...
Başlık : DOSYA
Yazar : Manolya Berk

“En ağır sınavdan en saf olan geçer

Öder, geçer”

Gülten Akın

 

Bu da ne ki böyle? Yarısı mavi, yarısı sarı plastik bir şey. Arada yarık var. Yarıkta takılı beyaz bir parça.

Ucunda da cam, ne işe yarıyorsa artık. Yanında, film rulosundan kesilmiş birkaç kare. “Bununla fotoğrafa bakılıyor, biliyor musun?

“Nasıl bakılacak ki bununla fotoğrafa?”

“Film parçasını koyuyorsun şu beyaz çerçeveye, sokuyorsun yarıktan, büyümüş görüyorsun. Bak, gör- dün mü?”

Dört yaşındaki kız, bu küçük, tuhaf aleti annesinin elinden aldı. Sağ gözüne tuttu ve baktı. Evet, fotoğ- raf oradaydı.

“Ne var orada?”

“Emel Sayın var, yanında da kemancı.”

“Peki şimdi ne var? Ne gördüğünü söylersen sana çikolata alacağım.”

İyi de hiçbir şey yoktu ki. Annesi niye olmayan şeyleri soruyordu ona acaba? Hem bir şey göstermiyor, hem de çikolata diyordu.

“Hiçbir şey yok ki şimdi.”

“Yok mu? Vardır canım bir şeyler, anlat ne gördüğünü, sana çikolata vereceğim. Anlat hadi.” “Ama hiçbir şey yok.”

Anne, aleti kızının sağ gözüne tuttu ve tekrar sordu. “Şimdi ne görüyorsun?”

“Emel Sayın var, kahverengi elbise giymiş. Yanında da kemancı var. Keman çalıyor.”

Kız bir türlü anlayamıyordu anneyi bugün. Ortada bir şey yokken, ısrarla ne görüyorsun diye soruyordu.

İyi de, hiçbir şey yoktu ki. Yoktu. Yoktu işte.

Annenin yüzü allak bullak olmuştu. Babanın gelmesini bekliyor, ama hop oturup hop kalkıyordu. Kız olanı biteni anlayamasa da, kötü bir şeyler olduğunu seziyordu.

Geldi baba. Anne kapıyı açar açmaz, “Kocacığım, çocuğun gözü görmüyor. Kaç kere sordum. Şu aleti sağ gözüne tutuyorum görüyor, sol gözüne tutuyorum, bir şey yok diyor” dedi. Selamsız sabahsız karşılanmak babanın tuhafına gitse de, hanımının heyecanlı mizacını bildiği için, önce pek ciddiye almadı durumu. Esbak huyu idi tez canlılık.

“Bir şey yoktur karıcığım, dur bir hele, bakarız.”

Olmayan şeyleri sorma sırası babaya gelmişti. Akşam akşam dolmuş durağına koşturup, şehir mer- kezinde aldılar soluğu. Ana caddede çaresizce dolaşarak, göz doktoru aradılar. Buldular sonunda. Eski bir binaydı girdikleri. Eylül ayının ılık havası, sonu görünmeyen yuvarlak merdivenin taş basamaklarında buz kesiyordu sanki. Doktor da kıza, olmayan şeyleri sordu. Karanlığın ardından “bu ne, bu kaç?” gibi sorular geliyordu kulağına. Görülecek ne vardı ki, nasıl bir cevap bekliyorlardı ondan?

“Kızınızı üniversite hastanesine götürmelisiniz. Benim burada yapabileceğim bir şey yok” dedi dok- tor. “Gecikmeyin, en kısa zamanda götürün.”

Kucaklarında kocaman bir sorunla eve döndüler. Önlerinde henüz çizilmemiş, upuzun bir yol vardı.

Üniversite hastanesinin sarı taşlarla kaplı kocaman kocaman binaları… Binaların içindeki, küçücük küçücük muayene odaları… Ve yine olmayan şeyleri sorup duran doktorlar… Var olan şeyler sorulduğun- da, durum iyileşiyordu.

