenmez Mehmet’i.’

‘Niye canım, o kadar da çirkin değil adam.’

‘Ama teyze’m beğenmez.’

Teyze’nin Mehmet’i beğenmeyeceği doğruydu. Ama asında kız, teyzenin çatık kaşları ile Mehmet’in gülen yüzünü yan yana getirememişti.

    Kız, yeni okuluna başlamış, Hazırlık Sınıfı öğrencisi olmuştu. Kazandığı okulun, ulaşımının zor, süresinin tamgün, derslerinin ağır olması, buzdağının görünen yüzüydü. Görünmeyen yüzde ise, asıl sorunlar büyüyüp çoğalıyordu: Soğuk ev, ağlayan Bebek, kaprisli gezginci teyze, dominant emzikli anne… Ve bunların ortasında herkesin iş buyurduğu, buyrulan her işi yapan, ama nedense hep suçlu olan, boyu büyük yaşı küçük kız. Ailesinin de onu göründüğü yaşta zannetmesi, anlaşılmaz bir durumdu. Kimse zahmet edip bir şey öğretmiyor, anlatmıyor, kızı yok sayıyor, ancak emir verirken ve azarlarken varlığını hatırlıyorlardı. ‘Şamar Kızı’nı azarlamak bedavaydı. Ders çalışırken veya buyrulmuş bir işi yaparken, birdenbire ‘Kııız, Allah belanı versin’ sesiyle irkiliyor, cevabını bilemeyeceği ‘acaba yine ne yaptım ki?’ sorusu şimşek hızıyla aklından geçiyor ve kaçınılmaz infazın geliyor olduğunu anlıyordu. Celladın kör bıçağından kaçamayacağını biliyordu. Yanlış anlamalar ve adaletsizlikler karşısında açıklama yapmaya kalkışsa ‘cevap vermeee’ diye bağırıyorlar, ‘ama soru sormadınız ki cevap vereyim’ deyince daha çok bağırıyorlardı.

   Kalabalığın ortasına atılıp linçe uğrayan insanlar, nasıl tekmeler, tokatlar, yumruklar ile çevrilir ve kurtulma şansı olmazsa, Kız da azarlamalar, alaylar, aşağılamalar ile çevrilerek ruhsal linçe uğruyordu. ‘Gidecek yerim yok, evden kaçsam başkalarına köle-hizmetçi olurum, okumadan da hiçbir şey olamam’ diye düşündü. ‘O zaman, okul hayatım bitene kadar, kendi aileme köle-hizmetçi olmaktan başka çarem yok’. Ama, zamanın akışında bir tuhaflık vardı. Linç dakikaları saatler, linç günleri yıllar gibiydi.

   Haksızlıkları yutmak ayrı, sindirmek ayrı zordu. Suçlanmamak için, bir yeri ağrıdığında bile hiçbir şey söylemiyor, ağrıyı çekiyordu. Susmak, azardan kurtulmaya yetmiyordu. Yine de sustukça sustu Kız, kendi içine kapandıkça kapandı, büzüştü. Yapabildiği tek şey, ağlamaktı. Yıllar boyu her gece, soğuk yatağında ağlayacaktı. ‘Neyin cezasını çekiyorum?’ sorusuna hiçbir zaman cevap bulamadı. Bir türlü gelmiyor da olsa, ilerde güzel günlerin geleceğine içten içe inanıyordu. Henüz, dünyada adalet olmadığını, mutlu sonların ise sadece masallarda olduğunu bilemeyecek kadar küçüktü.

