...
Başlık : Polisiye Romanın Yeni Bir Alt Dalı: Domestic Noir ve Elçin Poyrazlar’ın “Mantolu Kadın”ıGülçin Manka
Yazar : Gülçin Manka

“Adil de olmak lazım. Ben de suçlu değil miyim. Yenilen benim. Yenilmeyi seçen de. Başkaldırmayan, isyan etmeyen, hayır demeyen, sümsük sümsük kabul edip hayatını başkasının eline teslim eden, geri dönen, korkan benim. Çünkü…Çünkü hiçbir teslimiyet cezasız kalmaz.”
Daha önce “Gazetecinin Ölümü” ve “Kara Muska” adlı iki polisiye romanı yayımlanan Elçin Poyrazlar’ın üçüncü romanı “Domestic Noir” tarzında  kaleme alınmış. 
Polisiyenin, 21. yüzyılın doğurduğu bir alt türü olarak  konumlandırılan  ‘domestik şiddetin romanları’ ya da ‘domestic noir/chick noir’  türü; evliliğin  aslında psikolojik bir meydan okuma ve bir suç mahalli olduğunu anlatan, kadın karakterlerin hem kurban hem de kaderlerini ellerine alan kahraman olarak merkezde durduğu romanlar olarak ifade ediliyor. Bu romanların ortak özelliğini incelerken, kadına karşı şiddeti evrensel boyutlarıyla  karşı karşıya geliyoruz. Bir anlamda şiddetin, bütün dünya kadınlarını birbirine bağlayan kader olduğunu gösteriyor bu romanlar. (http://www.sabitfikir.com/dosyalar/hazir-yeni-bir-yilinbasindayken%E2%80%A6
Poyrazlar’ın bu türün bence güzel bir örneğini verdiği “Mantolu Kadın”; kadının evde, sokakta, kafede, dönercide, kısaca hem özel hem de kamusal alanda uğradığı şiddet, saldırı ve kanlı cinayetlerle  dolu ülkemiz gündemine cuk diye oturuyor. Durum öyle bir hale geliyor ki, bir süre önce mazbut, kibar, hassas bir damat olarak nikah masasına oturan erkekler, evlendikten sonra bir canavara dönüşebiliyor; kadın tevekkül gösterip boyun eğse de, isyan edip başkaldırsa da, ayrılıp kendi ayakları üzerinde durmaya kalksa da ilişkinin sonu ölüme kadar gidiyor.
Tevekkül gösterip boyun eğmeyi seçiyor Mantolu Kadın’ın kahramanı da, hatta romanda buna ilişkin özeleştirisini de yapıyor. Bu  yazının başındaki alıntıda okuduğumuz gibi. 
Mantolu Kadın, sadece ülkemizde kadının tehlike ve baskı altındaki bıçak sırtı durumunu anlatmakla kalmıyor, toplumsal yaralarımızı; kadına çocuk yaştan itibaren tahakkümde bulunmayı hak gören, bu hakkı ailesine, komşularına, mahallesine, akrabalarına veren muhafazakar, kapalı, ataerkil yapının farklı yaptırımlarını, dayatmalarını da sorguluyor. Örneğin; genç bir kızın üniversiteye kaydını yaptırmasına rağmen ailesi tarafından, karşısına çıkan iyi bir “kısmet”le evlenmeye zorlanması, “ikna” edilmesi ve böylece kaderinin kendinden en az on yaş büyük, hiç tanımadığı birinin insafına terk edilmesi. Üniversiteye de kocasının dayatmasıyla başlayamayan kızın hem ekonomik hem sosyal açıdan kocasına biat etmekten başka bir seçenek bulamaması. Kadının önce ailesinde, sonra da kocasının evinde hep, mülkiyeti erkeğin elinde olan bir mal gibi görülmesi.