“Kızınızı yatırmamız lâzım. Durumu aydınlatmak için, daha ileri değerlendirmeler gerekiyor.” “Ama hiç ayrılmadı o anne-babasından. Yatırmadan olmaz mı?” dedi anne.

“Hayır, olmaz. Bir müdahale geçirmesi gerekiyor, parça alıp inceleyeceğiz.”

Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen uzun uzun koridorlardan geçip, başka çocukların da yattığı bir odaya geldiler. Başlarında beyaz kepleri olan, beyaz etekli kadınlar yer gösterdi onlara. Hemşire… Büyü- yünce hemşire mi olsaydı ki acaba?

Odada, kendi yaşlarında bir Arap erkek çocuk, bir de kız çocuk vardı. Ve birkaç yatak daha. Arap ço- cuğun kara tenindeki uzun beyaz entari, patlıcan aşına yoğurt dökmüş gibi duruyordu. Üstelik çocuk hiç Türkçe bilmiyor, boncuk boncuk kara gözleriyle bakıyor, yayan yapıldak gezinip duruyordu. Ayak taban- ları teninden daha kara olmuştu.

Akşam olunca, koridorun sonundaki duvara asılı televizyonun karşısında toplandılar. Kıza koca adam gibi görünen, ama olsa olsa ergen yaştaki, üç numara traşlı, lacivert eşofmanlı bir erkek çocuk, televiz- yonda görüntü bulmaya çalışıyordu. Düğmelerle oynayıp duruyor, bulduğu görüntüler ise kaynayan binlerce noktadan ileri gidemiyordu. Sıkıldı kız. Uzun koridorda ileri doğru yürümeye başladı. O da ne? Büyüklerin karanlıkta yan yana oturduğu bir salon vardı, televizyonun sesi geliyordu. Kapıda dikildi. Kar- şıdaki iki teyze ona, gel diye işaret ettiler. Sevinçle yanlarına gidip, ortalarına oturdu. Televizyon karşıda, görüntü pırıl pırıldı. Tam oh yaşasın diyecekken… kapıda hemşire bitiverdi. Nereden de çıkıp gelmişti he mencecik, peşi sıra. On doğurmuş Osman anası gibiydi. Alıp götürdü kızı karlı televizyonun olduğu yere. Meğer orada oturması gerekiyormuş, güzel gösteren televizyonun olduğu yer yasakmış. Hemşirelik iyi bir şey değildi galiba, çocuklara televizyon seyrettirmiyor, teyzelerle oturtturmuyorlardı.

Her sabah, bir sürü kalabalık geliyordu odalarına. Beyazlı erkekler, kadınlar. Tekerlekli raf da oluyor- du beraberlerinde. Üst rafta her zaman, kenarı lacivert çizgili beyaz bir tas olurdu. Ve her sabah, tombik bir kaleme benzeyen, ucunda açık yeşil renkli bir parça olan ışığı, sırayla tüm çocukların gözlerine tutar- lardı. O yeşil uçlu ışıktan herkeste vardı, göğüs ceplerinden bir anda çıkıverirdi. Bazen gün içinde başka beyazlılar da gelip, yeşili gözlerine gözlerine dürterlerdi niyeyse. Yeşil ve içindeki ışık hep beraberdi…

