...
Başlık : Gömlek
Yazar : Filiz Bilgin

 

Gözünü kırpmadan dakikalardır ona bakmaktaydı. O da Selim’e. Daha doğrusu Selim karşılıklı bakıştıklarını sanıyordu. Dik, dik. Sanki yuvarlak boncuk gözleri hep kızgın. Belki de kaş yerine gözünün üzerine denk gelen ve burnuna kadar uzanan o çıkıntıdan kaşları çatık hissi uyandırıyordu. Aslında Selim’in kaşları çatıktı.  Kızgınlıktan değil, acıdan. Kırpmamak için gözlerini açtıkça açıyor, gözleri oynamasa da yüzünün bütün kasları dayanabilmek için şekilden şekille giriyordu. Mademki kardeşi Sami’nin, onu eve getirmesiyle başlamıştı her şey, mademki Sami onun yüzünden gözünü bile kırpmadan -annesi yalan söyleyip söylemediğinizi gözünüzü kırpıştırmanızdan anlarım derdi- yalan söylemişti, mademki bu yalana kendini de bulaştırmışlardı, gözünü kırpmamak nasıl oluyordu, bilmek istiyordu.

Sami, bir süre önce büyükçe bir kutu ile gelmişti eve. Kutunun üste gelen kısmında üç dört küçük delik vardı. Ayakkabısını kutuyu bırakmadan fırlatırcasına çıkarıp doğru odasına gitmişti. Tabii kutuyu gören Selim ve annesi de peşinden. Sami kutuyu masaya koyduktan sonra ağır ağır soyunmaya sonra giyinmeye durunca annesi dayanamayıp:

“Eee, o kutuda ne var?” diye sormuştu.  Sami:

 “Hangi kutu?” diyecekti ama annesini ellerini göğsünde kavuşturmuş sorgularcasına bekler görünce kutuyu açmak zorunda kalmıştı. O anda da kızılca kıyamet kopmuştu. Sami annelerini ikna etmek için çok dil dökmüştü. Aslında Selim de hoşlanmamıştı kutudakinden ama belli etmemişti. Anneleri inan getirmezse zaten bu evden gidecekti. Neden sonra anneden ikinci soru gelmişti:

“Nereden buldun bunu alacak parayı?” Sami hemen yanıtlamıştı. Hem de gözünü kırpmadan.

“Ne zamandır ağabeyimle bunu almak için para biriktiriyorduk. Harçlıklarımızdan…” Anne Selim’e ‘Sen de mi?’  der gibi sitemli bakmış, odadan çıkarken de sert sert söylenmişti:

“Kesinlikle ona ben bakmam, hiçbir şeyiyle ilgilenmem, ne yemesine ne temizliğine karışırım. Hiçbir şekilde de kutunun dışında görmek istemiyorum onu.” Selim’in hoşnutsuzluğu bir misli daha artmıştı.

“Ne diye karıştırdın beni?  Biriktirdik falan, sanki ben de istemişim gibi. Sahi nereden buldun parayı da aldın bunu?”

“Biri bakamamış, satmak istiyordu, çok ucuza ondan aldım.” Selim, ‘Yine yalan mı söylüyor,’ diye dikkatlice Sami’nin yüzüne baktı. İnanmış mıydı kendisi de ayırt edemedi. Niye annesine doğrudan böyle dememişti de onu da bulaştırmıştı? Belki de kutuda boylu boyunca yatan hayvan yüzündendi.

“Oğlum, bir hayvan bakacaktık madem, bir köpek alaydın ya. Hiç olmazsa bir şey diyecek olsak ’Hav,’ diye cevap verir. Bu okşanmaz bile.”

Ağır başlı hayvan olur mu? Bu, öyleydi. Soğuk demektense çenesinin altında sakal gibi sallanan derisinden dolayı ağır başlı demeyi yeğliyordu Sami. İnsana üstten bakan. Tenezzül edip başını bile çevirmeyen, çok çok gözleriyle neredeyse yüz seksen derece dik dik takip eden. Dakikalarca, saatlerce aynı pozisyonda, gözünü kırpmadan duran. Bahar yeşili.   İğne deliğinden geçecek kadar incelerek biten, kendisinin üç katı uzunluğunda  kuyruğu olan. Gücünü ve zarafetini, kamçı gibi kullandığı bu kuyruktan alan hayvanı sessiz duruşuyla gün geçtikçe Selim de sevmişti. Ta ki ikinci yalana ortak edilene kadar.

