...
Başlık : YARATICI YAZARLIK VE DENEYSEL DÜŞÜNME 
Yazar : Yusuf Yağdıran

Tanımların baskın ideoloji eliyle sığlaştırıldığı zamanlardayız. Hızın ve hırsın, rastladığı her şeyi dönüştürmesine tanıklık ediyoruz(ki ilerici bir dönüşüm değil söz konusu olan). İçi boşaltılmış kavramlarla örülüyor yenidünya düzeni. Bu eprimeye direnebilme adına, her geçen gün artan bir hevesle, yazıya sığınıyoruz. Peki, yazı/yazar neresinde bu çürümenin? Bu can alıcı soruyla başlıyor Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme(YYDD). Aydın Şimşek, atölye deneyimleriyle bezediği/harmanladığı sanat tavrını, yazınsal ve kolektif bir manifestoya dönüştürüyor.

Yazın atölyelerinin yazma sanatıyla ilintilenen adaylara, edebiyat tarihiyle ilgili genel bir donanım sağladığı su götürmez. Peki, tarihsel donanım/bilinç ne denli belirleyici? Hiç kimsenin gidip de dönmediği bir ormana davet edilmekse yazmak, bilincin afalladığı yerde yolu açacak olan ne? İşte YYDD’nin temel izleğini belirleyen soru bu. Yapıt, bu sorunun yanıtı olacak şekilde tasarlanmış. Modern dünyanın durmadan çoğalttığı araçsal akıl karşısında, yeteneğin de tek başına yeterli olmayacağını vurgulayan Aydın Şimşek, sezginin ve okuma/yazma disiplinlerinin önemine dikkat çekiyor yapıtıyla. Kurgu sürecinin bu çalışmalar olmadıkça olanaksızlaşacağını imliyor.

“Niçin Yazıyorlar” başlıklı birinci bölüm, yankısı yaşadığı zamanı aşan yazarların değerlendirmelerini içeriyor. Stendhal, G. Orwell, Marguerite Duras, İsaac Asimov, Bilge Karasu, Seamus Heaney, Giorgio Manganelli, Ferit Edgü ve Eugene Ionesco’nun yazma nedenleri/yazın tanımları aktarılıyor. Var oluş kaygısı, bencillik, estetik merak, tarihsel dürtü, siyasal amaç, kimlik edinme gereği gibi geniş bir nedensellikle karşılaşıyoruz. Bütüncül olmayan ve başka gerekçelerle sıklıkla yer değiştiren bu tanımlamalar, bizi, yazısının içinde ötekileşen yazara götürüyor. Yazardan açıklama beklemenin dolaylı bir şiddet olduğu saptamasını yapan A. Şimşek, yaşamın, onu söze dökmek isteyen kişinin algısından daha fazlası olduğunu anımsatıyor. “Yazarını yok eden yazılar” tamlamasıyla kodladığı tehlikeyi, açıklama hastalığıyla ilişkilendiriyor. Yazarın, bir yaratıcı olarak, bir dizi vazgeçişin içinden yazdığına işaret ediyor ve tek bir nedene bağlı olmayan bu yalnızlığın, yüksek oranda olasılık taşıdığını vurguluyor. Bir yazarın neyi niçin yazdığına odaklanan her tavrın, yazıyı da yazarı da yok edeceği gerçeğiyle okuru yüzleştiriyor.

Geleneği bilmenin özgünleşebilmenin ilk adımı olduğunu imleyen yazar; sezgi, duyarlık, gözlem, bilgi, susma, geri çekilme, kendini saklama, doğayı dinleme ve yalınlaşma gibi birçok öğeyi, yazının mihengi olarak belirginleştiriyor.  Sıradanlığa, tekrara, karmaşıklığa, dolaylamaya, gereğinden fazla açıklamaya düşmeden bir üst dil kurma gereğini başat kılıyor. Yazının, yazan kişinin fazlalıklarını, ağırlıklarını, kalabalıklarını kaldıramayacağını belirten A. Şimşek, kullandığı dile karşı yeterince bilgili ve sorumlu olmayan, incelikli ve deneysel davranmayan bir yazarın, edebi olana ulaşamayacağını savlıyor. Kurgusal evrenin, dış dünyanın parçalanmış gerçeklerinden örüldüğünü ifade ederken, yazan kişinin dünyaya-dili amaç edinerek- dilin içerisinden bakması zorunluluğunu yineliyor. Tezini “Aslolan metne yönelmek, metni derinleştirmek ve metin içinde derinleşebilmektir.” tümcesiyle özetliyor. “Yazı biraz da susmanın estetiği ve eylemi değil midir?” sorusuyla berkitilen bu tez, bizi, yazıdan başka çıkarı olmayan bir azınlığın üyesi olmaya götürüyor. Uyarınca değerlendirirsek, tüm algı alanlarını örten, sesten ve sözden örülü bu şiddet sarmalında-bu dünyada- yazının susmayı önermesi kaçınılmaz değil mi?

