...
Başlık : KAYIP
Yazar : Filiz Bilgin

Tüm dikkati alevin mavi sarı ışığında parıldayan, şekillendirebilmek için tavlamakta olduğu metal- deydi. Ne fazla ne az, yeterli ısıya ulaşınca şalomanın vanasını kapattı, masanın kenarındaki çengele asarken malafaya bakındı. Masasının üstüne çabucak göz attı. Bulamadı. Her zaman tokmakla yan yana bırakırdı. Şimdi tokmağın yanı boştu. Yakın gözlüğünü çıkarıp diğer masalara baktı. Yok. Metali istediği gibi eğip bükecek kıvama getirmişken malafayı bulamazsa alyans şeklini veremezdi ki. Ateş tuğlasının üs- tünde ısısını korumaya devam eden altının tavı gitmeden bulma telaşıyla hızlıca dolapları karıştırdı. Yine yok. Gün ışığı almayan dükkanda yan yana sıralanmış üç masanın üstünü, çekmecelerini tekrar aradı. En dip köşeye, tavana yakın vasistaslı pencerenin altına yerleştirilmiş cila motorunun çevresine de baktı. Bir tanesi bile olmaz mı? Çıraklar bir yere toplamış olmalıydılar. Kendi kendine ‘Sakince ara Şükrü, çok çok yeniden tavlarsın,’ dedi.

Soğumaya yüz tutmuş halka olmak için bekleyen altınlara baktı. Özel siparişti. Gençlerin coşkuyla istediklerini sanatının imbiğinden geçirerek tasarlamıştı. Böyle, kişiye özgü siparişlerden sancılı bir zevk alıyordu. Metalin değerli olup olmaması önemli değildi. Öyle bir ürün yapmalıydı ki hem kişi ona has olduğunu hissetmeli, hem kendi gurur duymalıydı. Bu düşünsel süreç sonunda estetik ve çekicilik katarak takılara özellik kazandırmış oluyordu. Kim olursa olsun özel oldu mu sanatını ortaya çıkarabilme fırsatını yakaladığı için heyecanlanırdı. Kalfasının alyanslarını bile hazırlarken aynı heyecanı yaşamış, beğendir mek için çok uğraşmıştı. Oysa ustası yaptıktan sonra ne olsa beğenirdi Murat.

Murat Kalfa, köylüsü bir kıza sevdalıydı. Uzun süre için için sevmişti. Yaptıkları her alyansa imrenerek bakar, boynunu bükerdi. Veya bu sevdayı bildiğinden Şükrü Usta’ya öyle gelirdi. Kalfa’sını yüreklendir- mek ister “Git söyle sevdiğini artık kıza, söyle de sizin de yüzüklerinizi yapayım,” derdi. Murat Kalfa da her seferinde Usta’sının kendi için özel bir çift alyans yapacağına utangaçlıkla sevinirdi. Sonunda gayrete gelip kıza açılmıştı ama kızın ‘Olur,’ demesi için de çok uğraşması gerekmişti. İstemeye gideceklerini söy- lediğinde Şükrü Usta verdiği sözü tuttu. Murat Kalfa’nın gözlerindeki pırıltıya yaraşır bir çift alyans yaptı. Gerçekten de güzel bir tasarım ortaya çıkmıştı. Başkasına yapsa iyi para ederdi ama senelerdir yanında çalışan Kalfa’sına hastı o yüzükler.

Şükrü Usta, önce kendi masasını sonra diğerlerini sakin sakin aradı. Dolapları tekrar tekrar karıştırdı.

Demir malafaların hiç biri yoktu. Kapının önünü süpürmekte olan çırağına seslendi: “Seyfi…”

Seyfi elinde süpürgeyle kopup geldi. Ustasının önünde neredeyse hazır ola geçip bekledi. “ Demir yüzük malafalarını nereye koydunuz?” diye sordu. Seyfi aynı ciddiyetle yanıtladı.
“Yoklar Usta.”
“Ne demek yoklar?”
“Dün Murat Abi de bulamamıştı. ‘Lazım oldu,’ diye beni yan komşuya gönderdi. Hatta tahtasını ge- tirdim diye kızdığından, demir olanını da kaptım getirdimdi.”
“Peki, o nerede?”
“Bilmem… Murat Abi ‘Ben iade ederim,’ dediydi.”

