...
Başlık : Sisler, martılar, vapurlar
Yazar : Ayşe Göktay

 

Kadıköy İskelesindeydiler. Berrin Umut’un elini tutmuş, sisler arasından yavaş yavaş beliren vapur siluetine bakıyordu. Hava, kış mevsimine göre çok da soğuk sayılmazdı ama geceden çöken sis şehrin üzerine abanmış, bütün gün kalkmamıştı. Oysa Berrin, sabah sislerine alışıktı, hani öğlene doğru güneşin pırıl pırıl yüzünü göstereceğini müjdeleyen sabah sislerine. Doğduğu yerlerde havanın hiç şakası olmazdı; sertliğine sertti, yaz geceleri bile avurtlarını şişirip bir üfledi mi ayazını, sarınacak hırka, örtecek battaniye aranırdınız ama, sisi de haddini bilir, sabah ortalığı kaplayıp her şeyin üstünü örtse bile geç saatlerde işini bitirip tasını tarağını toplar, giderdi.

İstanbul’un sisi başkaydı, evlerin, vapurların, arabaların, ağaçların, kedilerin üzerine yapışır, ağzından girip burnundan girip göğüs kafesini doldurur, nefeslerini daraltır, ruhlarını sıkardı. Belki de Berrin’e böyle gelmeye başlamıştı. Evle hastane arasındaki upuzun yolculuklar, vapurlar, balık istifi otobüsler, tramvaylar… Tükendiğini hissediyordu, hastane değil, İstanbul’un yolları tüketmişti onu. Eski bir Türk filminin Haydarpaşa Garı’nda geçen bir repliğini hatırladı: Yenicem seni İstanbul! Böyle gelenlerin kaçı başarmıştı İstanbul’da tutunmayı acaba? Oysa o gelirken sadece duygularının sesini dinlemişti. Böyle olacağı kimin aklına gelirdi ki?

Umut gece çok öksürdüğünden o gün evden çıkarmak istemiyordu ama bütün gün yalvarmıştı annesine, akşam üstü yine iskeleye gitmek için. Hiç sevmediği atkıyla şapkaya bile itiraz etmemişti.

“Niye bu oyunu sürdürüyorsun? Neden çocuğu boşuna umutlandırıyorsun, her gün her gün…”

“Sus duyacak!” dedi Berrin annesine, “Bilmiyorum, ağzımdan çıktı bir kez, dönemiyorum!”

Vapur sislerin içinden burnunu çıkarıyor, Umut küçük eliyle annesininkini sıkı sıkı tutuyor, iskelenin beton ayağına çarpan dalganın zerrecikleri yüzlerini üşütüyordu. Vapurun burnunda, karaya çıkacak ilk kişi olma aceleciliğiyle dimdik bekleyen bir kaç siluet görülüyordu.

“Anne, babamı gördüm!” Berrin farkında olmadan çocuğun elini sıktı. “Ah, acıtıyorsun!” Berrin hemen üşümüş eli dudaklarına götürüp bir öpücük kondurdu, “Özür dilerim bebeğim!” Hemen konuyu değiştirdi: “Şimdi hava açık olsa vapurun etrafı martı dolu olurdu…” “Simit yemek için, değil mi?” Dedi Umut, bilmiş bilmiş. “Evet hayatım.” “Anne, yavru martılar da babasını bekler mi akşam olunca?” diye sordu. Annesi başını Umut’a çevirdi ama onun gözleri, yanaşan vapurdaydı. Neden sonra, “Bilmem?” dedi sadece. Zaten içine işleyen rutubetli soğukta ağzını açmaya bile üşeniyordu. Umut da ağzını açmakla bitmek bilmez bir öksürüğe tutulmuş, yeni bir soru soracak hali kalmamıştı. “Bak, konuşmak yaramıyor işte, ağzını açmazsan öksürmezsin, tamam mı?”

