...
Başlık : AY ESKİR GÜN IŞIRKEN
Yazar :

Fadime Uslu öyküleriyle tanışmam çok yeni. Sekiz dokuz aylık bir zaman diliminde, önce Yüzen Fazlalıklar, ardı sıra Çat Kapı Dayım, Yaz Korkuları ve önemli bir yapıt olarak gördüğüm, estetik bir haz aldığım Ay Eskir Gün Işırken. Okuma fırsatı bulamadığım, birkaç kitabı daha var okunmayı bekleyen.

Aforizmaları olan bir yazar Fadime Uslu. Türkçeyi zenginleştiren, ifade etme gücümüzün sınırlarını zorlayıp genişleten aforizmalarla dolu her bir öykü. Her biri yerli yerinde özgünlüğü olan felsefe, psikoloji, resim, sanat, edebiyat gibi disiplin ve alanlardan beslenen aforizmalar. Boş sözcüklerden oluşan sloganlar değiller. Dopdolu, temelleri sağlam oluşturulmuş aforizmalar. Pek çoğunu tırnak içinde alıntıladım yazının ilerleyen sürecinde.

Fadime Uslu öyküleri, kendisini okuyana yaşatan öykülerdir. İlk sözcüğüyle okuyanı atmosferinin içine alır ve son öykünün son cümlesini bitirdiğinizde artık siz, eski siz değilsinizdir. Bir farkındalık oluşmuştur sizde. Bakış açınızda bir genişleme olduğunu, çok farklı açılardan görebilmeye başladığınızı hissedersiniz. Öykü kişileriyle duygu ortaklığı yaşadığınızı, öykünüzün içinde olduğunuzu fark edersiniz. Bir daha okuma isteği çok diri kendini gösterir. Yine aynı edebi, estetik sanatsal tadı alırsınız. Dimağ bir derinlik yaşar okuduğu öykülerle.

Kadın duyarlılığı yüksek bir yazar ama erkeği öteleyen bir ideoloji değildir bu. Hayatın gereği içindeki bir duyarlılıktır.

Karakterlerin işlevleri öykü sonlandığında sonlanmaz. Bir başka öyküde karşımıza çıkarlar. Bunlar içinde şu an hatırladığım kadarıyla en özgünü ve birçok öyküde,  farklı kitaplarda yer alan Leyla karakteridir. Özgün bir karakterdir. Yine Belgin, Cevat, Serkan, Salih, baba, anlatıcı, yazar vs. farklı öykülerde karşımıza çıkarlar.

Kitabın adı ve daha da ileri gideyim tasarımı bile zaman sorgulamasını içeriyor. Bu felsefi boyutlu ama öykü içerikli sorgulama ilk öyküyle başlıyor kitabın son öyküsüyle doruğuna ulaşıyor. Baba karakteriyle felsefi kimliğini ve inandırıcılığını da en üst düzeye ulaştırıyor.

Kitaptaki birkaç öyküyü daha önce yayınlandıkları mecralarda okumuştum. Çok beğenip takdir etmiştim. Kitapta yer almalarıyla tekrar sıfır okumaymış gibi aynı tat ve değerde okudum. Bu değerlendirmeyi yazmak için tekrar okuduğumda değişen bir şey yoktu. Yine sıfır okuma noktasındaki keyifle okudum. Bu, öykülerin özgünlüğünden kaynaklanan bir ayrıcalıktır.

Daha önce de belirttiğim gibi birçok sanatsal alan ve bilimsel felsefi disiplinle kendini çok iyi donatmış olan Fadime Uslu derin bir yaşam gözlemcisi ustalığıyla kotarmış öykülerini. Ayrıntıların bütünle verdikleri tadı asla ihmal etmeden ayrıntı yazmayı seven bir yazar. Bir neneden masal dinlercesine, bir dervişin hayatı anlatması gibi, kendi aralarında sohbet eden kadınlar edasıyla, balkonda terasta iki tanıdık akraba arasındaki sohbet gibi, aile içi muhabbet gibi çayımızı yudumlayarak okunan öyküler.

Kitaptaki öyküler üç öbekte toplanmış. 1. Ay eskir gün ışırken 2.Soylu ağacı 3.Gölge ufku, Ay Eskir Gün Işırken, kitaba ve zamana giriş öyküsüdür. Felsefi sorgulama ve aforizmalarla öyküye giriş yapılır. 

Öyküye nereden giriş yapılacağı kaynak sorgulanır. Öykünün oluşup yazılması için sözcük arayışı vardır. Ve sözcüğü demleyecek olan da zamandır. Hikâye artık an’ındır. Ve öykü başlar.  Ud, loş ışıklı oda, mahrem, evlenecek çift, hünkâr, yanan mumlar, minyatürler, turna kur dansı…’‘Zamana bir işaret koymak’’ tır. Minyatür sanatı, nakkaşlık zaman içindeki sınırlarda olan mekânın oluşmasını sağlar.

Öykünün üçüncü evresinde şimdiki zamandayız. İstanbul, yürüyen kişi, kalabalık… Aforizma betimlemelerle okuyucuyu bir gizemli atmosfere sokar.

Geçmişteki an anlatılır. ‘Ay eskimeye başlamıştır.’ Bu olay kitabın son öyküsünde final yapar, baba bilge edasıyla ayın eskimesini açıklar. Saraya dönülür. Hünkâr ve eşi de hem erkek hem kadındırlar bu gece. Turna dansıyla mekân ve zamandan kerte kerte uzaklaşırlar. ‘’Birbirlerinin içinde erirken yeniden de yeni bir şeyleri var etmeye başladıklarını hissediyorlardı.’’ Zaman ve değişim. Her şeyin kendi çelişkisiyle yok olmak, yok olurken var olmayı yeniden üretmek. Değişim ve dönüşüm süreci. Tarih ve savaşlar. Diyalektik bir süreç yaşanır.

