...
Başlık : Bukalemun Sevgisi
Yazar : İ. Zeynep Sünel

            Arabasının farlarının aydınlattığı iki tarafı çalılık, yolda ilerlerken bir yandan da verimsiz geçen günü düşünüyordu. “Sıradan geçen gün koleksiyonuma bir tane daha ekleniverdi,” dedi içinden.

Kendisine yabancılaşan sabah sekiz, akşam beş işine gidiyor, günboyu kalkamadığı masa başı işleri bir meslekten ziyade hayat tarzı oluveriyordu artık. Uyuşan dizlerini ancak öğle arasında dinlendirebildiği annanesi gibi diz ağrısı çekiyordu. Arabanın camını açtı ve içeri dolan havayı ciğerlerine derince çekti. Sonra sanki birilerine, bir şeye tavır alır gibi başını yavaşça iki yana sallayarak, aheste aheste bıraktı nefesini.

“Yirmi beş yıl kaldı, dedi kendi kendine, yirmi beş yıl sonra özgürsün Yusuf!”

             Gözlerini yavaşça geçip giden asfalttaki şeritlere dikti. Karanlık yolda ondan başkası yoktu, bu yüzden tembel tembel sürüyordu arabasını. Gözlerini tekrar yola çevirdiğinde algılayamadığı bir canlı yüzünden aniden durdu. Hızlı gitmediği için fren onu sarsmadı. Yolun ortasında duran canlının ne olduğunu anlamaya çalışarak kaşlarını çattı, gözlerini kıstı, başını öne uzattı ve canlıyı tanımlamaya çalıştı. Uzun kuyruğunu birbirinin üzerine sarmış, derisinden tiksindirircesine çıkan sivri dikenleri ve sanki kendisi oraya gelmemiş onu oraya birileri koymuş gibi  ukala bir heykel duruşu vardı.

“Bu da neyin nesi,” dedi kendi kendine ve arabasından yavaşça indi. Tuhaf hayvana yaklaşırken artık yolda yalnız olmadığını yaklaşan motor sesinden anladı. Arabanın parlak farları gözlerini kamaştırdı, bu yüzden elini alnının üzerine kaldırdı ve gözüne gelen ışığı engelledi. Araba  durdu, kapısı açıldı ve pes bir erkek sesi duyuldu.

“İyi akşamlar birader,  bir sorun yok ya?”

“Yok sorun yok,” dedi Yusuf. Bir yandan da kendine doğru gelmekte olan adamın yüzünü seçmeye çalışıyordu.

“Ben de arabada bir sıkıntı var zannettim,” dedi adam hafifçe tebessüm ederek.

“Yolun ortasında bir şey var da, hareket de etmiyor, ben de bilemedim,” dedi Yusuf. Adam hayvanın yanına yaklaştı, çömeldi sonra gülerek,

“bukalemun bu,” dedi

“Aslında buralarda çoktur ama az gösterirler kendilerini.

” Yusuf’un şaşkınlığı daha da arttı,

“Bu hayvanı gördüğümü hiç hatırlamıyorum,” dedi sessizce, bir yandan da çenesini ovuyordu. Bu sırada adam sıcak bakışlarını hayvana dikmiş yüzündeki tebessüme engel olamıyordu.

“Ben alayım götüreyim bunu,” dedi.

“Yoksa hareket edeceği yok.” Sonra eline alıverdi hayvanı. Yusuf elinde tuhaf hayvanla arabasına yönelen adamı görünce meraklandı ve “nereye götüreceksiniz?” diye sordu.

Ardından adamı sorguya çeker gibi görünmemek için yüzüne bir gülümseme ekledi. Adam arabaya binerken, “kızıma götüreceğim, o çok sever de. Haydi size iyi akşamlar,” dedi ve yoluna devam etti.

Yusuf arkasından bir süre baktı, olanlara anlam veremedi.

“Hangi çocuk böyle donuk ve sevimsiz bir hayvanı severdi ki?” Arabasına geri döndü ve tekrar yola koyulduğu sırada ani bir kararla adamı takip etmeye başladı. Neden böyle yaptığını kendisi de bilmiyordu. Belki de çocuğu merak etmişti, ya da adamın gerçekten doğruyu söyleyip söylemediğini. Ya da sadece gününü sıradanlıktan kurtarmaya çalışıyordu. Tek şeritli karanlık yolda birkaç dakika adamı takip etti ve arabanın sahil yoluna saptığını görünce yavaşladı.