Vapur iskeleye yanaşmış, aceleci ilk yolcular iskeleye atlamaya başlamıştı. Önce elleri cebinde bir genç, orta yaşlı yorgun bir adam, gitarı omzunda bir genç daha, derken insanlar oluk oluk akmaya başladı. Umut başını ondan ona çeviriyor, öne bir adım atıyor, annesinin elinden kurtulmaya çalışıyor, sonra bir öksürük nöbetiyle iki büklüm oluyordu. Akan kalabalıktan uzun boylu bir adam sıyrılıp anne-oğula yaklaştı: “Berrin? Merhaba!” Otuzlu yaşların başında, kafasına bere geçirmiş, sakallı bir tip. Berrin, uzatılan eli sıkmadan öylece durup kaldı. Kafası saman yığını gibi hafif, karışık ve boştu. “Mazhar ben, Mehmet’in arkadaşı…” Berrin, adam beresini çıkarınca tanıdı, düğünde tanıştığı, sonra da evlerine gelen kızlı erkekli arkadaşlardan biri, Mazhar… Nasıl hatırlamazdı, grubun en konuşkanı, en sıcakkanlısı! Elini sıktı, kalbi sıkışarak. O gün mutfakta çay koyarken yanına gelmişti. “Mehmet’i kıskandım şimdi, hep şanslıydı kerata kızlardan yana, …” Berrin sadece gülümsedi ama bu cüretkar konuşma pek de hoşuna gitmemiş, münasebetsiz diye düşünmüştü. Çay bardağını alıp çıkarken yanağından öpmüş, “Umarım mutlu olursunuz ” deyip Berrin’e konuşma ya da soru sorma fırsatı vermeden aceleyle dönüp gitmişti.

Mazhar Umut’a döndü: “Ne haber delikanlı? Adın ne senin?” Umut Mazhar’ın yüzüne dik dik bakarak “Umut” dedi. “Umut, ben de Mazhar, babanın arkadaşıyım, yani arkadaşıydım… Ama sen… aynı babana benziyorsun yahu!” Birden ciddileşti, Berrin’e dönüp “Ne diyeceğimi bilemiyorum, çok üzüldüm, burada değildim…” Berrin telaşla kesti: “Biz de Mehmet’i bekliyorduk, vapura yetişecekti! Sen yurt dışındaydın, değil mi? Yeni mi döndün?” Umut söze karıştı: “Evet, babam hep kaçırıyor vapurları, işi hiç bitmiyor!”

“Şuradan çıkalım mı, çok kalabalık” Yürümeye başladılar. “Hava ne kadar kasvetli, değil mi? Kışın en çok kuşlara acırım. Kuşları sever misiniz? Hayat kısa kuşlar uçuyor demiş şair, gerçekten düşününce bir kuşun, kelebeğin hayatı ne kısadır değil mi, evrenin milyonlarca yıllık geçmişini düşünürseniz insan hayatı da kısacık işte. Aslında, zamanı düz bir çizgi değil de böyle spiral şeklinde dönen bir şey gibi düşünmek lazım, yani mevsimlerin arka arkaya gelişi gibi, hani kışın her şey ölür sanırız ya, ama aslında kış baharı içinde taşır, komik değil mi? Kış inatlaşıp gitmeyeceğim dese bahar nasıl gelecekti? Kışı unutacaksın ki baharı sevinçle karşıla.” Mazhar, makineli tüfek gibi heyecanla konuşuyordu. Deniz kenarındaki çay bahçesine gelmişlerdi. “İşiniz yoksa size bir çay ısmarlayayım” “Ben sıcak çikolata içerim” dedi Umut. “Tamam, anlaştık! Berrin sen?” “Kahve.”

