...
Başlık : CELİLE (1880 Selanik – 1956 Ankara)
Yazar : Serdar Koç

Babasının o sırada görevli olduğu Selanik’te doğmuştur. Babası daha sonra padişah yaveri olacaktı.

Sultan II. Abdülhamid’in yaveri, padişahın hemen yanı başında yaşayan Hasan Enver Paşa’nın kızı olunca çocukluğu saray bahçelerinde koşturarak geçer.

Aynı zamanda dil uzmanı olan Hasan Enver Paşa, 1848’de Rusya ve Avusturya’nın Polonya’ya saldırması üzerine Osmanlı’ya sığınan, dinini ve adını değiştiren, padişahın paşalıkla ödüllendirdiği, tarihte Mustafa Celaleddin Paşa olarak bilinen Kont Konstantin Borzecki’nin oğludur.

Annesi Leyla Hanım, 1839 yılında Hamburg’dan bir gemiyle kaçarak İstanbul’da gemiden denize atlayıp Kız Kulesi’ne doğru yüzerek, daha on iki yaşındayken Osmanlı’ya sığınan, Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa tarafından himaye edilerek büyütülüp okutulan, tarihte Mehmet Ali Paşa adıyla bilinen, Alman kökenli Ludwig Karl Friedrich Detroit’in kızıdır.

Celile, Fransız mürebbiyeler tarafından batılı tarzda büyütülmüş, özel hocalardan dersler almış, özgürlükçü ve modern bir kişiliğe sahipti. İyi piyano çalardı ve birkaç dile hâkimdi.  

On beş yaşından itibaren, II. Abdülhamid’in saray ressamı Fausto Zonaro’ nun atölyesinde resim dersleri almış, eğitimine Berlin, Roma ve Paris’te devam etmiştir.

Fausto Zonaro’ya padişah, Akaretler Sıra Evleri'nde bir bina tahsis etmişti. Sanatçının yaşadığı ve içinde atölyesini kurduğu bu ev, bir sanat merkezi işlevi kazanmıştı. Sonraki yıllarda ünlü Türk ressamları arasında yer alacak Celal Esad, Hoca Ali Rıza, Şehzade Abdülmecid, Ayşe Celile ve Mihri Müşfik gibi isimler atölyesinde ondan ders aldılar.

Fausto ustanın atölyesinde resim dersleri alan diğer bir kadın ressamımız da, Celile’den dört yaş küçük olan ve daha sonra İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda resim öğretmenliği yapan bir başka paşa kızı Mihri Müşfik’tir.  Osmanlı’nın bu ilk kadın ressamlarının daha sonra Paris’te de yolları kesişecek, İstanbul’daki resim sergilerinde tabloları buluşacak, arkadaşlıkları sürüp gidecektir.

Celile, bir yandan paşa kızı, diğer yandan da her iki dededen de paşa torunu olmanın ayrıcalıklarıyla yetişmiş, çok iyi eğitim almış, özgür ruhlu bir kadındı.

Osmanlının en entelektüel, en okumuş, en ileri görüşlü paşalarından biri olan, şair Mehmet Nâzım Paşa’nın konağına 1900 yılında gelin gider. Hikmet Bey’le evlilik yapar. Kocası Selanik’te Hariciye’de memurluğa başlar. İlk çocuğu Nâzım Hikmet’i 1902’nin 15 Ocak günü Selanik’te doğurur. İki yıllık memuriyetten sonra İstanbul’a Mehmet Nâzım Paşa’nın konağına geri dönerler. Paşa, bilgili, donanımlı, derinlikli sohbetleri olan aydın bir kişiliktir. Celile kayınpederinin sohbetlerinden zevk almakta, ona çok saygı duymaktadır. Ona olan hayranlığından oğluna onun adını vermiştir. Mehmet Nâzım Hikmet. İleride dünya edebiyatının en seçkin şairlerinden birisi olacaktır. Nâzım Hikmet Ran.

Celile, konağa gelin geldiğinde, paşa ona konakta resim yapabileceği bir atölye tahsis etmişti.