“Bu saate sahilde bir çocuk? Hayırdır inşallah.” Arabasını kenara bir yere park etti ve sessizce sahile yürümeye başladı. Hafif bir ışık görür gibi oldu dikkatle baktı ve bu ışığın hala açık olan sahilde ki bir kafeye ait olduğunu anladı. Bu sırada adam da arabasından inmiş, elindeki bukalemunla denize doğru yürüyordu. Issız sahil yolunda hemen farkedileceği için adımlarını kapanmakta olan kafeye yöneltti.

          Küçük ve sevimli bir kafeydi burası. Her yeri ahşaptandı. Yürüdükçe gacur gucur sesler çıkıyordu. Tepesi çakma palmiye ağaçlarıyla kapatılmıştı, bu da otantik bir hava vermişti mekana. Masalara sandalyeler ters bir şekilde konulmuştu,  birkaç dakikaya kadar kapanacağı belliydi. Etrafa göz gezdirdi ve mutfak bölümünde arkası dönük bir şekilde bulaşık yıkayan bir kız çocuğu gördü. Çocuk birinin geldiğini anlamıştı ve başını yana çevirerek,

“birkaç dakikaya kapatacağız” dedi. “Burada biraz oturup çay içmemin bir sakıncası var mı acaba?” diye sordu

Yusuf yumuşak bir sesle. Çocuk da gözlerini yıkadığı bulaşıktan ayırmadan “amcama sormam lazım,” dedi.

Sonra hızlı hızlı ellerini duruladı, musluğu kapattı. Yaş olan ellerini eteğinin ortasına sildi ve” amcaa,” diye seslenerek arka odaya gitti.

“Bir müşteri var çay içecekmiş”

“Tabi tabi gelsin,” dedi amcası sevecen bir ses tonuyla.

Zeminin çıkardığı gıcırtıdan yanına gelmeye başladığını anlamıştı amcanın. Bir yandan da hızlı hızlı adama bakıyor, izini kaybetmemeye çalışıyordu. Ama adam çoktan sahile oturmuştu ve bir yere gideceğe de benzemiyordu.

Amca geldi, gülümsedi. Yüzünde misafirperver bir hal vardı.

“İyi akşamlar,” dedi

Yusuf. Kendisi de onun gibi gülümsedi ama onunki karşısındaki gibi samimi değildi. “İyi akşamlar, buyurmaz mısınız?” dedi amca, elini dışardaki masalara uzatarak. Çocuk ondan hızlı davrandı ve amcasının işaret ettiği iki kişilik küçük masanın üzerindeki sandalyeleri indirmeye başladı.

         Yusuf masaya yöneldi, oturdu. Gözlerini yine deniz kenarında oturan adama dikmişti. Amca geldi ve çayın yanına başka bir şey isteyip istemediğini sordu.

“Hayır teşekkürler. Sadece çay.” dedi Yusuf.

“Zehra yavrum bize iki çay getiriver,” diye seslendi yiğenine amca. Ardından Yusuf’un karşısında ki sandalyeye oturdu. Yusuf bu durumdan hoşlanmadı çünkü şu an sadece merakını gidermek istiyordu, tanımadığı bir adamla muhabbet etmek değil.

        “Bu saatte buraya pek insan gelmez” dedi amca.

“Yirmi üç yıldır buradayım iyi bilirim buraları.”

Yusuf konuşmayı kısa kesmek istercesine “öyledir,” dedi

yine  sahte bir gülümsemeyle. Ardından tekrar gözetlemeye devam etti adamı. Ama amcanın gitmeye niyeti yoktu ve yine konuşmaya başladı,

“tabi o zamandan beri çok değişti buralar, bayağı kalabalıklaştı. Bizde sahile taşıdık mekanı.”

Bu sırada çay tepsisini  ustalıkla taşıyan Zehra yanlarına geldi ve sessizce çayları masaya koymaya başladı.

“Bu da bizim küçük Zehramız. O tasarladı dükkanı, dimi kız cimcime,” dedi bir yandan da eliyle nazikçe kızın saçlarını karıştırdı. Kız utanarak gülümsedi ve hızlıca içeri gitti.

