...
Başlık : ANKARA DEYİNCE AKLA İLK GELEN
Yazar : Elçin Toker

Ablam ve ağabeyim var benim. Üç kardeşiz. Çocuklarını büyütürken, Dünya adlı evimizde tüm insanlar birlikte yaşıyoruz, parmak izlerimiz gibi dilimiz, dinimiz, rengimiz, yaşantılarımız farklı olsa da hepimiz biriciğiz diyen anne babanın evlatlarıyız. Ablam, kan bağımız olduğu için demiyorum, insanlar tarafından çok sevilir, sayılır. Onda da insan sevgisi yüksektir. Herkese saygılı ve sabırlıdır. O, bir Tarih öğretmenidir. Kim bilir kaç çocuk onun öğrencisi olmuştur. Hani işi ile evli denilen tipler vardır ya o da onlardan biridir. Mesleğini kalbinde taşır. Ağabeyim, kafası iyi çalışanlardandır. Hayatı ciddiye alır. Sessiz, sakin yaşar. Oynamasa da futbolu sever. Günceli sıkı takip eder. Sır tutmayı, dert dinlemeyi iyi yapar. Ama kimseye şöyle yap, böyle yapma diye gereksiz akıl vermez. Çizimlerini yaparken annemden gördüğüm gibi meyvesini soyup vermişliğim çoktur. Duvarı turuncu boyalı odanın sahibi ağabeyim bir mimardır. Annem, babam Ankara’nın yerlisidir. İlk evimiz Ankara’nın eski semtlerinden biri olan İsmetpaşa Mahallesi’ndeymiş. Dar sokakların, iki katlı evlerin, bol komşuluğun olduğu bir yermiş. Bizim evimiz mini minnacık bahçeli, üst katında kiracının, alt katında bizim oturduğumuz beyaz badanalı bir evmiş. ‘Miş’ diyorum, çünkü o zamanlar ben henüz doğmamışım. Aralarında bir yaş fark olan ablam ve ağabeyim ortaokul öğrencisi. Babam bir avukatın yanında çalışıyor. Hem meslek öğreniyor hem para kazanıyormuş. Annem, babaannem ev hanımıymış, eve ve bireylere ait sorumluluklar onlardaymış. Eskiden evler küçük ama yemek, temizlik, çamaşır, alış veriş kolayca yapılacak türden değilmiş. Dört gözlü ocağın, çamaşır makinesinin, buzdolabının, robot süpürgesinin hayali bile hayalmiş. Çamaşırlar soba üstünde kaynayan kazanlarda kaynatılarak aklanıp elde yıkanırmış. Halı temizliği çalı süpürgesiyle toz kalkmasın diye ıslatılarak yapılırmış. Yemekler gaz ocağında teker teker pişirilirmiş. Alışveriş mi? Kuru bakliyat çuvallarla, peynir tenekelerle alınır evin en soğuk yerine konulurmuş, reçeller, ekmekler evde yapılırmış. Evinde ekmek pişirme yeri olmayanlar İnternetin “İ” si ile henüz karşılaşmadığından elde file ile mahalledeki fırının yolunu tutarmış.

O günlere dair canım anacığımın anlattığı bir hikayesi vardı. Keşke torunları da ondan dinleseydi dediğim bu yaşanmış olayı ben ondan çok kez dinledim. Her anlatışında gözündeki ışık ve yaş hiç dinmedi. Bulunduğu yer nurla dolsun.

10 Kasım 1953, günlerden Salı. Gökyüzü masmavi, güneş ışıl ışıldı. Kasım ayında olduğumuza inanmak zordu. Babanı işe, ablanla ağabeyini okula gönderdim. Babaannen camın önündeki yerine geçince kahvesini yapıp eline verdim. O zamanlar, bizden büyüklerin yanında oturup kahvemizi yudumlamazdık, ben de mutfakta içtim. Sonra ev işlerine giriştim. Bir ara babaannen radyoyu açmamı istedi. Açtım. Aklım bir an önce işleri bitirmede. Radyoyu duyduğum pek söylenemez. Öğle yemeği saati gelmiş. Birazdan dışarı gönderdiklerim aç gelecekti. Mayası gelen pişiyi kızarttım. Sıcak kalsın diye örtüsünü kapatıp sobanın arkasına yerleştirdim. Ihlamur için çaydanlığı su ile doldurup sobanın üstüne bıraktım. Mutfağa gittim. Etrafı toparlamaya başladım. İşleri hale yola koydum.  Saate baktım. Eve geliş saatleri çoktan geçmiş. Ama gelen yok. Annemi telaşlandırırım diye pencereden de bakamıyorum. Bu arada ıhlamuru suya bıraktım. Tazecik olsun demiştim. Ne yapayım, kaynasın dursun artık diye düşündüm. Oğlu ve çocukların geliş saati azıcık geçince nerede kaldılar diye sızlanan annemden ses yok. Radyoda dinlediklerine kendisini öyle kaptırmış ki. Benim de işime geldi. Ama içim pır pır. Artık bir pencereden, bir kapıdan sürekli bakmaya başladım. Sanki ben bakınca hemen geleceklermiş gibi. İşte akıl, heyecandan ne yaptığımı bilmiyorum. Sobanın üstündeki ıhlamur kaynayıp fokurdamaya hatta sular etrafa dökülünce hemen onu alıp beze sarıp sarmalayıp sobanın yanına yere bıraktım. Yine pencere ve kapı arasında mekik dokumaya devam ettim. İki gözüm, sevdiceğim nerede kaldınız diye sızlanıyorum. Ne yapsam acaba diye plan kurmaya başlamıştım ki, annemin “Vuslat kızım, seninkiler geldi” sesi ile kendime geldim. Meğer annemin de kulağı radyoda gözü yoldaymış. Kapının çalmasını beklemeden hemen açtım. Babanı, ablanı, ağabeyini suskun, üzgün hatta ağlamış görünce göğsümden aşağı ılık ılık bir şeyin aktığını hissettim. Ya da bana öyle geldi. Bir yanım onları sağ ve sağlıklı bulduğu için şükürler ediyor. Bir yanım da neden böyle olduklarını merak ediyordu. Artık dayanamamış onları soru yağmuruna tutmaya başlamıştım. Arka arkaya cevaplarını almadan soruyordum. Ah yavrularım… Onlar da coşkuyla yaşadıklarını bana anlatıyorlarmış. Heyecandan onları duyan kim? Korkuyla bekleyenin sorularıyla hüzün ve gururla anlatanların sesleri birbirine karışmış. Oturduğu yerden bizleri dinleyen aile büyüğümüz, elleri öpülesi kadın “Çocuklar ne mutlu size! Evlatlarınıza, torunlarınıza anlatacağınız çok kıymetli bir anınız olmuş. Mekânı cennet olsun Ata’mızın” dediğini duyunca bir anda durdum. Dediklerini anlamaya çalışırken odaya radyodan yayılan ses doldu.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ölümünden on beş yıl sonra halkın gözyaşları arasında ebedi istirahatgahına, Rasattepe’deki Anıtkabir’e nakledildi.

 Ah ben! Ah ben! Geç de olsa nihayet anlamıştım.

Ata’mıza vazifelerini yapmada çocuklarımıza yol gösterici olan babana hep teşekkür ettim. Ablan ve ağabeyinle her zaman gurur duydum.

Bir Ankaralı olarak Ankara’da yaşamaktan çok mutluyum. Başöğretmen Atatürk, anacığım, babacığım, ruhlarınız şad olsun.

Sayfa : 1