Bir on iki eylül günü kızı yatağından aldılar, yeşil elbise giydirip, yeşil çarşaflı, tekerlekli bir yatağa yatırdılar. Üzerine de yeşil örtü örttüler. Yeşil giysili bir amca, tekerlekli yatağı ite ite götürüyordu. Koridor- lar… Asansörler… Koridorlar… Bu yolculukta kızın en çok gördüğü, beyaz renkli tavandı. Sonra garip bir şey oldu. Yatak kaydı ve tekerlekleri değişti. Artık tavanlar delikli beyaz, koridorlar dardı. İnsan da daha azdı. Tekerlekli yatağı duvara dayadılar ve bırakıp gittiler onu. Başını kaldırdı kız. Biraz ileride, koridorun karşı duvarına dayalı başka bir tekerlekli yatak ve yine yeşiller içinde yatan, kendinden daha büyük bir kız gördü. Bir gözü yuvarlak pamukla kapalıydı ve yeşil örtüsünün üzerinde bir kâğıt vardı. Benzer bir kâğıdın kendi yatağında da olduğunu fark etti kız. Koridordan geçen, yeşil giysili bazı kişiler, kâğıtları alıp bakıyor,sonra  üstlerine atı atıveriyordu. Sonunda kızı camlı kapıdan geçirip, bir odaya aldılar, yatağa yatırdılar. Oda biraz değişikti, hem eşya hem insan kalabalığı vardı. Herkes bir işle uğraşıyordu. Aşina yüzler gördü birden. Ağızları, burunları ve saçları örtülü olmasına rağmen, tanıdı doktorlarını. Demek ki, o uzun uzun yollardan onlar da geçip, gelmişlerdi buralara.

“Hepiniz demin yukarıdaydınız, şimdi buradasınız” dedi. “Evet buradayız” dediler. Güldüler.

Başucunda duran ve sadece gözleri görünen bir abla, kahverengi ve büyük bir buruna benzeyen, si- yah hortumlu şeyi, kızın yüzüne doğru yaklaştırdı. Pis kokuyordu. Onu uyutmaya çalıştıklarını anladı kız. “Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yapayım” diye düşündü. “Sonra ne yaptıklarını görebilirim böylece”. Kapattı gözlerini. “Ama ya canım yanarsa” diye düşünüp, tekrar açtı. Gözünü kapatsa mı, açsa mı, karar veremiyordu. Etraftakiler bir şeyler konuşuyorlardı. Pis kokulu yapma burnu çektiler yüzünden. Konuş- malar… koşuşturmalar… Burnu tekrar yüzüne yerleştirip, beklediler. Konuştular. Elinin üzerinde bir acı hissetti. Ve dünyayla bağı geçici süreliğine koptu.

Ziyaret saatinde anne geldiğinde, kızı yüzünün yarısı kahverengiye boyalı, sol eli sargılı ve yeşillere sarılı yatarken buldu. Müdahalenin gününü bilmediğinden, her şeyi olup bitmiş görünce şaşırdı. Gidip bi- rileriyle konuşup geldi. Kıza pijamalarını giydirmeye başladı. Bir taraftan da olup bitenleri anlattırıyordu. “Uyutamamışlar seni aşağıda, epey uğraşmışlar. Sonunda elinden iğne yapmak zorunda kalmışlar. Ancak öyle uyumuşsun”.

Dünya algısıyla altı günlük, ama çocuk algısıyla zamansız olan hastane seyahati, sona erdi. Parça so- nucu çıkınca kontrole gelmek üzere, taburcu edildi kız. Hastanedeki en güzel şey, her öğünde verilen top top ekmeklerdi. Çarşıda da, evde de yoktu o ekmeklerden. Keşke olsaydı, çok güzellerdi.

Eve geldiler. “Hadi sen odanda biraz oyna, ben de banyoyu yakayım, seni yıkayacağım” dedi anne. Biraz sonra kız, annenin elinde odunla odasının önünden geçtiğini gördü. Sessizce kalkıp, peşine takıldı. Çünkü normalde anne, balkondan odunu alıp, banyodaki bakır renkli termosifonu yakar, odasının oldu- ğu koridora hiç sapmazdı. Ama bu sefer mutfağa gitti. Elindeki odunu düdüklü tencereye koydu. Fakat kapağını bir türlü kapatamıyordu. Epey çabaladığı halde odunu yerleştirmeyi başaramadı. Birden ayıldı. Antrede kendine bakan kıza bir şey demeden, banyoya yöneldi. Odunlar alev alev, insanlar için için yanıyordu.