“Maşallah” dedi  Yusuf,

  “pek güzel dizayn etmiş.” Sesini kız duysun diye hafif yükseltmişti. “Sizde var mı çocuk?” diye sordu amca

. “Evet bir kızım var,” dedi Yusuf.

“Öyle mi kaç yaşında?”

“Altı olacak dört gün sonra.”

“Ya ne güzel Allah bağışlasın.” Gülümsedi, kafasını hafifçe aşağı yukarı salladı Yusuf.

“Benim çocuğum yok,” dedi amca.

“Ama yiğenlerim en büyük hediyelerim bana.” Diyecek bir şey bulamadığından “

ne güzel” diyiverdi Yusuf. Sonra tekrar sahilde oturan adama baktı. Amca çayını yudumlarken dayanamadı ve Yusuf’un  nereye baktığını anlamak istercesine onun bakışlarını izledi. Yusuf, rahatsızlandı ve gözlerini hemen amcaya dikti. “

Demek yirmi üç yıldır burdasınız,” dedi.

“Evet” dedi amca, “çok oldu.”

“Herkesi tanır mısınız burada?” diye sordu Yusuf.

“Yani elbette herkesi değil ama günlük sahile gelenleri tanırım.”

Bunu söylerken dalgın bakışlarla denize bakıyordu.

“Şu adam” dedi Yusuf başıyla işaret ederek, “hep gelir mi buraya?” Bu kadar açıkça sormasının nedeni zaten merak ettiğinin anlaşılmasıydı

.  Amca bakışlarını hiç o tarafa çevirmeden “ara sıra geceleri gelir,” dedi.

Bu sefer Yusuf konuşma açmaya çalışarak başından geçen olayı anlattı. “Adam bukalemunu aldı kızıma götüreceğim diye, sonra sahile geldi anlayamadım.

” Amca yüzünde kederli bir ifadeyle, “o adamcağıza hep çok üzülürüm,” dedi. Sonra çayından sesli bir şekilde bir yudum  aldı.

“Birkaç sene önceydi galiba, hep geliverirlerdi kızıyla birlikte buraya.” Birden duraksadı, sanki o günlere tekrar gitmiş gibiydi.

“Ama görsen bir sevimli kızdı. Boyu şu kadardı,” dedi elini masa hizasında tutarak.

“Pek meraklı bir afacandı, her şeyi sorardı. Bu ne, şu ne diye. Bir de bilirsin o yaştaki çocukların hayvanlara pek merakı olur. En çok da bukalemunları severdi.”

Aniden durdu tekrar, gözlerini içeri dikti, sanki küçük yiğeninin anlattıklarını duymasını istemiyor gibiydi.

“Bir gün babama sürpriz yapacağım diye denize girmiş. Denizkabuğu toplayacakmış yavrucak. Bir daha da geri gelmedi...”

“Nasıl yani” dedi Yusuf, içini bir ürperti sarmıştı.

“Boğuldu kızcağız.   Arama kurtarma ekipleri çok aradı kızın bedenini ama bir türlü bulamadılar. Nasıl kahroldu adam bir bilsen. Günlerce burada yattı kalktı. Kendi denize girip kaç defa aradı kızının bedenini ama ne fayda! ” Ne diyeceğini bilemedi dondu kaldı Yusuf. Bir süre ikisi de sustular.

“Arada bir akşamları gelir,  konuşur denizle. Kızının mezarı deniz oldu anlayacağın.”

        İkisinin de çayı bitmişti, konuşacak bir şey bulamıyorlardı. Sonra amca “bir çay daha içer misin?” diye sordu.

“Yok sağolun kalkayım ben,” dedi

Yusuf. Ücreti ödemek için elini cebine attığı  sırada, amca hızlı bir hamleye elini kaldırıp,

“ikramımız olsun” dedi.

“Olur mu öyle şey” dedi

Yusuf cüzdanını çıkarırken.

“Israr ediyorum ikramımız olsun” diye tekrarladı amca gülümseyerek. Tekrar itiraz ederse karşıdakinin kırılacağını düşünüp cüzdanını yavaşça cebine soktu. Amcaya teşekkür etti, ardından bulaşıkları kurulamakta olan Zehra’ya dönüp,

“eline sağlık küçük hanım” dedi.

“Afiyet olsun” dedi kız utanarak. Arabasının yolunu tuttu ve  giderken son bir defa denizle konuşan adama baktı.

Sayfa : 9