...
Başlık : Fadime Uslu ile Söyleşi
Yazar : Filiz Bilgin

Fadime Uslu’nun  Ay Eskir Gün Işırken isimli yeni bir öykü kitabı geçtiğimiz aylarda Can Yayınlarından çıktı. İçeriğine denk düşen ismiyle, insanı hemen kendine çeken, okudukça da kat kat etkileyen bu yeni  kitabını fırsat sayarak Fadime Uslu’yu dergimizde konuk etmek istedik. Bu arada birkaç soru sormadan da edemedik.

1- Öykülerinizde okuru gündelik hayattan uzaklaştırarak metnin dünyasına yaklaştırmak için titizlikle atmosfer yarattığınız  gözlenmekte. Sözcüklerle atmosfer yaratmak için betimleme , mekan, diyalog ve ritim gibi anlatım araçlarını ustalıkla kullanıyorsunuz. Bunların yanı sıra ilk kitabınızdaki “Büyük Kızlar Ağlamaz”  şarkısı veya son kitabınızdaki “Kör Olası Çöpçüler” şarkısı gibi öykülerinizde şarkılara yer vermenizin nedenini  atmosfer yaratmanın yanında sanatın dallarının birbirleriyle olan ilişkisinde arayabilir miyiz?
Elbette arayabiliriz. Sanatı bir bütün olarak duyumsuyorum çünkü. Sanat bizden gündelik hayatın telaşını -kaygılarını dışarıda bırakmamızı beklerken bize tam da hayatın içinde olmamız için alanlar açar.  Yaşamı anlayabilmek için yaşamın biraz dışına çıkmak gibi bir şey bu. Sonuçta sanat, üreten ve onu alımlayan kişilere yepyeni yaşantılar, deneyimler kazandırmaya çalışır, bu sırada birbiriyle sımsıkı ilişki içinde olduğu dallarıyla dayanışmaya girer.  Öykü yaşamdır, yaşamaktır çünkü. 

2-  Öyküleriniz çok katmanlı, derinlikli öyküler. Alt okumalara açıklar. Böyle yazmanızdaki amaç estetik kaygıdan öte, anlatacak çok şeyinizin olması mı? Bu yorumunuz için teşekkür ederim.

 Anlatılacak şey, anlatılma arzusunu dayatarak var olma biçimiyle kendini anlattırıyor bana.

3-  Bazı obje (lüle taşından baykuş heykeli), mekan (Yorgun’un Yeri) ve kişilerin (Leyla Abla) bir öyküden sonra başka öyküde karşımıza çıkmasının nedeni nedir?  

Çünkü onların hikâyeleri sürüyor.  Bir öyküde sözlerini tamamlayıp sözü başka kişilere veriyorlar. Duruyor, düşünüyor ve işte bunu da anlatmalısın, dediklerinde kulak kesilip onları yeniden bu defa başka hikâyede anlatmaya başlıyorum. Baykuş heykelini, Yorgun’un Yeri’ni söylüyorsunuz ki bu kitaplarımı ne denli dikkatli okuduğunuzu açıklıyor bana. Demek, diyorum öykülerimde nesnelerin, mekânların sürekliliği konusuyla ilgili meselem titiz okurun dikkatinden kaçmıyor. Bu meselenin öykülerimdeki açıklamasını –yorumunu yapmak bana değil, okura düşer bence. Yorum yaparsam okurun duyumsama özgürlüğüne ket vurabilirim.  Öykücü, eserini yazar ve çekilir; eser okurla iletişime geçerek yeni bir konuşma başlatır. Bu söyleşimizi başka bir konumda değerlendiriyorum; kitaplar, öykülerle birlikte ahbaplık etme diyelim. Yeniden baykuşun, Yorgun’un Yeri’nin gönderisine kısaca değinebilirim: Sadece kişiler değil, nesneler, mekânlar da konuşur. Sadece dili farklıdır.  Onların dilini söze dökmek, asıl işim bu benim.

4- Son kitabınız “Ay Eskir Gün Işırken”de sarmal bir yapı var. (Aslında bu yapı daha önce yayınlanan “Yüzen Fazlalıklar” ve “çat kapı dayım” kitaplarınızda da var.) Kitabı bitirip kapattığımda gözümün önüne Ouroboros simgesi geldi.  Böyle bir yapıyı tercih etmenizin nedeni ölüm ve yeniden doğumun ebedi döngüsünde sonsuz zamanın akıp gitmesine geçmişi, geleceği, anı yazarak  yani yazıyla  meydan okumak  diyebilir  miyiz?