   Sınıf arkadaşları ise, yanı başında yaşanan ama çok uzak, bambaşka bir dünyanın parçasıydı. Hiçbirinin evi sobalı değildi, soğuk odada ders çalışmak gibi bir dertleri yoktu. Soğuk yatağın, başlangıçta vücudun ısısını çekip daha çok üşüttüğünü, gözyaşları ile ıslanan yastığın, yanağa soğuk soğuk değdiğini nereden bileceklerdi? Kışın yatakta bacaklarını uzatabilen çocuklardı onlar. Evleri, şehre yakın, güzel semtlerdeydi. Makul saatlerde aileleri tarafından uyandırılıp, kahvaltı yapıyor, makul sürelerde okula ulaşıyorlardı. Kız ise, çalar saatle sabah çok erkenden kalkmak, en kısa sürede evden çıkmak ve otobüslere koşturmak zorundaydı. O çocuklar, sabahları odanın buz gibi kapı kolunu tutmayı, buz gibi suyla yüz yıkamayı bilemezlerdi. Televizyon programlarından, radyodan, müzikten, kasetlerden, yabancı şarkıcılardan konuşuyorlardı. Kızlı-erkekli arkadaşlarından, gittikleri misafirliklerden bahsediyorlardı. Soğuk mutfakta, buz gibi su ile bulaşık yıkamayı, ellerin donup uyuşmasını bilemezlerdi. Onlar, saç modellerinden bahsediyor, kuaför deneyimlerini anlatıyorlardı. Kızın saçları ise bakımsızlıktan, Mehmet’in kazağı misali, uzadıkça uzuyordu. Anneannelerinden bahsedenleri duymak, kızı ayrı üzüyordu. Tenis dersleri, basketbol kursları vardı onların. Alışveriş maceralarını anlatıyorlardı. Güzel giysiler, ayakkabılar giyiyor, süslü defterler, kalemler kullanıyorlardı. Eşyalarına ‘benim’ diyebilen çocuklardı onlar. Kız, bir şeye ‘benim’ demeye kalksa, ‘Nereden senin oluyormuş? Sen kimsin? Parasını kim verdi onun?’ diye bir sürü laf işitiyordu. Sinemaya, tiyatroya gidiyorlar, kışın yaz tatili planları yapıyorlardı. Evde sıkılan çocuklardı onlar.

  Okulların yarıyıl tatiline girdiği cuma akşamı, Anne bel ağrısı ile yattı ve kalkamadı. Ertesi sabah, yattığı yerden kıza ‘gel buraya, belimin sebebi’ diye seslenerek, yine onu suçladı. Durumun, önceden geçirdiği bel fıtığı ataklarından farklı olduğu anlaşılana kadar, çok zaman geçti. Hastalığın başlarında teyze, uzun süre görüşmemeyi garantileyecek okkalı bir kavga çıkarıp, memleketine döndü. Emzikli bebek, yatalak anne ve evle ilgili tüm işler, kız ve Baba’ya kaldı. Kız, fark etti ki, yatalak hastaya bakmak da bebek bakmak gibiydi, yemek yedir, su içir, altından al. İkisi de ağlıyordu. Anne, evdeki uzun yatış süresinden sonra, tedavi için hastanede de uzun süre yattı. Taburcu olduğunda bahar gelmiş, ağaçlar çiçek açmıştı.

                                                                       ***

   Sakızın bir milyon, hatta birkaç milyon olduğu yıllar geldi. Baba, yurtdışında görevlendirilene kadar, yıllar boyu Mehmet’le beraber çalıştı. Yurda döndükten sonra, Mehmet’le buluştular, veremli tavuk-kanserli balık eşliğinde hasret giderdiler. Mehmet artık ellili yaşlarda ve hâlâ bekârdı, hâlâ ablasına bakıyordu. Alkolü çoğaltmış, akşamcı olmuştu. Cep telefonu almak istiyordu Mehmet, ‘herkeste var artık, ayıp oluyor’ diyordu. Kısa bir süre sonra beklenmedik acı haber duyuldu, Mehmet aniden ölmüştü. Cep telefonu hayali de, evlilik hayali gibi, gerçekleşemedi.

    Baba, hep düğün törenine katılmayı umduğu vefakâr ve cefakeş dostunun, cenaze törenine katıldı. Mehmet’in diğer arkadaşı, acı haberi alınca, onu yıllardır görmemiş olduğunu fark etti. Çocukluğunun arkadaşını anarken, hayatının hatırlamaktan kaçındığı o dönemlerini de hatırladı. Gerçeğin kurgudan daha acayip olduğunu, kendince doğruladı. Ve o günlere ait iki baskın imge belirdi zihninde; soğuk küçük bir oda, sıcak kocaman bir gülüş...                                                                                              

                                                                                                        Ocak 2016; ANKARA

Sayfa : 13