...
Başlık : PANCAR       
Yazar : Ayşe Ege

             Akşamın karanlığı üstümüze çöktüğünde, Abdo’nun telaşla yaktığı lüks lâmbası bana hep masalsı gelmiştir. Evin bu mucizevi ve bir o kadar da değerli objesinin aydınlığında dinlediğim Cırt Bıyık hikâyelerinin, bu hissiyatımda mutlaka etkisi vardı. Yatağa girdiğimde gecenin sihri farklı bir mecraya akardı. Dinlediğim o tuhaf hikâyelerin bir bedeli elbet olacaktı. Yarı açık gözlerim, parmak uçlarında gezinen cüce gölgelerin üzerinde bir süre dolanır, iş çığırından çıktığında pikeyi başıma çekerdim.

Beni bu denli korkutan ve bir o kadar da merakımı uyandıran Cırt Bıyık isimli bu yaratığın maceraları, yazıya dökülebilseydi eğer, tekrara düşmeyen bölümleriyle ciltler dolusu kitap olurdu. Hikâyenin en ürkütücü yanı ise, bir karış boyuna bakmadan koca bir eşeği saniyeler içinde yedikten sonra, kemikleriyle dişlerinin arasını temizlemesiydi. Dinlerken dudaklarım titremiş, gözlerimden yaşlar gelmişti. Bu duruma içerleyen, “Cengâver” lakaplı dedem, tütününü sararken tuhaf bir gülümsemeyle “Erkekler ağlamaz,” diye uyarmıştı beni.

 Her yaz olduğu gibi, o yaz da beni köye götürmek için gelmişti. Yaşım yedi-sekiz o aralar. Evdekilerin tüm itirazlarına karşın tartışmaya girmemiş, mağrur bir ifadeyle kolumdan tuttuğu gibi yola koymuştu beni. Bir süreliğine de olsa beraber olacaktık. Bunun derin anlamı, Cırt Bıyık’ın hayatımda yeni bir heyecan ve korku dalgası yaratacak olmasıydı. Bu durumu istemiyor da değildim. Otobüste, “Adı neden Cırt Bıyık?” diye aniden sormuştum. O, kapalı tuttuğu gözlerini aralayarak “Adam terbiyesiz, haline bakmadan kibar beyler gibi bıyıklarına briyantin sürüyor,” demişti.

Gecenin geç saatinde köye geldiğimizde, arklardan yayılan kurbağa sesleri ve birkaç köpek uluması dışında, etrafta ne bir ses ne de kımıltı vardı. Ötelerde titreşen birkaç ışık da olmasa, kör bir kuyunun içine düştüğümü sanacaktım.

Bulunduğumuz yer, göz alabildiğine uzanan buğday ve pamuk tarlaları ile etraftaki üç beş evden ibaretti; üst taraftan geçen anayol köyü ikiye ayırıyordu. Aradaki mesafenin normal yürümeyle yarım saat çektiği söylenirdi. Yaz aylarında, güneş tam tepedeyken esen deli bir rüzgâr, gün batımında aniden dururdu. Tarlada çalışanlar sıcak, rüzgâr demez, gün boyu pancar dedikleri su pompasını, tarlanın bir başından alır öbür başına götürür, toprağı çapalar, sulamayı yapar, akşamında usulca çadırlarına çekilirlerdi. Uykuya ne zaman geçerler ne yer ne içerler bilinmezdi.

Yaşamın tekdüzeliği, gündelik hayatı kabaca ezberletmişti bu insanlara. Yeni bir günde yaşanacaklar, zihinlerine kazınmış üç beş faaliyetin bir adım ötesine geçmediğinden olacak, ayrıntılar üzerine kafa yormazlardı; sorgulamaz, hayret etmeyi bilmezlerdi. Aralarında ne Abdo’nun körlüğü tartışılırdı,ne de su pompasının pancarlığı.