Murat Kalfa henüz gelmemişti. Şükrü Usta saatine baktı. “Neyse… Koş, yan komşudan tekrar iste. İş yarım kalmasın.”

Seyfi elindeki süpürgeyi kapının yanına doğru fırlatıp koştu. Aynı hızla da geri geldi.

“Usta, ‘Malafaları dün aldınız geri vermediniz,’ dediler.” Şükrü Usta yavaştan yavaştan sinirleniyor- du. Murat Kalfa da tam gecikecek günü bulmuştu. Sabırsızca çırağına söylendi:

“Diğer komşulardan bir tane bul da gel.” Seyfi yine koşar adım kapıdan çıktı gitti. Şükrü Usta bekler- ken Seyfi’ye çay ocağından bir çay getirmesini söylemediğine yerindi. Diğer işlere eli gitmiyordu bir türlü. Baktı gelen giden yok, kapıyı çekti ve çay ocağına yöneldi. Çay ocağı, kuyumcularla dolu sokakta kendine zorlukla yer bulmuş izlenimi veren daracık bir dükkandı. Daracıktı ama sokağın ciğeriydi. Daralan, nefes almak, yorgunluk atmak, sıkıntı gidermek isteyen oranın çayında yardım arardı. Eski bir memur emeklisi olan çaycı da bunu bildiğinden herkesten önce çay ocağını açar en geç de o kapatırdı. Şükrü Usta daha ocağa varmadan çırağıyla karşılaştı. Seyfi, bir yandan ustasının isteğini yerine getirememekten, diğer yandan da komşuların hedefi olmaktan alı al, moru mor karşısında dikildi.

“Hiç kimsede demir yüzük malafası yokmuş.”

“Nasıl yani? Koskoca arastada bir tane bile demir yüzük malafası bulamadın mı?”

Seyfi vereceği yanıtın anlamsızlığını biliyorsa da onca dükkânı dolandıktan sonra kendince bu sonu ca varmıştı.

“Hepsini Murat Abi almış.” Ustasının yüzündeki şaşkınlığın soruya dönüşmesine izin vermeden he- men ekledi. “Birkaç gündür lazım diye gidip gelip istemiş komşulardan. Bazılarını iade etmiş ama dün akşam ‘Çalışacam,’ diyerek onları da geri almış.

Şükrü Usta gözlerini kıstı. Düşünüyordu. Toplu sipariş mi almışlardı? Öyle olsa hatırlamaz mıydı? Murat kendi başına işi bağlasa bile söylemez miydi? Hepi topu ikisi, hadi bilemedin üçü çalışacağına göre üç tane yetmez miydi? Ne karıştırıyordu bu Murat? Çay ocağına gitmekten vazgeçti. Komşulardan birine rastlar da anlamsızca sataşırlar diye atölyeye döndü. Seyfi’yi çay almaya gönderdikten sonra Murat’a telefon etti. Telefonu uzun uzun çaldırdı, açan olmadı. Bu saate kadar gelmiş olmalıydı. Haber vermeden gelmemezlik yapmazdı. Belki Murat söylemişti de o hatırlamıyordu. Dünü aklından geçirdi. Kalfa’sını ve yaptıklarını gözünün önüne getirmeye çalıştı. İyice kırlaşmış bıyığını çekiştire çekiştire hafızasını zorla- dı. Hafta sonu köye gidip geldiğinden beri Murat’ta bir durgunluk olduğunun ayırdına vardı. Köyde bir terslik olmalıydı. Ancak bunun arastanın malafalarıyla ne ilgisi olabilirdi? Murat’ı bir daha aradı. Cevap alamadı. Seyfi’nin getirdiği çayı içti. Beklemekle olmayacağına inan getirip çırağına yine seslendi:

“Murat Abi’nin evini biliyor musun?” Seyfi bu defa bildiği bir soruyla karşılaşmanın sevincinde “Biliyorum Usta,” diye bir solukta yanıtladı. Şükrü Usta:

“Al şu yol parasını, Murat Abi’nin evine git bak bakalım hasta mı, nedir?” dedi, sonra da dükkândan çıkmakta olan çırağının arkasından bağırdı:

“Oyalanma, hemen git gel veya haber et.”