Ouroboros simgesinde kesişme noktası, bizi, akan -kayıp giden zamanın bir yerine kilitlemeyi hedefler. Geçmiş, gelecek, şimdi bir aradır orada. Zaman parçalanabilir ama aynı anda bir bütün olduğunu iletir bu sembol. Öykülerimde sadece hikâye anlatmak değildir arzum. Anlatış biçimiyle bir resim dokumayı, o resimde kavramların haritasından işaretler koymayı, iç dengesinde müziği yaşatmayı isterim. Öykü kendini tamamlandığında okurun zihninde hikâyenin de dışında bir resim çizsin. Siz imgeleminizde Ouroboros simgesini oluşturmuşsunuz.  Bugünde -zamanın yapısında Moebius döngüsünü de görüyorum.  Kurt Gödel’in keşfettiği bu döngü, yani matematik dizgeleri içinde felsefedeki Epimenides’in paradoksunu matematik terimlerine çevirmesi bir açıklamaydı. Bu açıklamanın karşılığını Bach’ın müziğinde Escher’in resminde de bulabilirsiniz. Biz paradoksu ve sonuçlarını hayatın her alanında yaşıyoruz. Bugünün insanının genel düşünce biçiminde Kurt Gödel’in “eksiklik teoremi”ne rastlayabilirisiniz. Kitaplarımın düzenindeki döngü, yaşamın döngüsüdür. Son kitabımın yapısında fibonacci dizisi de çıkacaktır karşınıza; doğanın muazzam matematiği. Yazıyla meydan okuyamam, yazıyla meydanı anlatabilirim; bilinenden bilinmeyene ulaşabilmek için kendi serüvenim için.

5-  Dergimizin Portalında “Kıvılcım Öyküler” Köşemiz var. Buradan yola çıkarak sizi yazmaya nelerin ittiğini sormak istiyorum. Öykülerinizin Kıvılcımını nasıl yakarsınız?

Bir öykünün ya da birbirine bağlı öykülerin içinde yaşadığımı hissettiğimde - işte o şahane zaman diliminde yani öykü yaşantım olurken içimde kıvılcım çoktan parlamıştır.  Kıvılcımın sönmemesi için sözcükler koşar çağrıma.  Bunun dışında bazen bir karakterle, bazen renk, koku ya da kokusu üstümde kalmış bir sözcükle çakar bendeki kıvılcım. Her şeyde her şeyin düşüncesi olduğuna göre her şey kıvılcım çaktırabilir bana.

6-  Yüzen Fazlalıklar, Yaz Korkuları kitaplarınızda yer alan ve “Soylu   bir acımız olsaydı bizim de” diye yineleyerek “Ay Eskir Gün Işırken “ kitabınızda karşımıza çıkan Leyla Abla’ya bundan sonraki öykülerinizde de “soylu acı” yla birlikte rastlayacak mıyız?

Rastlayacaksınız, çünkü söyleyeceği sözleri var daha.  Leyla Abla’ya acının soylu olduğunu düşündüren etken, toplumun genel kabul görmüş kültürel algısı; siyasetin acı üzerinden kazanç sağlamaya çalışan tavrı, bunu işleyip insanları yönlendirme biçimi. Leyla Abla’nın sıkça söylediği bu söz, onun kadar benim için de önemli. Önemli olduğundan, sık sık dile getiriyorum. İfadeye tersinden bakarak anlamı deşifre edelim; “soysuz acı” olur mu; acıya değeri kim biçebilir; onu yaşayan mı; ona dışarıdan bakıp ondan kendine pay çıkarmaya çalışan mı? Acımasızlığın en korkuncu acının pazara çıkarılma biçimidir bence. Onu aşmanın mücadelesi hem bireysel hem toplumsaldır. Soylu olan da aşma biçiminde kendini gösterir. Leyla Abla’nın göstermek istediği pek çok durum var daha. 

7-  Çocuklara  yönelik yazdığınız üç romanınız var. Çocuklar için öykü değil de roman yazmayı tercih etmenizin nedeni nedir?  
Çocuk romanlarımın hikâyelerinin temelinde bir öykü oldu hep.  Hikâye biçim almaya başlarken şimdi bu çocuk romanı olacak, diye düşünmedim.  Kendiliğinden büyüyen hikâye roman tekniğiyle buluştu. Olay örgüsü beni romana yöneltti. Çocuk hikâyelerimin kadrosu yani karakterleri daha çoktu, onlar romanda yaşamak istedi.

 8-  “Ay Eskir Gün Işırken ” kitabınızda “Anlatıcı; Bence hikayelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır. Bizler sadece taşıyıcıyız, yani sözcük hamalı,” diyor. Daha sonra da “Bak hamallığımız taşıdığımız yükü hafifletti bile.” cümlesiyle diyalog bitiyor. Buradan esinlenerek soruyorum. Yazmak yazarın yükünü hafifletir mi? 

Yazma eylemi, yazarın yükünü değil de hikâyenin yükünü hafifletir bence.   

Sayfa : 4