...
Başlık : Misafir Mezarlığı
Yazar : Gülser Arat

Arabanın içinden çevreyi gözlüyordum. Sıcaktı, toz ve çöp kokusu,b urnumun direğini sızlatıyordu. Ayvalık dışında toplanan, çöp yığınlarının bulunduğu yere geldik. Arabayı toprak çıkıntıların üzerine park ettik. Çöplerin üzerinde martılar uçuşuyordu, denizin üzerindeymişcesine. Oysa, ben onları hep bir denizle hayal etmiştim, filmlerde öyle görmüş, şarkılarda öyle duymuştum.

Toz, toprak dikenler içindeki yolda yürümeye başladık. Önümüze büyüklüğüyle, kraliyet kapılarını andıran, siyah boyaları yer yer dökülmüş, toz içinde bir kapı çıktı. Üzerindeki levhada "Misafir mezarlığı" yazıyordu. İki kanadı kalın iplerle birbirine bağlanmıştı. Çözmek için epey uğraş verdik. İçeride başıboş köpekler kol geziyordu. Kötü bir koku, toz, sıcak...  Yüz metre kadar aşağıda bakımlı mezarlıklar görülüyordu.Arkadaşım baktığım yeri işaret ederek,
-Orası müslüman mezarlığı dedi.
Sesimi çıkarmadan onu takip etmeye koyuldum. Ayağımdaki sandaletlere toz giriyor,anızlar ayaklarımı kanatıyordu. Ağustos sıcağında biraz daha yukarı tırmandık. Arkadaşım ayaklarımı görünce,
-Keşke sandalet giymeseydin diye...  seslendi arkasına dönerek.
Sessiz kaldım.  Eliyle sekiz dokuz mezarın olduğu yeri gösterdi.  Yakınlaşınca daha net sayabildim, toplam sekiz mezar vardı. Bir tanesi yapılmamıştı, sadece bir tümsekten oluşuyordu. Garipler mezarlığı gibiydi burası. Aynı soyadını taşıyan ancak biri alt, biri üst sırada olan iki mezar dikkatimi çekti.
-Maria-Albert Kohler. Bunlar galiba karı koca dedim. Arkadaşıma dönüp sessizliği bozarak.
-Evet,denizde boğulmuşlar. Biri bir hafta sonra bulunmuş, o yüzden mezarları yanyana değil diye açıkladı.

Annesinin mezarına yöneldik. Arkadaşım içli bir ses tonuyla Ah! mamma mammacığım diye fısıldadı. Beyaz mermerden yapılmıştı. Üzerinde 1918-2015 Aleksandra Yenigün yazılıydı. Sevgili Aleksandra burada yatıyordu, çöp kokularının, diken, çalı toz bulutlarının arasında. Onu yazlık komşumun annesi olarak tanımıştım. Geçkin yaşına karşın, son derece hoş alımlı bir kadındı. Beyaz saçlı, mavi gözlü, uzun boylu. Eteğinin kumaşıyla aynı desendeki bandanasıyla hoş bir tablo çizerdi. Onu yazık ki yaşlılığının zorlu günlerinde tanımıştım. Beyni ona ihanet ediyordu, birçok şeyi anlatıyordu parça parça, ancak çoğu şeyi birbirine karıştırıyordu.

Ayağımın dibindeki bidona çarpmamak için yer değiştirirken; birden yer yarılmış gibi,sıcak toz bulutunun içinde Aleksandra belirdi. Küçük bir çığlık atmaktan kendimi alamadım. Gözlerimi kırpıştırdım bu mümkün müydü?. Hayır, hayır yanılmıyordum.Kendi mezarının üstünde puantiyeli eteği ve bandanasıyla bana gülümsüyordu. Benim tanıdığım Aleksandra’nın daha genç haliydi. Hemen yanımdaki kızına baktım, o duasıyla kendi dünyasındaydı. Hayır o görmüyordu, bundan emin olmak için.
-Baksana Aleksandra 'nın mezarının üstünde ne kadar çok martı uçuyor dedim elimle işaret ederek. Arkadaşım mezara şöyle bir bakış attı ve sessizce duasına devam etti.

Aleksandra eliyle kızını işaret etti, parmaklarını usulca dudaklarına götürdü. Çocukluğumda hastane koridorlarında asılı duran, bir hemşirenin sus işareti yapan, ünlü fotoğrafı gibi bana poz verdi. Dilim sıcaktan yapışmıştı, şaşkındım, bir şey diyemedim, sessizce yutkundum.
-Biliyor musun? dedi mırıldanırcasına. Ben aşık oldum. Polonya’da bir kasaba pastanesinde garsonluk yaparken, pastacılık öğrenmeye gelmiş bir Karadeniz'liye bakışlarını kızına doğru çevirdi. Onun babasına aşık oldum. O da bana. Mavi derinlikli güzel gözlerini kapatarak gülümsedi. Ben korkumdan taş kesilmiştim. Kımıldayamıyordum. Sesim içine kaçmıştı sanki. Büyü bozulacak diye sesim bile çıkmıyordu. Arkadaşımın sesiyle irkildim.
-Şu su bidonunu uzatır mısın?

