...
Başlık : Toz Toprak İçindeki Anadol
Yazar : Gülçin Manka

Anlattığına göre, ikisi bizim 74 model Anadol’da gidiyorlarmış. Bahadır direksiyondaymış, babamsa arka koltuğun sağ tarafında tek başına oturuyormuş. Toz duman içindeki toprak yolda, Bahadır arabayı yavaş ve dikkatli kullanıyor olmasına rağmen yerden öyle bir toz kalkıyormuş ki sanki gerçek dışı, büyülü bir alemdelermiş. İşin garibi, sadece geçtikleri yerde değil, yolun ilerisinde de göz gözü görmüyormuş, sisten mi tozdan mı anlamadım, sadece arabanın önünü görebiliyordum, diyor anlatırken. Dedesinin niye yanın- da değil de arka sağda oturduğunu hiç düşünmemiş, neden hiç düşünmediğine şimdi hayret ediyormuş, o anda bunu çok doğal ve olması gereken bir şey olarak kabul etmiş; oysa arabada ikisinden başka kimse olmadığını düşününce bu çok da normal bir durum değilmiş.

Derken, az ileride, yol kenarındaki taş duvarın üstünde oturan anneannesini görmüş. Ortalıkta göz gözü görmezken, bayağı ileride oturan anneannesini uzaktan nasıl seçtiğine de hiç şaşırmamış, üç ay önce ölen anneannesinin duvar üstünde ne aradığına da; diyor ki, sanki bu bilinen bir şeymiş, onun orada oturmasın- dan doğal bir şey olamazmış. Anneannesinin üzerinde, son günlerinde gece gündüz hiç çıkarmadan giydiği siyah-beyaz çizgili penye ile, hep üşüyen bacaklarını ancak ısıtan içi muflonlu kalın eşofman altı değil de; yıllar önce, daha bacakları henüz çarpılmamış, dizleri şişip şekil değiştirmemişken giydiği lacivert diz üstü eteği ile pembe, yakası dantelli bir bluz varmış. Gözü, anneannesinin dizlerinin üstünde yan yana duran ellerine takılmış, son yıllardaki yamuk yumuk halinin aksine, kalem gibiymiş parmakları, eklem yerlerine iyice bakmış, hayır, ne şişlik ne yamukluk varmış, hatta alyansı bile parmağındaymış.

Arabanın içinden bu ayrıntıları nasıl gördüğüne de hiç hayret etmemiş, yalnız ayaklarını hatırlamıyor- muş, etek giydiğini söylüyor ama bacakları yamuk muydu, o nasırlı, eciş bücüş ayaklarında yine o kaba saba terlikler mi vardı bilmiyor, dikkat etmemiş. Belki de belinden aşağısı toz bulutunun içindeymiş. Ama yüzünü çok iyi hatırlıyor, Bahadır’ın hiç görmediği kadar genç ve güzelmiş, en çok da buna şaşmış, çünkü Bahadır doğduğunda annem altmışlarının başında olduğuna göre, onun genç halini belleğinde saklaması imkansızmış. Eski fotoğraflar, evet, o da düşünmüş bunu ama o fotoğraflara en son küçücük bir çocukken bakmışmış. Sanmıyor, sisler arasından gördüğü, görmekle kalmayıp incelediği o genç ve güzel kadının eski bir fotoğraf karesinden çıkıp geldiğini.

Ne kadar gitmişler bilmiyor, belki bir dakika, belki de bir saat, Anadol anneannesinin oturduğu du- vara yaklaşmış, yaklaşmış, tam önüne gelip durmuş. Durmasıyla dedesinin kapıyı açıp inmesi bir olmuş. Ne dedesi ne Bahadır konuşmuş, hiçbir şey demeden, vedalaşmadan öylece arabadan inip gitmiş dedesi. Anadol’un kapısı kapanır kapanmaz, Bahadır gaza basmış. Arabayı sürerken bir gözü de dikiz aynasında, arkaya bakıyormuş, dedesinin hemen oracığa, anneannesinin yanına oturduğunu görmüş. El falan sallan- mamış, hatta bakmamışlar bile arkasından, başka bir dünyadaydılar sanki diyor. Bahadır susup bana baktı. “Dün gece mi ?” dedim. “Evet” dedi. “Hmm! Demek az öncesinde…” dedim. Bodrum katındaki buz gibi odada, yan yana ve üst üste sıralanmış çekmecelerin önünde, üstümüzdeki ka- lın paltolara rağmen üşüyorduk. Çekmecelerden yarısına kadar açılmış olana elimi uzatıp babamın saçsız kafasının henüz ılık olan derisine parmak ucuyla dokundum. Bahadır da aynı şeyi yaptı. Ta Ankara’dan geli- yorum, son bir kez göreyim diye görevliye zorla açtırdım çekmeceyi ama işte, görmek dediğim, parmakların saçsız, ılık deriye teması, belki on saniye, hepsi o kadar. Tam başımız hizasındaki yarım açık çekmeceden babamın sadece başını, onu da tersten görebiliyorduk. Tam öğle saatiymiş, görevli, ağzındaki lokmayla getirdi bizi, yemekten kaldırdığımız için canı sıkılmış gibi, adı ne dedi, Şahin Göktay deyince isimlere bakıp çekmeceyi bulup açtıktan sonra bize “Sakın fazla çekmeyin, bozulur, siz bakadurun, hemen geliyorum dedikten sonra yan kapıdan girip kayboldu. Bahadır’la, adamın yarım kalan ve bize çekmeceyi açtıktan sonra gidip devam ettiği öğle yemeği üzerine, şimdi hatırlayamadığım bir espri yaptık ama gülmedik. Hastaneden çıkınca ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi, babamın çekmecesinin önünde daha ne kadar kalacağımızı, adamın ne zaman yemeğini bitirip döneceğini, yoksa onu beklemeden bizim mi çekmeceyi kapatıp oradan ayrılmamız gerektiğini düşünürken karşılıklı sessizce bakıştık.

Yeni bir cümle kurmaya ya da yine gülmeyeceğimiz bir espri yapmaya yeltenirken, adam, ağzı son lok- masıyla dolu dolu geldi: “Baktınız mı?” Daha cevap veremeden, “Yarın 12’de burada olun, cenaze yıkayıcı gelecek, şimdi doğru belediyeye gidin, şu kağıdı verip takımınızı alın. Sizin hiçbir şey yapmanıza lüzum yok, onlar takım olarak veriyor, ibrikten peştemala kadar her bir şey var içinde. Çok kolaylaştırdılar valla, pes. Hepsini hazır veriyorlar.” Aklımdan, “Şimdi, insanın ölesi geliyor diyecek!” diye geçiyordu. Suratlarımızı çok ifadesiz bulmuş olmalı ki, yineleme gereği duydu: “Anladınız, değil mi? Şu ölüm raporunu belediyeye veriyorsunuz, takımınızı alıyorsunuz, yıkayıcı da hazır, size sadece yarın on ikide burada olmak kalıyor. Hadi başınız sağolsun!”

Hastaneden çıkıp, otoparkındaki 74 model Anadol’a doğru yürüdük. Her tarafı toz toprak içindeydi.

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 14