 

Celile çok cesur bir kadındı. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii arkasına düşen, Kurşunlu Medrese Sokağı’ndaki Mehmet Nâzım Paşa’nın konağına gelin olduğu ilk aylarda bir gün, kayınpederinin kendisine resim yapmak üzere tahsis ettiği bölümde çalışırken pencereden, etrafta hafiye kılıklı bazılarının şüpheli hareketlerini görünce, evde kayın pederinin de eşinin de olmadığı bir saatte hemen durumu zihninde çözümlemiş ve hafiyeler daha evi basmadan, kayınpederinin odasındaki tehlikeli olabilecek birkaç dokümanı ve çalışma masasının üzerindeki Vatan Kasidesi’nin yazılı olduğu kâğıdı, bir de çekmecedeki tabancayı alıp odasına dönmüş, kıyafetini gece kıyafetiyle değiştirip yatağına girmiş, dokümanları yorganının, tabancayı yastığının altına koyup, gözü kapıda beklemeye koyulmuş. Tam da beklediği gibi evi basan hafiyeler her yeri didik didik aramış, en son sıra kendi odasını gelince, elinde tabancayla yataktan fırlayıp, ‘bir Müslüman kadının odasının bu şekilde basılmasının ahlaksızlık olduğunu’ haykırmış, tabancayla hafiyelerin kafalarının bir karış üstüne doğru ateş etmiş, ‘bir adım daha atarsanız hepinizi öldürürüm’ diye bağırmış ve hafiyelerin konaktan elleri boş dönmesini sağlamıştı. Aslında bu olay, yıllar yılı Paşa’nın değişik vilayetlerde valilik yapabilmesinin de yolunu açmıştı. Yoksa hayatı muhtemelen sürgünlerde, kim bilir nerede sönerdi.

 

Mehmet Nâzım Paşa, Halep Valisi olarak tayin edilince, Hikmet Bey ailesini de alarak babasının peşinden Halep’e göçer ve orada ticaret yapmaya başlar. Halep öncesi Diyarbakır Valisi iken de babasının peşinden oraya gitmek istemiş ama karısını ikna edememiştir. Gösterişli, muhteşem valilik sarayına, babasının yanına yerleşir. Paşa yine burada da gelinine resim atölyesi için sarayda oda tahsis eder. O çok verimli, gelin, kayınbaba sohbetleri kaldığı yerden devam eder.

Halep’te 1905’te ikinci oğlu İbrahim Ali dünyaya gelir, fakat fazla yaşamaz, henüz beş haftalıkken difteriden ölür. Celile bir yıl kendisine gelemez. İstanbul’dan Halep’e taşındıkları için çocuğunun kaybından kocasını sorumlu tutar. Boşanmanın eşiğinden dönerler. 1907 yılında kızı dünyaya gelir, Samiye ismi verilen bebek Halep’teki Osmanlı sarayına mutluluk getirir.

Üç yıllık bir ikametten sonra, bir çocukla gittikleri Halep’ten, İstanbul’a iki çocukla geri dönerler.

Celile için, İstanbul’un en güzel kadınlarından biri olduğu söylenir.

Daha sonra da Paşa, Konya Valiliği’ne tayin edilir. Altı yılda Mersin, Diyarbakır ve Halep’ten sonra Konya’ya atanmıştır. Sonrasında Trabzon ve Selanik valiliklerinde de bulunacaktır.

Trabzon Valisi iken, Celile çocuklarını da alıp kayınpederini ziyarete gider ve bir süre kalır orada.

 

Mehmet Nâzım Paşa’nın ağzından;

Sorumlu ne İttihat ve Terakki, ne de son yüz, yüzeli yılda Osmanlı’nın kötü yönetilmesi. Dert daha derinlerde. İslam’ın çözülememiş, çözülsün diye uğraşılırken daha da çıkmaza sokulmuş düşünsel yapısı, meselenin kaynağı tam da orası.

Bizim düşünsel arka planımız Hıristiyanlardan daha mı geri ya da sığ? Hayır, değil. Fazlası var eksiği yok. Ama bir yol kazasına uğramış. Gelişmeden, ilerlemeden, aydınlanmadan yana olan yönü bir daha filiz vermemek üzere budanmış, buna karşılık doğmalardan, taassuptan, gericilikten yana olan yönü bir dinozor gibi büyümüş. Dert bu.