Gık bile demeden bidonu uzattım. Mezarı suladı, elleriyle yıkadı. Aleksandra bir toz bulutu gibi, mezarının başında epey yukarıdan gülümsedi. Mutlu, sus işaretine devam etti. Kızı mırıltılar içinde Polonya dilinde duaya yeniden başladı. Aleksandra iyi bir dinleyici bulmanın sevinciyle,
-Ben bir Müslümanla evliydim, ama inancımdan hiç vazgeçmedim.  Eşim de bana hep saygı duydu diye anlatmaya devam etti. Onu dinlerken, bakışlarımı diğer mezarlarda dolaştırmaya başladım. Hepsinde haç işareti vardı. Aleksandra'nın hariç. Oysa o koyu katolikti, biliyordum. Kızına doğru döndüm. Kısık bir ses tonuyla,
-Niye onunkin de haç işaret yok?.
-Unutmuşuz evde bir tane var. Onu getirip yapıştıracağım. Mamma hep yanında taşırdı. Bir daha ki gelişimizde artık dedi. Aleksandra olumlama şeklinde bana baktı. Sabırsızlandığını hissediyordum, içi içine sığmıyordu anlatmak için. Yüreğinin istasyonlarını bana açmak istiyor, bu istasyonlarda uzun molalar vermek istiyordu. Onu hissediyordum. Kızının görmediğini, duymadığını bilmeme karşın onu yanımda uzaklaştırmak gereği duydum.
-Biraz da yerde ki otları da temizlesek.
-Çok sıcak dedi
-Olsun, gelmişken yapalım dedim. Bunun üzerine yarı kurumuş otları koparmaya başladı. Ben de ona yardım ediyordum, bakışlarım Aleksandra da. Bana yönelerek mezarının üstünden anlatmaya koyuldu.

-Büyük kızım Meryem Polonya da doğdu. Hitler işgal edince Türkiye'ye dönmeye karar verdik. Trenimizi Hitler bombalatmıştı, bizim vagona isabet etmedi bomba ama tren parçalandı. Vagon yere yattı düştük. Meryem'e sıkıca sarıldım, sarıldım, bırakmadım dedi. Mavi derinlikli gözleri kocaman açıldı. Kollarını ğöğsünde kavuşturdu. Yüce Meryem bizi korudu dedi. Arkadaşıma döndüm.
-Ablan Meryem Polonya ' da mı doğdu.?
-Evet. Hitler den kaçmışlar. Yoksa gelmeyeceklermiş dedi.
-Aleksandra için zor olmuştur sanırım.
-Bilmiyorum, bize hiç bir zaman pişmanlık duyduğunu göstermedi, ama iç dünyasında neler yaşadığını bilemiyorum. Otları biraz daha mı sulasak, daha kolay yolunur.
-Olur.

İkinci bidondaki suyu ona uzattım. Aleksandra bana işaret etti. Birşey arar gibi bakışlarını uzaklara doğru çevirdi.sessizlik. Vaz mı geçti diye kaygılanmaya başladım. Tekrar mırıl mırıl anlatmaya koyuldu. Karadeniz'e yerleştik gelince. Otelcilik yapmaya başladık. Kadınlar eve beni görmeye gelince, birşey bahane edip, eteğimi açar ve "aaa...kilodu varmış" derlerdi.  Benim adımı gavur gelin koydular.Ardından küçük bir kahkaha attı. Panikledim.  Aslında bu garip duruma uyum sağlamıştım. Kızı duydu mu diye başımı çevirdim. Annesinin mezarı ve çevresinin temiz bir görünüme sahip olması için, vargücüyle çalışıyordu. Bir an onun dünyasında buldum kendimi.1940’ların Karadeniz 'inde yabancı olmak. Kocasını sevdiğini, ancak kültür farklılığı yüzünden çatışma yaşadıklarını anladım. Aleksandra'nın bu dar çevredeki tek başınalığını hayal etmeye çalıştım. Adını da, dinini de değiştirmeyen Aleksandra ayrıksı bir ot gibi, yalnız dışlanmış Aleksandra.

Arkadaşıma seslendim:
-Baban, annene hiç baskı yapmadı mı? adı ve dini için dedim.
-Yooo… dedi.Babam çok ileri görüşlüydü. Ancak ailesi ve çevresi babamı da dışlamış. Erken çok genç öldü babam. Uzun hikaye....

Aleksandra sanki bana inanmıyorsun der gibi bir bakış fırlattı. Suçlu hissettim kendimi. Almanya 'da yaşayan Aleksandra Hristiyan mezarlığına gömülmeyi vasiyet etmiş. Ölümü yazlıkta olunca buraya Misafir mezarlığına gömdüler onu. Polonya'da başlayan, Ayvalık 'ta son bulan bir yaşam. Onun bu derme çatma mezarlıkta, çöp kokuları arasında son bulan yaşamı beni hep etkiledi, etkilemeye de devam edecek. Kızı çömeldiği yerden doğruldu.
-Bu böyle olmayacak dedi. Bir daha ki sefere daha çok bidonda su getirelim. İyice ıslansın, sonra yolarız. Hem haçını da unutmayalım dedi.

Aleksandra memnun bana göz kırptı. Ben de bakışlarımla cevap verdim. Sessizce vedalaştık. Mezarlıktan ayrıldık. Kapının kanatlarını iplerle sıkı sıkıya bağladık. Bizden sonra gelecek ziyaretçiye dek misafir mezarlığını yalnızlığına terkettik.

 

Sayfa : 13