Elimizden aldığı çantaları içeriye taşıyan Abdo, adımlarını ürkek atıyordu. Gerçekten de söylendiği gibi kör müydü bu adam?  İğne ucu kadar bir yerden görmese, buralara göz kulak olması için birkaç dönüm tarlayı onun kullanımına vermezlerdi.  

Eve girdiğimde gözüme çarpan yenilik, yerden bitme buzdolabı olmuştu. “Köye elektrik geldi mi?” diye heyecanla sormuştum.  “Tüple çalışıyor bu dolap, cereyan hâlâ yok… Eli kulağında diyorlar ama biraz daha bekleyeceğim, olmadı tüplü bir televizyon alacağım,” demişti, başımı ovalayarak dedem.  Aklıma pek yatmamıştı ama, boşuna Cengâver demiyorlardı ona.  Yeniliklere açık ve gözü karaydı; alır mı alır diye biraz da ürpererek geçirmiştim içimden.

“Pancarı Karasu tarafına alın,” diye bağırmıştı biri.  Pencerenin önündeki konuşmalar sanki odanın içinde patlıyordu o sabah. Sonrasında uzaktan gelen motorun gürültüsü ve ardından tekleyerek susması… “Mazot bitti” mealinden konuşmalar, koşuşturmalarla açmıştım gözümü. Verandaya çıktığımda, sedire bağdaş kurmuş olan dedem nargilesini fokurdatıyordu. Yorgun bedenini kucağındaki yastığa dayamıştı. Henüz karşılaşmadığım Basri’nin komutasındaki işçilere, “Basri kasabaya indi, akşama mazot gelir,” diye seslendi. Beni yanında fark edince, sıcak bir gülümsemeyle, “Öğleyi ettin,” dedi.

O ara, dağdan hafif hafif esen rüzgâr, sedire yanaşmamla birlikte şiddetini birden arttırdı; toprağı yerden kaptığı gibi, hem de bunu birkaç defa yineleyerek, ovaya yeniden yaydı. Bu kadarla kalsa iyi, güneşin alevini, avuçlayıp avuçlayıp adeta üstümüze saçıyordu.  Güneşle rüzgârın bu müthiş birlikteliğini gözlerimizi kısıp izlemeye başladık. Yer gök sarının her tonuna bürünmüş, böğürtlenler, okaliptüsler, kirpiklerim, her şey ama her şey toz toprak içinde kalmıştı.   

 Sonraki gün, anlamsız bir sessizliğin ortasında buldum kendimi. Rüzgâr bile suspustu. “Pancarı niye çalıştırmadınız?” diye bağırdı biri.  Çalışanlar birer ikişer verandanın önüne toplanmaya başladılar.  İçlerinden tıknaz olan biri, bana çok tanıdık gelmişti, kendisini öne attı, dişlerini göstere göstere, “Emmi, pancar çalındı herhal,” dedi.  Afallayarak  adamın yüzüne bakmış,  onun,  eşek yemekten morarmış dişleriyle, gökte ararken yerde bulduğum Cırt Bıyık’ın ta kendisi olduğunu hemen sezmiştim. Başına geçirdiği kasket, olduğundan da basık gösteriyordu onu. Bıyıkları kulaklarına değdi değecek, öylesine uzundu.

 Bu nahoş haber karşında, Cengâverimin, kılıcını kuşanıp atına atlayacağını düşünürken ben, “Basri, bunu yapan içimizden biri, jandarmayı çağırmayacağım, muhtara haber et, bir zahmet bu tarafa gelsin,” dedi.

 Kalabalıktan biri, “Gün ağardı ağaracaktı ağam, su dökmek için çadırdan çıktığımda karşı dağdan bu yana uçarak gelen beyaz sakallı adamları, beyaz yeleli atların üstünde gördüm, köye yaklaşınca hayal gibi birden kayboldular,” dedi. İşi nereye vardıracak diye biz adamı dikkatle dinlerken, o, dahiyane bir çıkarsamayla “Pancarı onlar götürmesin?” dedi.  Öfkeden gözleri ateş saçan dedem, “Yani, bizim pancar uçtu diyorsun, öyle mi?” diye haykırdı.  Hayal peşinde koşacak hali yoktu. Tarlanın bir an önce sulanması gerekiyordu.