Siparişlerini beklerken Mazhar hala konuşmaya devam ediyordu. “Düşünsenize, yeşili, böceği, çiçeği karlar altındaki toprağı eşip çıkacak, mucize değil de nedir bu? Neşelenip serpilecek yeni bir mevsime?” Umut sandalyesinde kıpırdıyor, masanın üstünde duran kesme şekerleri araba yapıp sürüyor, birbiriyle çarpıştırıyordu. Sıcak çikolatası geldiğinde de fincana şeker atmayı oyuna dönüştürdü. Berrin, “Oynama oğlum, bak döktün işte” deyip Mazhar’a döndü: “Bana bahar hiç gelmeyecekmiş gibi geliyor, şu havaya bakınca…” Mazhar neşeyle atladı: “Ankaralı martıları duymuş muydunuz?” Umut başını kaldırıp hiçbir şey demeden baktı. “Bir yerde okumuştum, Ankara’ya balık taşıyan kamyonların içinde gitmişler, sonra da oralı olmuşlar, şimdi Gölbaşı’na gitseniz, uçuşan bir sürü martı görüyorsunuz, komik değil mi? Hatta şehrin üstünde!” Mazhar gülerek anlatıyor, bir yandan da gözlerini bir anneye bir oğula dikerek yüzlerinde bir tebessüm, bir ilgi bakışı arıyordu.

Umut, çay bahçesinin naylon perdesinden, sanki tek gri rengi kalmış bir ressamın fırçasından çıkmış suluboya resim gibi görünen dışarıya baktı. “Anne, ilkbahar gelecek ama, değil mi?” “Tabii ki gelecek hayatım, sis kalkacak, güneş çıkacak, denizle gökyüzü yine mavi olacak.” “Martılar da vapurun çevresinde uçacak değil mi?” “Tabii, bir sürü martı olacak, simit atacağız onlara.”

“Umut, bak ne göstereceğim sana!” Mazhar sandalyeye astığı sırt çantasını aldı, içinden kağıt ve boya kalemi çıkardı. Umut’un gözleri parlamıştı. “En çok ne isterdin şu anda?” Onu çiz. Umut mavi kalemi alıp kağıdı boyamaya başladı. Kağıdın yarısı maviye dönmüştü. “Deniz mi?” “Evet” “Dışarı bak şimdi” Umut, perdenin ardından masmavi denizi gördü. “Anne bak!” Berrin, oğlunun kaç gündür ilk kez güldüğünü görüyordu. “Nasıl, hoşuna gitti mi?” Umut başını salladı, sarı kalemi alıp koca bir güneş yaptı. Dışarı baktı, her yer aydınlanmıştı, günışığı masmavi denizin üzerinde parıldıyordu. Umut bir vapurla çevresinde uçuşan bir sürü kuş çizdi, sonra dışarı baktı. “Çok süper bir şey!” Sıcak çikolatasını içerken gözünü dışarıdan ayırmıyordu. Berrin’in bile yüzü gülmüştü. “Bitti mi?” dedi Mazhar. “Başka eklemek istediğin bir şey?” Umut gözlerini kapadı, “Vapurun balkonuna babamı çizmek isterdim.” Sonra durup düşündü.

Hepsi düşünüyordu.

Sonunda Umut sesini kısarak “Ama babam gelmeyecek!” dedi. Berrin’in kahvesi boğazına kaçtı, öksürmeye başladı. Mazhar gözlerini Umut’a dikmişti. Berrin bir yudum su içti, “Neden böyle diyorsun?” “Çünkü babam öldü benim.” “Kim söyledi bunu?” “Mutfakta konuşurlarken duydum. Mazhar abi de dedi ya!” Mazhar sesini çıkarmadı, önüne bakıyordu. Berrin şaşırmıştı: “Niye bana söylemedin?” Günlerdir nasıl kasmıştı kendini bu yüzden… “Sen çok ağlıyordun onun için, hem o zaman beni vapurlara bakmak için her gün iskeleye getirmezdin.” Berrin ve Mazhar göz göze geldiler. “Hadi çikolatını bitir de kalkalım” dedi Berrin. “Çikolata değil, sıcak çikolata!” “Tamam sıcak çikolata, iç de sen…” Umut fincanla oynayıp duruyordu. “Anne…” “Efendim?” “Artık beni iskeleye getirmeyecek misin?” “Yooo, geliriz yine.” “Tamam o zaman. Mazhar abi de gelir belki.” “Mazhar abinin işi var oğlum, her zaman gelemez.” Mazhar, ara sıra iskelede buluşacaklarına söz verip garsondan hesabı istedi.

Sayfa : 1