“Yazar yaratıcı bir karışıklığın içerisindedir. Çünkü gerçeklik kavramı içeriğinde, çoğu zaman, başka bir gerçekliği taşır.” önermesiyle “Metnin Hazırlanışı” başlıklı bölüme geçiş yapan YYDD, kör bir noktadan sona uzanan bütüncül bir yapıyı çözümleme yoluna gidiyor. İlk tümcelerin nasıl oluştuğunu bilimsel olarak açıklama şansımızın olmayışını “kör nokta” tanımlamasıyla kodluyor. Bu kör noktanın ilkel halimizi karşılıyor olma ihtimalini, karanlık bir kuyu, ışık geçirmez bir derinlik benzetmesiyle somutlaştırıyor.

İlk tümcenin buyurgan albenisine boyun eğmenin; anlaşılır olana hapsolma, var olanı tekrarlama ve anlam sığlığı gibi onlarca kusura el vereceğine dikkat çeken YYDD, yazarın ideal okurun kendisi olduğunu belirterek, okura karşı yazarı uyarıyor. Okurun metin karşısında hızın tüm olanaklarını kullanışını, kolaycılığını, ucuzculuğunu, tüketiciliğini ve benzeri tüm reflekslerini düşündüğümüzde söz konusu önermenin doğruluğunu anlıyoruz. Bu bağlamda, yazının/yazarın konumunu saptayabilmek için, yapıtın imlediği noktaları esas almamız, nirengi yoluyla bir harita çıkarmamız gerekiyor.

Kuşkunun yazarın korunağı olduğuna işaret eden yapıt, yol haritasını, metnin “zaman kimliği”ni başat kılarak çiziyor. Yazarın durumunu, Hasan Ali Toptaş’ın “Yazar metne başlarken yalnızdır, metin bittiğinde daha da yalnızdır.” sözüyle dramatikleştiren YYDD, okurun ölü bir şey olduğunu, okurun yararına bir metnin ancak okur yok sayılarak kurulabileceğini ileri sürüyor. Marie Von Ebner’in “Sadece anlaşılır olanı anlayan, çok az şey anlıyor demektir.” sözüne dayanan bu savunusunu, J. P. Sartre’nin şu sözüyle tamamlıyor: “Hakiki yazar, ölünceye dek kazanmak için kaybetmeye kararlıdır.” ve okura/zamana direnebilmek adına, yapıta karşı geçici bir süre yabancılaşmayı salık veriyor.

“Asıl keşif yeni toprakları bulmak değil, yeni bir gözle bakmaktır.”(Marcel Proust) göndermesiyle başlayan, politik ve estetik yararlılığa değgin bölüm, ideolojisiyle çelişmeyen bireyin/yazarın, zaman içerisinde tutuculaşacağını/gericileşeceğini öne sürüyor. Bireylerin/yazarların politize edilmiş bir dünyaya doğdukları gerçeğini kavradığımızda, yapıtın bu sorunsala yönelik önermelerini de içselleştiriyoruz. Öyle ki bir özne olarak yazardan politik bir tepki beklenebileceği; ancak bir metnin böyle bir zorunluluğunun olmadığı önermesiyle, kendisi için amaç haline gelmiş yazıyla yüzleşiyoruz. Varlığını toplumsallaşmaya borçlu olan politik dilin mülkiyetin/ait olmanın dili olduğunu sezip kaynağı insan ve doğa olan yaratıcı üst dili/sanat dilini ayrımsıyoruz. Her şeyin anlama eğilimli oluşu sanat ürününü ideolojik kılsa da bu; hiçbir kurumdan, yapıdan, alışkanlıktan ödünç alınamayacak bir özgünlüğe içkindir. Sanat bilgisi olarak okunması gereken estetik, mülke karşıt özgül bir ideolojidir.

Aydın Şimşek, kuram üzerine kaleme aldığı diğer yapıtlarında olduğu gibi bu yapıtında da çağa şekil veren baskın ideolojiyi mercek altına alıyor: HIZ. Hemen hepimizin yakındığı bu olguyu, ekonomik-politik ve kültürel bir örgütlenme olarak tanımlıyor. Özgünlüğü bozan, derinleşmeye engel olan, tüketimi körükleyen, kaba gerçeği ve mistik olanı değerli kılan bir güç tasarımını açığa vuruyor. Gerçekten de belleğimiz neye odaklanacağını şaşırmış durumda. Bir görüntü ve ses patlamasının tam ortasındayız. Sesten ve görüntüden ibaret bu vandal tasarım, bize, unutmayı, kendimizi yormamayı, umursamamayı aşılıyor. Dünsüzlük ve yarınsızlık rahatlatan bir seçime dönüşmüş. Yazar bu noktada, “Olaylar karşısında eylemli olmayan her özne, içerisinde yer almadığı, tarafı olmadığı düşünceyle biçimlendirilir” tümcesiyle, hıza karşıt bir ideoloji üretme zorunluluğunu imliyor. Hayatı yavaşlatmanın yazının en temel işlevlerinden biri olduğunu savlıyor. Tarih bilicine ve tarihselciliğe sahip çıkma gereğini de bu bağlamda önceliyor. Düşünce evriminin, kültürel ekinimizin ancak bu yolla yaşatılabileceğini dile getiriyor. Toplumsal travmaları örtmek için kullanılan hıza ait her öğenin(nostaljik vurgular, hırs ve heves örgütleyicisi nesneler vb.) yazarın bakmasını/görmesini de örtebileceği uyarısında bulunan A. Şimşek, bu sekter/konformist yapıya karşıt bir ideolojininse(edebiyat bağlamında) ancak yazı disiplinleri eliyle kurulabileceğini vurguluyor. Yazı disiplinlerini, yazarı alışkanlıklardan, sıradanlıktan ve benzeri tüm tuzaklardan koruyan bir zırh olarak betimliyor.

