...
Başlık : SAVRULMA
Yazar : M.Reşat Suyusal

 

Hafif ve serin rüzgârlar, önüne kattığı kokuları köyümüzün içinden geçirip, bizdeki kokuları da başka diyarlara taşıyordu.
Köpekler gecenin yorgunluğunu atmak için bir gölge, tavuklar yumurtlamak için uzamış otların arasında bir yuva arıyordu. Koyunlar siyah taşların altından fışkıran taze otları yemek için otlaklara doğru hızlıca yürüyordu. Çoban, uykulu gözlerle güneşin doğuşunu seyrediyordu.

Keklik sesleri, etrafı dağlarla çevrili köyümüzü adeta kuşatmıştı. Dişi ve erkekler güçlerini rakiplerine hissettirmek için, kesintisiz bir şekilde uzun uzun ötüyor, bizler o büyüleyici sesleri hayranlıkla dinliyorduk.
Çoban, babamın muhbiriydi. Kekliklerin nerede yatıp kalktıklarını, nerede yuva yapıp saklandıklarını noktası virgülüne kadar bilirdi.
Babam ona bir radyo ve saat almıştı. En ufak fırsatta yanına koşardım.
Papatya, yonca ve hüzün kokardı çoban. Bana masallar anlatırdı. Küçük ruhumda hüznü hissettiğinde masalı mutlu sona ulaştırırdı.
“Çocuk, hayatın kendisi hüzün ve bilinmezliktir” derdi. Karanlıkta sessizce ağladığına birkaç kez tanık olmuştum. Her seferinde de gözyaşlarını benden saklamaya çalışmıştı. Sesine hüzün hâkim olduğunda, yoğun bir öksürüğe tutulurdu. Arkası yarınlara, çocuk bahçelerine, radyo tiyatrolarına hayrandı. Yurttan sesler korosuna beni de katardı. Kalın sesli spikerleri taklit ederdi. Anlamadığımız bir dildeki sözleri, türküleri, oyunları onun sayesinde ezberlerdik. Gülerdik.

Annemin keçi kılından yaptığı heybesi vücudunun bir uzvu gibi dururdu. İçinde tandır ekmeği ve boş bir tas eksik olmazdı. Tütün tabakasının yanında şırınga kutusu da vardı. Teremecini  
bazen koyunların gözüne akıtır, bazen de acımadan kaba etlerine ucu kalın iğnesini batırırdı
.Bir yıllığına kavlini yapmıştı. Birkaç gün sonra ilk taksitini alacaktı.
İlkbaharın kısa geceleri bedenini yorgun bırakmaktaydı.

Keklik odasında yığınla ahşap kafesi vardı babamın. Kınalı gagaları, önünde duran al al buğdayları, yemyeşil otları büyük bir zarafetle alırdı. Onlar babamın dostları, sevgilileri ve hayatının en değerli varlıklarıydı. Onlarla harcadığı vaktin çok azını bizimle geçirirdi.
Yaşamımız kekliklerden ve misafirlerden ibaretti. Ve misafirlerimizin çoğu keklik avcılarıydı.
Keklikler her şeyi severdi. İnsanları, çocukları, dağları, yemyeşil ovaları ve görebildikleri her şeyi. Ve sevdikleri çok şeyden de korkarlardı. Belki de korktukları için severlerdi. Ama korkmadıkları ve sevmedikleri tek şey vardı: Kendi cinsleri.
Bir sefer götürmüştü babam beni kekliklerin cengine. Kafesten çıkarıp da bağlamıştı kınalı ayaklarını. Dışarıdan bakıldığında özgür sanılırdı.

Önündeki boşlukta ince ve sağlam iplerden tuzaklar hazırlardı, savaşçıların savaşacağı bir arena gibiydi ortam. Bizi göremeyecekleri bir alana çıkardı babam. Etrafımızı siyah taşlarla ördü ve taşların boşluğundan biraz sonra başlayacak cengi izlemeye koyulduk.Gümüş tabakasını çıkardı. Kalın bir sigara sardı. Paslı çakmağıyla tek seferde yaktı. Dumanı burnundan çıkarmadan önce delikten kekliklerine baktı. Dağlarda özgür keklik sesleri yankılandı, dumanı içine gömdü.

Babam başımı bir hamlede aşağı doğru eğdi. Yere halı gibi yapıştık. Keklikler tuzaktan habersiz saldırıya geçti. Kimisi tuzağa takılmadan hasmına ulaştı, kimisi de ince iplere dolanarak esaret hayatının ilk anlarını yaşamaya başladı.

Babam bir anda yerinden fırladı. Üst üste yığdığı taşlar büyük bir gürültüyle yıkıldı. Önce kendi kekliğiyle savaşanı yakaladı. Boş olan kafese alelacele koydu. Tuzakta debeleneni ağın içinden kurtararak diğer kafese koydu. Ama kendi kekliği durmak nedir bilmiyordu. Tuzağa düşürdüğü cinslerine kafesin içinde dahi saldırmaya devam ediyordu. Babam büyük bir keyifle bağdaş kurdu.

Gururla, hücum eden kekliğini izledi. Kafestekiler neye uğradıklarının farkına varmadan gelen darbelerden korunmaya çalıştı. Savaş kazanmış büyük bir komutan gibiydi babam. Sararmış dişleri kalın bıyıklarının altından seğirtti. Kafeslerini ve yeni esirlerini toparlayıp köye yöneldi.

Çobanın neşesi gitmiş, ruhu yorgun düşmüştü. Çok sevdiği yurttan sesler korosu, cenaze marşı gibi gelmişti.