Geleneksel toplum yapımızda hiç de yabancı gelmeyen, alışkın olduğumuz bu tür durumlar aslında bilinçli, özgür düşünceli, onurlu bir kadın için duyguları ve kişiliği hiçe sayan, gündelik yaşamın içinde bilinçli, özgür düşünceli, onurlu bir kadın için duyguları ve kişiliği hiçe sayan, gündelik yaşamın içinde 
kadını yavaş ve sessizce törpüleyerek belli etmeden tüketen bir akışa dönüşmenin ötesinde, bazen çok daha tehlikeli ve korkutucu sonuçlara varabiliyor.
Roman, kadın kahramanın ağzından böyle bir durumu dile getirirken, bu hikayeye paralel olarak Cinayet Masası Başkomiseri ve yardımcısının yaptığı sıradan bir cinayet soruşturmasını anlatıyor. Önce birbiriyle ilgisi yokmuş gibi görünen bu iki hikayenin yolu sonunda çakışıyor ve taşlar yerine oturuyor. Okurun kafasındaki soru işaretleri yavaşça aydınlanırken, bazı noktalar yine de son sayfaya kadar, hatta kitabın bitiminde bile gizemini koruyor.
İçerik açısından bir polisiye romanı aşan roman, bir taraftan polisiyenin heyecanlı, gizemli, bulmaca çözmeye odaklı zevkini yaşatırken, diğer taraftan “kutsal”  görülen, kapalı kapılar ardında yaşanan ve çok da müdahale edilmeyen aile hayatını çevreleyen duvarlardan içeri sızarak, içerdeki tekinsiz ve ürkütücü ilişkileri  gözlemleyip havasını solumamızı sağlıyor ve bizi de görgü tanığı yapıyor. 
Romanın biçimi de içeriğe uygun olarak,  birbirine  paralel giden ardışık bölümler halinde kurgulanmış. Biri ölmek üzere olan kadın kahramanın ağzından birinci tekil şahıs diliyle anlatılırken; diğer hikaye Başkomiser ve Yardımcısının soruşturmalarını daha uzak mesafeden, duygulardan arınmış, nesnel, kuru bir dille, üçüncü tekil şahıs olarak anlatıyor.
Yalın ve güzel bir dille yazılmış kitabı zevkle okuduktan sonra, yazardan  bu türün yeni örneklerini 
 sabırsızlıkla bekliyor insan. kadını yavaş ve sessizce törpüleyerek belli etmeden tüketen bir akışa dönüşmenin ötesinde, bazen çok daha tehlikeli ve korkutucu sonuçlara varabiliyor.
Roman, kadın kahramanın ağzından böyle bir durumu dile getirirken, bu hikayeye paralel olarak Cinayet Masası Başkomiseri ve yardımcısının yaptığı sıradan bir cinayet soruşturmasını anlatıyor. Önce birbiriyle ilgisi yokmuş gibi görünen bu iki hikayenin yolu sonunda çakışıyor ve taşlar yerine oturuyor. Okurun kafasındaki soru işaretleri yavaşça aydınlanırken, bazı noktalar yine de son sayfaya kadar, hatta kitabın bitiminde bile gizemini koruyor.
İçerik açısından bir polisiye romanı aşan roman, bir taraftan polisiyenin heyecanlı, gizemli, bulmaca çözmeye odaklı zevkini yaşatırken, diğer taraftan “kutsal”  görülen, kapalı kapılar ardında yaşanan ve çok da müdahale edilmeyen aile hayatını çevreleyen duvarlardan içeri sızarak, içerdeki tekinsiz ve ürkütücü ilişkileri  gözlemleyip havasını solumamızı sağlıyor ve bizi de görgü tanığı yapıyor. 
Romanın biçimi de içeriğe uygun olarak,  birbirine  paralel giden ardışık bölümler halinde kurgulanmış. Biri ölmek üzere olan kadın kahramanın ağzından birinci tekil şahıs diliyle anlatılırken; diğer hikaye Başkomiser ve Yardımcısının soruşturmalarını daha uzak mesafeden, duygulardan arınmış, nesnel, kuru bir dille, üçüncü tekil şahıs olarak anlatıyor.
Yalın ve güzel bir dille yazılmış kitabı zevkle okuduktan sonra, yazardan  bu türün yeni örneklerini 
 sabırsızlıkla bekliyor insan.

Sayfa : 6