Sami bu sefer kocaman cam bir kutuyla gelmişti. Hayvana özel bir yuva getirmişti. Tabii bunu da ağabeyi Selim ile harçlıklarını biriktirerek almışlardı. Hayvanla ilgili başka eşyalar da eve getirilip hepsine Selim de ortak ediliyordu. Üstelese de Sami parayı nereden bulduğunu doğru dürüst söylemiyordu. Ne zaman sıkıştıracak olsa hareketleri değişiyor, sesi yüksek perdeden çıkmaya başlıyordu. Selim kararını vermişti. Sami kötü bir şeyler yapıyordu. Anne babasına söyleyecekti. Yalnız neyi, ne kadar söyleyeceğine karar veremiyordu. En baştan beri Sami’nin yalanına susarak nasıl ortak olduğundan mı, yoksa sonradan sonraya yoğunlaşan şüphelerinden mi söz edecekti. Ne olur ne olmaz diye alıştırma yapıyor,  anne-babasından gelebilecek her hangi bir soruya gözünü kırpmadan yanıt verebilmek için sürünmekten çok görkemli kuyruğunu sürüyen hayvana kıpırtısız bakıyordu.  Artık gözleri yanıyor, odaklandığı yer netliğini kaybediyordu. Derken hayvan göz kapaklarını Selim ile dalga geçer gibi ağır ağır, süze süze indirdi,  kaldırdı. Böylece Selim de istemsizce gözünü kırpmış ve daha fazla acı çekmekten kurtulmuş oldu. 

Selim, cam yuvanın önünde oturup uzun uzun hayvanı izlerken ön bacaklarının birinin derisinin kabardığını fark etmişti. Yılan gibi deri değiştiriyor olmalıydı.  Bu düşünceyle yüzüne aniden bir mutluluk yayıldı. Kardeşini bilinçli veya bilinçsiz yakalandığı çalma -çaldığına inanıyordu artık- dürtüsünden kurtarmanın yolunu bulmuştu.

İki üç sene önce bayramda dedesigile köye gitmişlerdi. Babası ile dedesinin bağda gezinirken peşlerine takılmıştı. Dedesi bağın bir tarafını temizletmişti. Oraya ektirmeyi düşündüğü ağaçları anlatırken birden babasının kolunu tutup:

“Dur! Basma!” diye uyardı. Sonra eğilip yerden kahverengi, bej, gri, alacalı renkli zar gibi ince bir şeyi alıp babasına verdi.

“Al bu kavı, cüzdanına koy, uğur getirir,” diye de ekledi. Babası:

 “Şaman inancı bu," diye almaya direndi. Dedesi ısrarla:

“Ev iyesidir yılan. Evi, bağı, bahçeyi hem korur hem bolluk bereket getirir,” diyordu. Babası:

“Yılanı şeytana eş tutanlar da var,” diye kötüledikçe dedesi de:

“Yağmur yağdırmak için yılan kullanılır bazı yerlerde,” diye iyiliyor,  babası: “Boş inanç,” dedikçe dedesi:

“Şahmeran, Lokman’ın hekim olmasını sağlamış da hastalıklara çare olmuş. Yılanın sağaltıcı, şifa verici özelliği vardır,” sözleriyle ısrar ediyordu. Sonunda dedesi yılanın gömlek değiştirme özelliğini ele alıp: “Yılan, geçmişi çıkarıp atan ve yaşamaya devam eden hayatın göstergesidir. Hayat yeniden doğmak için birbiri ardına nesilleri değiştirir. Yılan, sürekli olarak ölüm gömleğini üzerinden atan ve yeniden doğan ölümsüz enerjiyi ve bilinci temsil eder,” diye uzun uzun anlatmaya başlayınca babası daha fazla direnmemiş, konu da kapanmıştı.

Geçmişi silen, yenileyen, şifa veren o kavı babasından isteyemezdi Selim. Ama  bu hayvan da bir sürüngendi ve deri değiştiriyordu, o halde aynı enerji onun derisinde de olabilirdi. Bulduğu parlak fikirle tüy benzeri hafiflemiş, gözlerinin acısını bile unutmuştu.

  Selim’in birkaç gün daha beklemesi gerekti. Gidip gelip hayvanı izledi. İncecik, tutunca dökülüp dağılacakmış hissi veren kav sıyrılıyor altından taze parlak deri ortaya çıkıyordu.     Hayvan hareket ettikçe değiştirmekte olduğu gömleğin tül tül havalandığı gün, birkaç kamçı darbesi yese de  bir parça eski deriyi kopardı. Sami’nin yastığının altına koydu. Kardeşini kurtarmıştı(!)

 

Sayfa : 14