...
Başlık : Kader- Keder
Yazar : Naki Selmanpakoğlu

Yaradılış gözyaşı vermiş bize, acının çığlığını vermiş,
insan artık dayanamaz gibiyse, üstelik ezgiler, sözler bağışlamış bana, yaramı
bütün derinliğiyle dile getireyim diye; ve acıdan dili tutulunca insanın, bir tanrı
çektiğimi anlatayım diye bana dil vermiş.                       GOETHE

 

 Hiç kalbinizin sesini dinlediniz mi?
Öyle değil! Dinleme aletini kulağınıza takıp kalp sesinizi. Atışını, gözleriniz kapalı. Lup dup… Lup dup… Lup dup… O anda, kendinizi eyleyeceksiniz…
Dinlediniz mi? Dinleyin. Küt küt atmaz. Güp güp, hiç atmaz.
Diyelim ki aletiniz yok. Yastıkta duyulan kalp sesleriyle idare edin. Kafayı yastığa yasladığınızda sıkışan kulak damarlarından gelen sestir bu.
“Duyma organının bizzat kendisi atıyor, kalbi yine duyamadım”  demeyin.
Yaşadığınızı anlayın. Bu müthiş bir şey; kalbi olmayanlarla farkınızı duyumsayın . Lup dup… Lup dup… Lup dup… “Kalp dediğin atıyor zaten marifet ritmini değiştirebilende.”
 Evet, zamanın içinde bir atık gibi sürüklenseniz de yaşıyorum diyeceksiniz.
Günün muhasebesini yapmak için harika bir andır. Kalp sesine vicdanın sesi karışır, bütün karışıklıklar ortaya dökülür. Ne de olsa insan kendine yalan söyleyemez pek.

      Hastane odasında, şimdiye değin ne yaptığımı düşündüm. Yaşam haritamın sınırlarını genişlettim. Düş kurma gücümü dirilttim, bunu büyük ölçüde insan yüreğinin derinliklerine yolculuk eden yaratıcıların sesini, kendi yüreğimin sesiyle bütünleştirerek gerçekleştirdim. Yalnızlığım, kimi zaman çoğaltılıyor kimi zaman paylaşılıyordu.

     Eşim, çocuklarım, dostlarım yattığım büyükçe bir odayı neredeyse doldurmuşlar. Doktor Adem Bey’i bekliyoruz. Pencereden yükselen güneşin soluk Kasım sıcaklığı içeri doluyor.

“Bir can geldi aleme vardım – vardım eyvallah
Hak dediler dara durdum – durdum eyvallah
Hayal-i aşk'a dem vurdum – vurdum eyvallah”

     Birazdan gelip beni alacaklar. Sedyede, yakınlarımı, dostlarımı belki de son defa göreceğim. Daha önce hiç düşünmediğim bir an bu.  Acıların her türlüsünü dile getiren Nazım Hikmet düşünmüş;

Diyelim ki ağır ameliyatlık hastayız,

Yarı beyaz masadan bir daha kalkmamak ihtimali de var

Duymamak mümkün değilse de

                                       Biraz erken gitmenin kederini

Biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına

Hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

Yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz

En son ajans haberlerini.

      Son haber, ilaçla tedavi olma trenini kaçırdığımdı. Ameliyat şansını yakalamak bile sevindirici. Tanı sonunda aranma sıklığım, haberin ne denli hızlı yayıldığının göstergesi oldu. Kimi dostlara haber veremedik. Gönül koymasınlar.

     Randevu alıp Doktor Adem Bey’in muayenehanesine eşim ve kızımla gitmiştik. İki meslektaşım destek için bizden önce gelmiş salonda bekliyorlardı. Herkes güler yüzlüydü. Aynı hastanende çalışmış olmanın yakınlığıyla Adem Bey’in bir arkadaş olarak yaklaşımı bu durumdaki bir hasta için paha biçilmez. O ana kadar pek çok doktora gitmiştim ama onlar sadece tetkiklere bakmakla yetinmişlerdi. İlk kez burada muayene oldum. Hasta olduğumu duyumsadım. Göynüdüm/duygulandım.
“Ameliyat,” dedi Adem Hoca, “Yayılmamış. Biz bu işi hallederiz.”

Ekledi, “Sen bunu yenersin ağabey moralini bozma.”

Öyle miyim acaba? Yener miyiz, bakalım, göreceğiz.

 Dün gece Özgür’ le konuştum. Yarın Amerika’dan geliyor. Bana büyük moral. Son günlerde oğluma nedense çok gereksinim duydum. Eh böyle bir nedenle de olsa kavuşacağız. Kimi zaman insan yaşantısının takvimini kendisi yapamıyor.

     Kulağım yastıkta kalp seslerimi dinlerken; ölürsem ne kadar çok şeyi yarım bırakmış olacağım düşündüm. Ona da sevindim. Yapacak işlerin olması iyi. Bitirmek için süre istersin. Duyan olursa…

  Sonsuza dek var olma arzusunun dışa vurumuydu benimkisi. Her kanser hastası biraz      Gılgamış sanır kendisini yaşadığı sürece. Oysa zaman zapt edilemeyen bir kısrak gibidir.