 

Yaşı Mehmet Nâzım Paşa’dan hayli küçük olan Besim Ömer Paşa konağın müdavimlerindendir. Hikmet, Celile ve çocukların Besim amcasıdır. Tıp profesörüdür. Osmanlı’da ilk doğum kliniğini açmış, doğum üzerine ilk çağdaş kitabı yayımlamış, tıp yayıncılığının babasıdır. Lakabı ‘ebelerin ebesi’dir. Ebelik, hemşirelik ve hastabakıcılık mesleklerinin gelişimine büyük katkıları olmuştur.

Bütün bunlardan dolayı değil de, iki bin iki yüz yirmi dört biletli yolcu içinde Titanik gemisini kaçıran tek kişi olması hasebiyle tüm dünyada gazetelere konu olmuştur.

 

Bu arada Celile bir kez daha Hikmet’ten boşanmak ister, bu sefer ciddi ciddi boşanırlar, Mehmet Nâzım Paşa’nın araya girmesiyle birkaç gün içinde tekrar Üsküdar kadısının karşısına otururlar ve nikâhları yeniden kıyılır. Ama artık evliliklerinin tadı kaçmıştır. 

Abdülhamid sonrası, Mehmet Nâzım Paşa emekliye ayrılmış, bir süre sonra birikmiş parası da bitince Üsküdar’daki konak satılmış, Nişantaşı’nda bahçe içinde iki katlı kiralık bir eve geçilmişti.

1914 yılında Birinci Dünya savaşı başlar…

 

Paris’te resim eğitimi aldığı yıllarda aynı evde kaldığı gençlik arkadaşı Marcel ile mektuplaşmaları çok uzun yıllar boyunca devam eder.

Celile’nin Marcel’e yazdığı mektuplar bir nevi iç dökümü gibiydi. Ona yazarken adeta kendisiyle konuşuyor gibi oluyordu. Yeniyetme bir kız çocuğu olarak Paris’teyken uzunca bir süre arkadaşlık yaptığı Marcel’den hiçbir şeyini saklamazdı. Araya mesafeler girince bu davranış mektuplarla devam etmişti. Uzaklarda da olsa, sevgili Marcel’i kendisi için hep bir ayna işlevi görmüştü.

1916 Ağustos ayında İstanbul’da bir resim sergisi açılır. Celile, ‘Kahve İçen Kadın’ tablosuyla katılır.

Osmanlı’da ilk resim sergisi 1844 yılında açılmıştı. İlk sergiden 1916 yılına kadar İstanbul’da doksan dört sergi açılmış olup bunların yetmişi Pera’da gerçekleşmişti.

Sergi açılışından bir gün önce, aynı sergiye katılan ve Celile gibi Osmanlı’nın ilk kadın ressamlarından biri olan arkadaşı Mihri ile Pera Palas’ta çay içerken, bir aşk hındarsızıyla tanıştırılır ve aşk şövalyesi güzel kadının evlilik yorgunu kalbi, kısa sürecek olan, tini olmayan bir ten macerasına yelken açar.

Bu esnada kocasından da gerçekten boşanmıştır artık.

Celile’nin cesaretinin katresi yoktu onda, korkak bir oburdu. Kadın, onun için, ondan dolayı, onunla dile düşmüşken, ‘Adam’ korku içinde dertleniyor Kadri’sine, “Bu kadar dile düşmüş bir kadınla hayatımı birleştirmem yakışık alır mı? Ne der sonra herkes benim için?” diyebiliyor. Hay senin hayatına, hay senin herkesine, hay senin sıvışık her iki yüzüne… Sıvış da serencamını görsünler bre.

Hüsran sonrası bir süreliğine, yirmi yıldır mektuplaştığı Paris’teki gençlik arkadaşı Marcel’in yanında alır soluğu. Orada bir vakit resimle oyalanır. İstanbul’un işgali üzerine ülkesine geri döner.