Ertesi gün, bir punduna getirip “ben hemşire olacağım” dedi kız. Anne-baba, sirke satar gibi suratlar- la baktılar. Kısa bir kız doğdu sessizliği ardından baba, “hiç baş olmaya niyetleri yok, ayak olurlar ancak” dedi. Kız babanın ne demek istediğini anlayamadı, ama sözlerinin uygun bulunmadığını anladı.

Parça sonucu çıktı. Kötü değildi. Ama sol gözü artık hiç göremeyecekti.

                        ***

Bir yıl sonra, neredeyse bin kilometre ötedeki şehirde yaşayan anneanne, hasta halde Ankara’ya geldi. Durumu pek iyi değildi, hemen hastaneye yatırıldı. Anne-baba ile beraber hastane ziyaretine git- tiklerinde, kızı yukarıya almazlardı. O da ziyaret saati boyunca, kendini oturttukları sert sandalyede tek başına oturur, hiçbir yere kımıldayamazdı. Çocuk dünyasındaki o uzun uzun zamanlar boyunca, hastane havasını solurdu. Duvarlardaki seramikleri inceler, düşünür, sabırla anne-babanın gelmesini beklerdi. Bir gün anne “anneanne öllü oldu” dedi. Ilık bir eylül günü, anneanne öllü olmuş, ılık havayı bu sefer de ölüm buz kestirmişti. Anneannenin gaibe karışmasının hayatında yaratacağı, o yeri doldurulamaz devasa boşluğu fark etmesine, daha çok zaman vardı.

Dede evlendi. Lise öğrencisi olan teyze, dede ve evin yeni hanımı ile beraber yaşıyordu. Anne ve yedi yaşındaki kızı, o uzak şehre de artık gitmeye başlayan uçağa binip, ziyaret etmeyi planladılar. İlk defa bindiği uçağı çok sevdi kız. Bulutlar pamuk yığınları gibi, dağlar düzeltilmemiş yorgan gibi görünüyordu.

Yollar, ip gibiydi. Süslü, şık ablalar uçağın içinde dolaşıyorlardı. Hostes… Hostes mi olsaydı acaba?

Güzel ablaları izlerken, annenin sesi geldi kulağına: “Şadı gibi boyanmışlar”.

Memlekette, teyze ve anne kuyruğu kuyruğa sarmışlar, kız da bey evinin beslemesi gibi kenarda kal- mıştı. Genelde dede ile oturuyordu. Kaçınılmaz şekilde, göz meselesi gündeme geldi. Dede çok kızgındı.

“O doktorun eline ayağına dert vere Allah” dedi. “Hanesi harap ola. Gitmiş gözün ortasından almış parçayı, soyka. Dert tutasıca, maraz giresice bedenine. Gören gözden ayırt edilmiyordu önceden. Hiç belli değildi görmediği. Yüzü gülmiye, dışı ışımıya inşallah. Git başka yerden al parçayı ne var? Ortası beyaz kaldı işte böyle. Ayaklarını pukalığından kırmak lâzım böylelerinin.”

Parça alındı diye mi beyaz olmuştu gözünün ortası?

“Yiğit iken yıkılasıca, dal iken devrilesice, dört kişinin sırtında gelesice, ekmek atlı kendi yaya olasıca…”

Parça alınmasaydı beyaz olmayacak mıydı yani?

“Canının derdine düşesice, ciğeri ağzından gelesice. Kanı içine akasıca, muradına ermeyesice. Yağlı kurşunlara gelesice, gidişi ola dönüşü olmayasıca. Kara yere giresice…”

Sonraki günlerde dede, “sen doktor ol kızım, herkes saygı gösterir sana o zaman. En uzun tahsil ge- rektiren, ama en geçerli meslek o” demişti. Evet doğruydu, kızın aklına yattı bu. Kararını vermişti, doktor olacaktı. Ama çok iyi bir doktor olmalıydı, yoksa hastalar ona da beddua ederdi.