      Gece geçmedi bir türlü, bir ara dalmışım. Uyur - uyanık haldeyim. Biri elimden tutup ayaklarımı yerden kesti. Eşlikçim olsa gerek. Şafaktepe’ de amcamlara gittiğimde meyve bahçelerinin bizi beklediği yer. Sekiz-on yaşlarındayım. Mintanım Teyze’nin bahçesi. Beni pek sever, bilmem neden.  “Gara mıtı” der. Ne demekse. Tamam, esmerim ama… Onun adının ne olduğunu da hala merak ederim: Mintanımteyze. Susayınca hep onun evine gider su isterdik. Yalnız yaşardı. Bilirdi asıl amacımızın meyve dalları olduğunu, bilmezden gelirdi. Yine o bahçede, ceplerime çok gelen ayvalarla dalların üstündeyim.
Telefonun sesine uyandım.

     Bir türü konuşamadı Vanlı İhsan. Üç kez denedi geçmiş olsun deyip beni çok sevdiğini. Diyemedi. Ben teselli ettim. Ne de çabuk yayılmış kötü haber.  Bir hastamın “Beni hatırlamayabilirsiniz ama sizin bir eri ameliyat ederken kan gerektiğinde kanınızı verip tekrar ameliyata girdiğinizi görmüştüm ,“ diyen sesi ve diğer telefonlar beni geri dönüp yaşamımı bir kez daha gözden geçirmeme neden oldu. Kim bilir belki de pek çok hata yapmış, kalp de kırmıştım. Yaşarsam annemin nasihati, “Oğul, ne olur gönül kırma,”  sözü belleğimden silinmeyecek. Zaten hiç silinmedi. Neyse. Bırakalım kendimize gaz verip rüzgâr yapmayı.

     Sırtüstü yatağımda çevremden kopuk, bir elim kızımın elinde, başım yastıkta, gözüm odanın kapısında. Gülücüklü görüntüler sergiliyorum.

     Bir gün önceye ağdı düşüncelerim. O gün bir türlü geçmek bilmedi. Akşamüzeri eşim hayatımda ilk kez beni pedikürcüye götürdü. Biz, “Yaşar mıyız veya nasıl yaşarız” ın kaygısında iken o “Çevre ne der,” diye mi düşündü? ( Belki de haklı, hakkını yemeyelim.) Zahir cenazemiz kimseyi mahcup etmesin istiyor. Tırnak bakımı sonu eve dönüp yemeğimizi yedik ama yarını beklemek zor. Başkası nasıl bu dönemi geçirirdi. Sinemaya gitsen, gezsen hiç aklından çıkmayan bir konu. Sana yapışık. Hele ara sıra öksürmelerim canımı daha da sıkıyor. Bu arada yurt dışına git diyenden, sarımsak-limon kürüne kadar öneriler gelmekte ki kitap yazılır bunların üstüne. Akşamüstü hastaneye gittik, yatma işlemlerini tamamladık,  caddeye bakan bir oda. Dışarıda fırtına ve ağıt gibi bir yağmur yağarken bu havada evde oturacak yerde git ameliyat masasına yat, olacak iş mi?  Oldu işte. Ameliyat neyse de cenaze kaldırmak güç bu havada.

     Bugün uzun bir gün olacak. Dün bahçemize memleketten gelen alıç fidanı diktim. Umarım tutar. Vasiyetimdir; ben olmasam da bahçemizde bir alıç ağacı olsun. Bir de dostlarım cami avlusunda beni beklemesinler, gelmeyeceğim, mezar başında buluşsunlar.

     Başka hastalıklar az çok dinleyici bulur ama bu hastalık çok sıkıcı ve can acıtıcıdır. Ne kadar ballı anlatırsanız anlatın - zaten anlatılamaz- dinleyen bulmakta zorlanırsın.

     Hastalıktan, hastanede de olsak konuşmuyoruz. Kuzen okuduğu haberi paylaşmadan duramadı:
Manşet: Kanser hastası için önemli gelişme. Bakanlık açıkladı… Sanırsınız derman bulundu.
Meğer bundan sonra tedavi ücretsiz olacakmış.

     Bir de Obama kazanmış, onu yazıyorlar gazeteler. Dünyanın benden haberi yok. Her fanide dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanır. Hafif öksürüğün devam etmesi ameliyat sonrası da devam ederse kötü. Bronkoskopiden sonra olur mu acep? Bir bilene sormalı. Hemen bir kuşku beliriyor, yoksa tümörde bir ilerleme mi var. İyice pimpirikleştim.  Çoban olmak varmış...

Bakalım gün ne gösterecek. Yaşarsak kabul, ölürsek kader. Eyvallah…Devam edebilmem yaşıyor olmama bağlı. Ama geri baktığımda pek de yapamadığım kalmamış. Yeryüzünde kendini sevilmiş hissetmek güzel. Sevmek ve sevilmek çok güzel. Daha çok, daha çok sevdiğimi söyleseydim.

-Ali Bey sedyeye buyurun…

 

 

 

.

.

Sayfa : 14