 Bir başka adam, bir gün önce pancarın etrafında cinlerin gezindiğini, bir sopa kapıp kovalamak için yanlarına vardığında, hepsinin bir deliğe kaçtığını söyledi. Basri, “İşinizin başına dönün haydi, yeter!” dedikten sonra, verandaya zıpladı, “Sıkma canını, ben şimdi yola çıkar muhtara haber ederim emmi.” dedi.

Bir süre sonra, “Muhtarın ayakları sancıyormuş, gün batımında orta bir yerde görüş yapalım diyor. Sakız ağacının altında olacak…” haberiyle döndü Basri. “Nargileyi de götürek mi emmi?” demeyi de ihmal etmemişti.   Dedemin başını sallamasını hemen fırsata çeviren Basri’nin, tertip komitesinin başına geçmesi böyle olmuştu.  Sonrası tam bir telaş, sağa sola emirler yağdırmaya başlamış, işi tırnak kontrolüne vardıracak kadar ileriye taşımıştı. Herkesin temiz pak olmasını istiyordu. Soru sorulmadan konuşmamalarını da sıkı sıkıya tembih ediyordu çalışanlara.

 Abdo yanımıza alacağımız eşyaları hazırlarken sabırsızlanmaya başlamıştım. Birbirine geçmeli nargileyi iki parçaya ayırarak el yordamıyla bir sepetin içine dikkatle yerleştirirken gözlerimi ondan alamıyordum. Ocakta hazırladığı kor ateşi kömürle besleyerek, yamulmuş bir yağ tenekesinin içinde verandaya çıkardı. Yardımına gelen çocuğa,  “Yer minderlerini üst üste koy, yastığı ve kilimi unutma” diye tembih ediyordu. Çocuk ciddi bir ifadeyle söylenenleri yerine getiriyor, sonra sırtını duvara yaslayıp beklemeye geçiyordu. Birkaç fincan, kahve kavanozu, şekeri de ayrı bir sepete koyduktan sonra hazırlıkların tamamlandığına kanaat getiren Abdo, duvarda asılı Kuran’ı indirip masanın üstüne bıraktı. Artık, yola çıkmaya hazırdık.

Topraklı yolda sakız ağacına doğru telaşsız yürüyorduk.  Göğsüne bastırdığı Kuran’a yalan yere el basanın, o ilahi güç tarafından icabına bakılacağına öyle emindi ki bizim Cengâver… Basri ara sıra dönüp arkamızdan gelenlere göz atıyor, öne geçmeye çalışanları yavaşlatıyordu. Böyle ne kadar yürüdük bilmiyorum ama, muhtar ile imam görüş alanımıza girmişti. Bir süre sonra ağacın altında toplaşıp yerdeki minderlere oturduk. Hal hatır sorulduktan sonra  köpüklü kahvelere geçildi.  Muhtar’ın, “Ağam köye yabancı geldi mi hiç?” demesiyle, herkes birbirinin yüzüne baktı. Gelmiş miydi? Ardı ardına patlayan, “Ben kimseyi görmedim!” nidalarına, yemin billah’lar da eklenince, iki elini havaya kaldıran Basri, bozulan nizamı yeniden sağladı.  

Muhtar, “Peki, şüphelendiğiniz biri oldu mu?”  diye sorunca,  Basri, bir hesap adamı edasıyla, “İki yüz elli kiloluk makineye(kelimelerin üstüne bastırarak) hangimizin gücü yeter muhtar efendi?” dedi.