Yazı Disiplinleri, YYDD’nin temel yazım amacını içeren asıl bölümü. Yazarlığın kendi iç dinamikleri olmaksızın yapılanamayacağı öncülüne dayanıyor. Yazarı zamanla koşutlayan bu dinamikler, “yazan kişi”den “yazar”a varan yola ışık tutuyor. Aydın Şimşek, söz konusu unsurların saptanıp irdelenmesi aşamasına geçerken, J. P. Sartre’nin biçeme vurgu yapan şu sözünü mihenk kabul ediyor: “Bazı şeyleri söylemeyi seçmek için değil, seçilenleri belli bir biçimde söylemek için yazar olunur.”

Yazı disiplinleri konusuna, edebi metnin eksilterek söyleme üzerine kurulduğunu belirterek giriş yapan YYDD, “Kusarak değil yutarak yazılır.” vurgusuyla, bizi, boşluklar bırakarak yazmaya çağırıyor. Her şeyimizi ele geçirme çabasındaki iktidarlara karşı, kuşkuyu diri tutma gereğine dikkat çekiyor. Yanısıra, tekrarlardan arınarak ve şifreleyerek yazma, zaman atlamaları yapma, slogandan ve yüceltmeden kaçınma, nostaljiden uzak durma gibi temel disiplinleri başat kılıyor. Bu disiplinler olmaksızın kurgulanmış bir metnin gelecek projesi üretmekten alıkoyacağını imliyor. Günümüz yazınının çakaralmaz metinlerini düşündüğümüzde, yazınımızı çevreleyen gerçekliğin bir travma olarak da görülebileceğini ayrımsıyoruz. Tüm parıltısına ve görkemine rağmen, var olan, “cansız bir imaj”dan öte değil. YYDD’nin yalın bir dille sonuca bağladığı gibi, kazıdığınız her parlaklığın altından bir kirlilik çıkıyor.

Yazarın yazıyı önceleyerek, toplumsal hayatla ve onun kurallarının hemen tümüyle çatışıklı bir hayatı göze almasını öneren Aydın Şimşek, yazı disiplinleri eliyle oluşturulacak eylemliliğin “kurgu süreci”ni var edeceğini imliyor. Deneysel düşünmenin geleceği göze almak ve bugünün yerleşikliğine savaş açmak olduğunu söylüyor. Dış dünyayla yazar arasındaki çelişkiyi ortaya koyarken, toplumsal gerçeklikle yazı gerçekliği arasına da önemli bir mesafe koyuyor. Dış dünyanın bakıp gördüğü üzerinden kesin sonuçlara yöneldiğini, oysa yazarın gördüğü tarafından görüldüğünü algılayarak bir “üst dil” yarattığını anımsatıyor. Kesinlemelerden kaçınmayı ve olasılıkları görmeyi öneren bu üst dilin deneysel düşünmenin tohumu olduğuna değiniyor. Ortalama bir anlam için kodlanmış ve yaşamın ortasına savrulmuş/yerleştirilmiş imajların, bu nedenle, kurguya yetmeyeceğini belirtiyor. Hemen her şeyin göründüğünden daha fazlası olduğunu yinelerken, aslolan yazıyı gündelik algılayışın egemenliğinden kurtarmaktır, diyor. “Yazarın tanıklık dili, akıl ve anlam dünyamıza yerleşmiş gerçekliği sarsacak olandır.” önermesiyle, anlatılanın nasıl yapılmış olduğunu öne çıkarıyor ve yapıt(YYDD), bu yolla, özgül/özgün ideolojisini netleştiriyor: “Ne anlatırsak anlatalım, biçemimiz her şeyden daha değerlidir.”

“Yaratıcı Yazma Üzerine Edebiyat Dersleri” başlıklı bölümle, yazın ustalarının konuya ilişkin düşüncelerini aktaran YYDD, atölye çalışmalarına esin olacak çarpıcı öykü örnekleriyle son buluyor. Kitabı kapattığınızdaysa şu uğultulu tümce bilincinizde yürümeye devam ediyor:

“ Metin insanda başlayıp insanda sürer.”

KAYNAK:

Aydın Şimşek, Yaratıcı Yazarlık ve Deneysel Düşünme, Kanguru Yayınları, 3. Basım: Ekim 2009

Sayfa : 7