                                                 ***

“Gözünün ortası niye beyaz?”

Bu sorudan gına gelmişti. Kızı yakından görenler, sırf kendi meraklarını tatmin etmek için, pat diye bu soruyu soruyorlardı ona. Soru sorulanın hâletiruhiyesinin bir önemi yoktu nasıl olsa. Kaybını unutmasına fırsat vermiyorlardı, derinlik algısı olmadan yaşamak zorunda olduğunu hatırlatıp duruyorlardı böylece. Merakları, hiç doymayan bir canavar gibi, her daim aç’tı, önüne geleni parçalayıp yiyordu. Bu vaziyetin niye’sini bilen mi vardı sanki? Anne her seferinde başka bir hikâye anlatıyordu mesela. “Bakıcı kadın, seni yaz kış demeden dere tepe gezdiriyordu, mikrop kaptırdı, ondan oldu. Dedenler sen dokuz aylıkken kızamık aşısı yaptırmıştı, ondan oldu. Döküntülü hastalık geçirdiğinde gözün şişmişti, kızarmıştı, ondan oldu…” Kız ne cevap verecekti ki bu meraklı sorguculara? Olan olmuştu işte. Olalı da çok olmuştu.

Gören gözünün miyop olduğu anlaşıldığında, kız on bir yaşına gelmişti. Gözlük kullanması gerekiyor- du artık. Gözlük sayesinde, malum soruyu belki daha az kişi sorar diye düşündü. Zaten artık insanların gözlerine bakmıyordu, böylece gözünü saklıyor, sorudan saklanıyordu.

Yıllar geçtikçe, ortadaki beyazlık azalmaya, daha doğrusu gözün içinde aşağı doğru inerek görünme- meye başladı. Niye böyle olduğunu bilmiyordu. Neyse neydi artık, o soruyu duymamasını sağlayan her durum kabulüydü.

                                   ***

Üniversite giriş sınavlarında tıp fakültesini kazandı kız. Koridorlarını, odalarını, bozuk televizyonlarını, ameliyathanelerini bildiği, o üniversitenin tıp fakültesini. Ilık bir eylül günü, kayıt yaptırmaya gittiler. Yıllarca soğuk bir odada, üstünde manto, başında atkı, elinde eldiven ile ders çalışmış, önce Anadolu Lisesi’ni, sonra da burayı kazanmıştı. İdealine ulaşmıştı. Kayıt kuyruğunda, bazı çocukların elinde sağlık raporu olduğunu gördü. Kayıt için istenmiyordu bu, neden getirmişlerdi acaba? Bu raporların sadece yurtta kalacaklar için istendiğini öğrenince rahatladı. Bu ılık eylül günü buz kesmemeliydi. Tüm engelleri aşmıştı artık, doktor olacaktı.

İlk üç yıl, teorik dersler ve laboratuvar eğitimi gördüler. Sonrasında hep hastanede olacaklardı. Dör- düncü ve beşinci yılda stajyer doktor, altıncı yılda intern doktor deniliyordu onlara. Dördüncü yıl, dahiliye stajında iken, üstelik akut batın dersini takiben, akut batın geldi kızın başına. Akut apandisit ön tanısı ile

ameliyata alındı. O delikli beyaz tavanlar, tekerlekli yataklar, yeşil çarşaflar hâlâ yerli yerindeydi. Ve bu hastane yine ondan bir parça almaya niyetliydi. Aldı da. Neyse, bu seferki gereksiz bir parçaydı.