Şükrü Usta, Seyfi’yi beklerken zaman geçmek bilmiyordu. Hiçbir şeye eli varmıyordu ama kaygıyı tırmandırmamak için kendini oyalamalıydı. Önce cila yapmayı denedi. Cila motorunun gürültüsünden ‘Telefonu duymam,’ diye kısa sürede o işten vaz geçti. Biraz tesfiye yaptı. Ona da sabrı yetmedi. Ruhu daralmıştı bir kere. Kaynağın başına döndü. Belki güverse yapmak onu oyalardı. Çıraklığından beri güver- se yapmayı severdi. Basitti ama ateş altında metalin bir tespih böceği gibi kıvrılıp toparlanmasını, sonra da alevin parıltısına meydan okurcasına ışıl ışıl ekseni etrafında dönmesini izlemek hoşuna giderdi. Isı altında gökkuşağı renklerini taşıyan bu küreciklerin alev sönünce donuklaşmasını çok anlamlı bulurdu. Yanında çalışmaya yeni başlayan her çırağa güverse yapımını öğretirken öğüdünü de verirdi. “Bak,” derdi. “Isının etkisiyle rengarenk, pırıl pırıl, kıpır kıpır olan metale bak. Bir de soğumaya başlayan mat ve kaskatı şekle. Dışarıdan enerji alırken nasıl da taklalar atıyor, sonra da ısısı gidip enerjisi tükenince kaskatı oluveriyor. Diyeceğim, kişinin enerjisi kendinde olmalı, istek ve gayretle çalışmalısın. Öğrenmek için heves etmelisin. Benim yanında olmama güvenip anlatırken dinlemez, gösterirken izlemez, her seferinde sora sora bir şeyler yapmaya çalışırsan benim olmadığım zamanda bu güverse gibi kaskatı kalır, ne yapacağını bilemezsin,” diye anlatırdı.

Neden sonra Seyfi sıkıntılı bir yüzle çıktı geldi. Şükrü Usta, çırağın yanında Murat’ı göremeyince tedirgin oldu. Birlikte geleceklerini ummuştu:

“Bulamadın mı evi?” diye sordu.

“Buldum Usta,” Seyfi birkaç kere yutkundu. Durakladı. Nihayet “Murat Abi’nin nişanlısı nişanı boz muş,” diye devam etti.

“Murat köye mi gitmiş yine?”

“Yok Usta. Hafta sonu gitmişti ya… Kız yüzüğü iade etmiş. Başka biriyle nişanlanacakmış. O zamandan beri de Murat Abi yemez içmez olmuş. Evdekilerle de konuşmuyormuş.”

Şükrü Usta, Seyfi’nin uzun uzun anlatmasına katlanamayıp yine sözünü kesti. “Hasta mı olmuş?”

“Yok. Öyle değil.”

“E o zaman nerede Murat?”Şükrü Usta’nın sesi yüksek perdeden çıkmıştı. Seyfi, ustasının merak ve endişesinin öfkeye dönüştüğünü duyumsadı. Bir solukta olanı söyledi.

“Topladığı bütün demir malafaları bir torbaya koyup ayağına bağlamış ve sabahın alaca karanlığında Galata Köprüsü’nden atlamış. Allahtan fabrikaya sabah vardiyasına gitmekte olan işçileri taşıyan servisin şoförü birinin denize atladığını fark etmiş. Yetişip Murat abiyi denizden çıkarmışlar. Yani Murat abi şimdi hastanedeymiş. Demir malafalar da denizin dibinde. Nişanı, nişan yüzüğünü hatırlattığı için malafalarla birlikte kendini ortadan kaldırmak istemiş.”

Şükrü Usta acılı başta akıl olmaz biliyordu, yine de içinde bir yerde pişmanlığın mayalanmaya başlamasına engel olamıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

Sayfa : 13