İmamın, yüksek sesle çektiği besmeleyle gevşemiş uzuvlarımızı yeniden toparladık. Hırsızlığın büyük günah ve zulüm olduğu üzerine verdiği vaazı, başımız önümüze düşmüş halde dinledik sonra. İmam, sözünü “Bunu yapan başkasını zan altında bırakmasın, pancarı çaldığını itiraf etsin, aha şimdik bu huzurda,” diye bitirdi.   Bir süre, failin ortaya çıkması için sessiz bekledik ama nafile bir bekleyişti bu. Basri dedeme eğildi, üzerine el bastırmak için elindeki Kuran’ı alıp kalabalığın arasına daldı. İçlerinden bazıları el basmakla kalmadı, çoluk çocuğunun ölüsünü de işin içine karıştırdı.  Basri’de el bastıktan sonra, “Bismillah…” diyerek Kuran’ı dedeme iade edip toplantıyı sonlandırdı.

          Dönüş yolunda gözümü yürüyenlerin üzerinden ayıramıyordum. Ağzı burnu çarpılmış bir tek Allahın kulu yoktu aramızda. Hırsızın içimizden biri olmadığı konusunda, hepimiz sessiz bir uzlaşı içindeydik. Dedem biraz mahcup, bizlerse hayal kırıklığına uğramış halde yürüyorduk.  Akşamında Abdo, lüks lâmbasını yakarken, “Bu Basri’yi geldiği günden beri gözüm tutmadı, o gece mazotu bir pikabın arkasında getirdiydi köye, kimsenin günahını almak istemem ama, sabahında pancar sır oldu,” dedi alçak bir sesle.   Kör bir adamın ağzından çıkan bu sözler karşısında şaşırmış, yanından uzaklaşarak verandaya doğru bir hamle yapmıştım. Dedemin karanlıktaki yüzünü seçmeye çalışırken, “Sandıktaki şişeyi çıkar, üzerine de biraz su kat Abdo,” diyen sesiyle irkilerek odaya gerisin geriye dönmüştüm.

Sonrasında, ikimizde bakışlarımızı bir birimizden kaçırarak ve tek laf etmeden sofranın hazırlanmasını bekledik. İçine gripin tozu atılmış gibi duran bulanık suyu, bir şey yemeden ardı ardına yudumlamasına göz ucuyla bakıyordum.  Kaçıncı yudumda, şimdi hatırlamıyorum, birden aklına bir şey gelmişti; “Şu Basri’yi buraya bir çağırın hele ” dedi, dili damağına dolanarak.

 Neden sonra Basri’yi aramaktan bitkin bir halde eve dönen Abdo, onu minderinde sızmış halde görünce canı sıkıldı, “Ağam tez canlı,” diye mırıldanmaya başladı. “Ne vardı şu zıkkımı içmeden biraz daha duraydı. Belli oldu işte. Basri yok, nereye gittiğini bilen de yok. Birkaç kişiyle birlikte çadırları söküp tüymüşler. Bu herif, adamı böyle dinden çıkarır. Pancarı yükledi mazot kamyonuna… Teres!”

Bütün bir gün yaşananları bir bir aklımdan geçirmeye çalışıyordum yatağımda. Cüce gölgeler birden odaya doluşmaya başlayınca, pikeyi usulca başıma çekip seslerini dinlemeye koyuldum; kulağımda, “Afiyet olsun beyler,” diyen Basri’nin sesi… “Tam tamına iki yüz elli kilo, hangimize yetmez?” diyordu.  O an, “Koca eşeği yiyen, pancarı yemez mi?” diye geçirdim içimden. Hatta dakikalar içerisinde her şeyi yutacağı endişesiyle titremeye başladım.

Yıllardır bir masalın içinde tutmaya çabaladığımız Cırt Bıyık, ete kemiğe bürünerek o gün karşıma çıkmış, güvenli sandığım o çocuk dünyamı alt üst etmişti.

Sayfa : 17