“Ne oldu sana çoban, nerede neşen, kahkahaların, masalların? Bembeyaz kesilmişsin.”

“Ben bir çobanım çocuk, bedeni de ruhu gibi eskiyen. Süt ve ekmekten başka bir şey yemem, içmem. Bir yıllığına ömrümü kiraladım bu dağlara, kuşlara, koyunlara, babana. Daha önceleri de başkalarına. Ucu görünmeyen bir tutsaklık ne kadar da çekilmezdir bilir misin? Annem anlatırdı çocuk: Avcı ceylana bir ok atıp yaralamış. Ceylan safiyane dönüp sormuş: ‘Ben sana ne yaptım? Neden vurdun beni? ʼ Avcı, ‘Sen bilmez misin, ceylanın kaderi vurulmak, avcınınki de vurmaktırʼ demiş. Bunun üzerine ceylan haykırmış: ‘Bu yarayla ölmezdim ama bu haberle yaşayamam”

Yüzündeki hatlar harita gibi çizilmişti. Her bir çizgi soru işaretini andırıyordu. Solgun yüzü bin bir renge girdi. Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Çatlamış elleri başımı okşadı.

“Sen öyle yapma emi?”

Heybesinden tasını çıkardı, sürüye önderlik eden kızıl keçiyi ıslığıyla çağırdı. Avucunda sakla-dığı ekmeği yonca kokan ağzına verdi. Küçük kuyruğunu sallayarak arkasını döndü keçi. Memeden çıkan her damla farklı bir ses çıkardı. Alüminyum tasta süt birikti, tas taşmadan kızıl keçi sürüye doğru usulca koştu. Ekmeği çıkardı. Bir gözüm tasta, diğeri de yüzündeki tebessüme daldı. Sırayla sütü yudumladık. Her lokmanın üstüne taze sütü büyük bir zevkle bıraktık. Ne ekmek bitsin istedim ne süt ne de çobanın yüzündeki kırık tebessüm.

Akşam oldu, köyün ışıkları parladı. Gökyüzü yıldızlarla dolup taştı.

Çoban, “Hadi git çocuk, seni ararlar” dedi.

İnsan sesleri kulağıma rüzgârın yardımıyla ulaştı.

“Tamam, gidiyorum ama yarın bu tebessümü yüzünden söküp atma. Ve yarım kalan Mem-u-Zinʼin hikayesini anlat bana.”

Karanlığa döndü yüzünü, öksürüğe boğdu sesini. “Hadi git, çocuk, git.”

Semayı kuşatan yıldızların altından koşarak yokuşu indim. Babamın sesini yakınımdan duydum. “Nerede kaldın sen?” diye sert bir azar işittim. Kekliği kafese götürür gibi beni yatağa götürdü. Keklik odasının ışıkları yanıktı.

Kınalı gagaları kafesin dışına sarkıktı. Gözleri sürmelerin en güzeliyle çekikti. Kaç zamandır av-lanamamıştı. Gözde keklikleri, dağlarda özgürce gezinen keklikleri tuzağa düşüremedikleri için gözden düşmüşlerdi. Kafeslerin önünde, zindanın kapısında olta atan bir infaz celladı gibi duruyor ve ara ara bağırıyordu babam.

“Sizi pilavın üstüne koyacağım!”

“Hele o çoban yok mu, hele o çoban…” diyordu. “Son günlerde bir haller oldu ona, bir tek kekliğin yerini dahi söylemiyor. Her sorduğumda da ‘tükendiʼ cevabını alıyorum. Siz pilavın üstüne, çoban cehennemin dibine!” diyordu.

Babamın misafirleri geldi. Öten keklikler yan yana konuldu. Kara koyun sacda kızardı. Tandır ekmekleri sofraya getirildi. Çaylar, kahveler keçelere yayılan misafirlere dağıtıldı. Geç saatlere kadar keklikler konuşuldu…

Zamanla kınalı kekliklerin sesleri duyulamaz olmuştu. Tüfeklerle vurulanlar, kendi cinsi tarafın-dan tuzağa düşürülenler...

Bütün avlar ve avcılar aynı çatı altındaydı. İnce keklik sesleri kart kahkahalara karışmaktaydı. Yıl-dızlar sahneyi yavaş yavaş dolunaya bırakmaktaydı. Çobanın ıslığı avludan duyulmaya başladı. Endişe ile bezenen yüzüme gizli bir gülümseme yerleşti.

Bana anlattığı masalları anımsadım. Ne uyku benim gözüme girdi ne de ben uykunun peşinden gittim.

Herkes uyudu. Avlar ve avcılar rüyalara daldı. Annem bir tavşan ürkekliğiyle yorgana dolandı. Köyü sessizlik kapladı. Horozlar ve babamın mavzerinin sesi seherden önceki karanlığı parçaladı. Zar zor uykulara dalmış, benden habersiz çobanın radyosu başucumda, incecik bileğime iliştirdiği çok sevdiği saati vardı.

Dağlarda yeniden keklik sesleri yankılandı. İri yarı avcılar boş olan kafeslerin önünde gözlerini ovuşturarak dolandı. Şimdi avlar ve avcılar başka bir rüyadaydılar. Koyunlar mavzer sesinden ürkerek ağılı panik içinde boşalttı. Bütün köylü avlumuzda toplandı. Yurttan sesler korosu ilk parçasını oku-maya başladı. Çobanın heybesi avlunun kapısında, farklı kokuları bize ulaştıran kuzey rüzgârının esintisiyle sallanmaya başladı.

Ben, çobanın tebessümünü resmetmiştim yüzümde. Onu usulca rüzgârın önüne bıraktım...

 

Sayfa : 17