Bir gün, tüm cesaretini topladı ve stajyer doktor olarak hastanenin arşivine gitti kız. Dosya numa- rasını verdi, incelemek istediğini söyledi. Arşiv görevlisi, hasta dosyasını arşiv dışına çıkaramayacağını, sadece orada bakabileceğini belirtti. Tamam, dedi kız. Ve geldi dosya. Çocukluğunun dosyası… Geçmişin, kaybın, acının dosyası…

Kapağı açtığında ilk şoku yaşadı. Ön tanı: Retinoblastoma yazıyordu. Beş yaş altı çocukların gözünde gelişen, kötü huylu bir tümördü bu. Demek böyle düşünerek alelacele yatırmışlardı onu. Ardından, ilk muayene bulgularını okudu. İkinci şok da buradaydı. Lens üzerinde yer yer kesafetler var, diyordu. Yani katarakt, yani lensin matlaşması, yani gözün ortasındaki beyazlık… zaten başlamıştı. Parça alma ile ilgili değildi. Ve ameliyat notunu okuyunca, başka bir şok daha yaşadı. Parça dedikleri şey, gözün ön boşluğundan sıvı almaktan ibaretti. Şoklar devam ediyordu. Altta yatan asıl sorun, retina dekolmanı denen durumdu. Yani, gözün retina tabakası tamamen yırtılıp toplanmıştı. Kitle gibi göründüğü için, tümör zannedilmişti. Lense baskı yaptığı için beyazlatmıştı. Demek ki, dede de anne de kendilerince gayet mantıklı, ama tıbben tamamen yanlış çıkarımlarda bulunmuşlardı. Hele dedenin bedduaları… tümüyle haksızdı. Haksız beddua söyleyene mi dönecekti şimdi? İnsanın hastalığını anlayabilmesi için, aynı fakültede tıp öğrencisi mi olması gerekiyordu?

Retina dekolmanı, normalde yaşlılarda olan bir hastalıktı. Çocukta olması için, herhalde travma; yani çarpma, düşme gibi darbe oluşturan bir durum olmalıydı. Annesinin anlattıklarını hatırladı. Bir buçuk yaşında iken, anne mutfak işlerini bitirebilmek için, kızı bebek arabasıyla babaya götürmüş, göz kulak olmasını söylemişti. Baba salonda, akvaryum ve balıklarla ilgileniyordu. Kız, muhtemelen balıklara bakmak için doğrulunca, bebek arabasının dengesi bozulmuş, tepe üstü düşmüş, sol kaşı yarılmıştı. Acile götürüp, dikiş attırmışlardı. Demek ki, sol kaşın üzerinde kalan belli belirsiz bir yara izinin ardında, sonsuzluğa karışan bir göz vardı. İyi de, çocuklar düşe kalka büyürdü. O yaşta retina dekolmanı olması için, buna yatkınlık oluşturan başka bir sebep olmalıydı. Hem o lens, neden yerinde duramamış da, yıllar geçtikçe aşağılara kaymıştı? Bunları çözmek için, tıbbî bilgisi henüz yeterli değildi.

Tıp fakültesini bitirdiğinde, seçeceği uzmanlık dalı konusunda kararsızdı. Yol göstereni yoktu. Kendince  dahili branşlardan tercihler yapmış, bir tane de genel cerrahi eklemişti. Uzmanlık sınavı sonucunda kazandığı, o tek cerrahi tercihiydi. Hayat onu yine yeşillerin içine ve ameliyathanelere götürdü. Yıllarca, gece gündüz, yeşiller giydi. Tekerlekli yataklarla gelen, yeşil çarşaflarda yatan hastaları, yeşillerle örterek ameliyat etti. Meğer yeşil renk, kanı en az rahatsız edici şekilde gösteren renkmiş. O nedenle ameliyat hanelerde kullanılırmış.

Cerrah da olsa, her zaman en sevmediği renk, yeşildi.

 

Şubat 2018/ANKARA

 

 

(*) Ankara Tabip Odası 2018 Öykü Yarışması Birincilik Ödülü

 

 

 

Sayfa : 9