Kalan ömrü, komünist ve şair oğlunu devletin gazabından koruma çabasıyla geçer.

  

Celile, kız kardeşi Münevver’i çok severdi. Dostu, arkadaşı, sırdaşı, can yoldaşıydı. Erkek kardeşleri, Mustafa, Mehmet Ali ve Ali Fuat’ı da, öteki kız kardeşi Sara’yı da çok severdi ama Münevver’in yeri bir başkaydı. Münevver de ömrünün sonuna kadar bir müşkülü, bir ihtiyacı olduğunda hep ablasının yanı başında olmuş, onu hiç yalnız bırakmamıştı.

Defalarca hapse girip çıkan şair oğlunun en son hapisliği çok uzun sürmüş, Nâzım, iktidar partisi el değiştirirken hazırlanan genel af yasası kapsamı dışında tutulmak istenmiş, Celile, yaşlı ve yıpranmış haliyle sokağa çıkmış, kız kardeşi Münevver ve yeğeni Oktay’la birlikte Galata Köprüsü’nde pankartlı eylem yapıp, imza kampanyası başlatmış, dönemin bilinen yazarları, edebiyatçıları, aydınları imza vermiş, tüm dünyada yankı bulmuş, ama bir tek o; ‘beni bu işlere karıştırmayın’ diyerek yan çizmiştir.

 

Büyük bir aşkla okunan şiirler, işte arkanda duracak adam dedirten güven verici sözler gitmiş, onların yerine göz göze gelmekten bile kaçınan, zavallı, sünepe bir adam gelmişti.

Okuma yazması olan, Paris, İstanbul görmüş bir köylü.

Nüfuzdan, şan, şöhret peşinde koşmaktan başka bir hedefi olmadığından, sadece ve sadece kendisi için yaşadığından adı gibi emindi.

Paris’te yaşamış ya da payitahtta soluk almış olmak yetmiyordu demek nezaketi öğrenmeye. Köylü nadanlığı görünürde silinse de, kentli nezaketini bünye bir kuşakta hazmedemiyordu.

O ince, derin şiirler, gönülden gelmiyormuş. Sadece kelimelerin ustalıkla yan yana dizilmesinden ibaretmiş meğer.” “Aşk gözlerini nasıl da kör etmişti zamanında!

 

15 Temmuz 1950 tarihinde yürürlüğe giren af yasası ile Nâzım özgürdü artık. Bir kere de on üç yıl beş ay hapis yatmıştı. Annesi öne atılmış, ölüm orucundaki oğlunu ölümün kıyısından çekip almıştı.

Bugün beni bir kez daha doğurdun anne.

-Bazı anneler, yavrularını birden fazla kez doğurur-

Son yıllarında görme yetisini kaybetti Celile. Son sergisini Ankara’da açtı. Sergiden hemen sonra kalp krizi geçirdi ve yetmiş altı yaşında yaşama veda etti.

 

Diğer Osmanlı ilk kuşak kadın ressamlar gibi daha çok yakın çevresinin portrelerini çalıştı. Bunlar içinde kendisinin, oğlu Nâzım Hikmet’in, yeğeni Oktay Rıfat’ın, torununun portreleri bilinen tablolardır. Bunun dışında ‘Hamamda Çıplak’ temalı tablolarından dolayı ‘Osmanlı’nın ilk kadın nü ressamı’ olarak da anılır. Günlük hayatın değişik görünümlerini tablolarına yansıttı. Ağırlıklı olarak pastel renkleri tercih etmiştir.

 

Sanma ki inci mercan satarlar

Aşk pazarında yalan satarlar

Bakırı altın diye tartarlar

Seni yok pahasına satarlar

(Serdar Koç)

 

(Ekim 2023, Ankara)

 

Kaynak: Osman Balcıgil tarafından yazılan Celile kitabı ve kısmen de internet ve bellek okumaları.

Dipnot: Hayatı, Ela Gözlü Pars Celile adıyla 2016 yılında Osman Balcıgil tarafından kitaplaştırılmış, Ali Yalçıner tarafından Celile adıyla 2020 yılında oyunlaştırılmıştır.

Sayfa : 7