Şimdiki zamana dönüldüğünde, kahvede oturan kişinin Ankara’ya gitme planı gerçekleşmez. Gar Katliamı’ nda  “O anda, o saniye işte,” olmamakla hayattadır. Katliamın içinde olmak ya da dışında olmak neyi fark ettiriyor, sorgusu. Bu kişiyi hep erkek olarak düşündüm. Garsonun ‘’Evet abla?’’ demesiyle yazarın bizi ters köşe ettiğini görüyoruz. Dışarıyı izliyor kadın. Ay eskiyeli üç gün olmuş. Zamana konan işaretlerden sorumluydu ve anlatılmalıydı. Hünkâr da zamana işaret koyma niyeti taşıyordu…

Lodos her şeyi süpürüyordu…

Yakıcı Dokunuşlar’da o buz gibi ortamdan narkozun etkisinden kurtulma süreci o kadar sahici anlatılmıştı ki yaşamış gibi hissettim.

Diyaloglarla Feriha’nın bulunduğu ortam anlatılır. Feriha’nın sayıklamaları narkozun etkisinin kademeli olarak azalmasıyla orantılı sayıklamalar hiçlik, varlık, tırtıl simgesi, alınmış göğüs ve Nehla ile öykünün örgüsü oluşturulur. Odada Abla, Emir, tırtıl, Nehla varken dikkati tırtıl ve Nehla’dadır. Tırtıl simgesel olarak yatağa yatırılır. Serkan merkezli sayıklamalar ağır basar. Serkan, Metin ile Nehla’yı köyde ağırlamaktadır. Köyden sancılı bir dönüş serüveni yaşanmaktadır. Ve Serkan’ın sesiyle kendine gelir. Nehla aracılığıyla bilinçaltı yansımaları görürüz.

Eymir’de ‘’Ulis’in Bakışı’’ öyküsü “Efendim erken e çok şey var demediğim” öyküsünün devamında gelişen olaylar işliyor. ‘’Belki de damla kendini tamamlamış, damlamak istiyordu artık.’’ Bu aforizma iki öykünün altyapısı. Öyküler bu aforizmanın merkezi üzerinde yükseliyor. Gar Katliamı’nda anne ve babasını kayıp eden Meryem, devamında Kızılay’daki patlamalardan çok etkilenir. Evin tek çocuğudur. Olaylardan sonra baba evine yerleşirler. Eşi Cevat üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış, kafede çalışmak için görüşmeye gitmek ister. Kızılay’da olduğu için Meryem tedirgin olur. Sürekli bir ses Cevaaat diye seslenir. Bu sürekli kendini hatırlatan votkadır. Ama Cevat’ın büyük bir mücadelesi vardır alkolle olan problemini çözmek için. Siyasal atmosfer, ekonomik problemler, ülkedeki kaos ortamı, katliamlar küçük ‘fırça darbeleri’ yle çok başarılı bir şekilde betimlenmiş. Votkanın kişiselleştirilmesi müthiştir. Simgesel anlam ifade eden tabanca ve baykuş heykelinin yarattığı rahatsızlığı Eymir Gölü’ne gömerek çözerler.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim öykü duyarlılığı ile toplumsal duyarlılık dengeli, birbirini tamamlayan bir üst seviye yakalamış durumda. Bu da toplumsal, siyasal, günlük yaşantılar vs. sanatla etkileşiminde kurmacanın ürettiği dünya olarak yaşamamızı sağlar. Toplumsal duyarlılık mı öyküyü tetiklemiş yoksa öykü mü yaşamsal duyarlılıkları tetiklemektedir? Bu soruyu sormak aklımıza gelmez. Birbirlerine karşı çekim güçleri dengelidir. Yazarın kurmaca ustalığının bir ürünüdür.


Kitabın ikinci bölümü beş öyküden oluşur. Üçümüz öyküsünün tek kahramanı yine zaman. Leyla’yla bütünleşen geçmiş zaman. Pansiyon yaşantısı içindeki zaman mekân ilişkisi irdelenir. Yine tanıdığımız bir karakter olan, Belgin ablasının izini sürmektedir. Leyla’ya ait bilmediği geçmişte kalan bir zamanı şimdiki zamana taşımaya çalışır. Bunu Sabiha’daki anları bugüne taşıyarak gerçekleştirir. Belgin pansiyonda geçmişte yaşamları olan Sabiha Leyla arkadaşlığını öğrenir. Sabiha’yla sohbet ederek Leyla’nın bilmediği bu yaşantısını mekâna ve Sabiha’ya sızmış anlarla bugüne taşır.

Limon Burcuna Doğru, aforizma yüklü bir öyküdür. ‘’Çocukluğumuz bizim hazinemiz’’ ‘’Ben zamanla hesaplaşıyorum, zamana yapışan şeyleri ince ince seyreltmeye çalışıyorum.’’ (S.75) Üçümüz öyküsünde de yapılan buydu. Belgin ablası Leyla’ya ilişkin Sabiha ve pansiyon aracılığıyla geçmişteki zamanı seyreltir. Bir arkeolog titizliğiyle anları taşır Leyla’ya ilişkin şimdiki zamana. ‘’Soğanın dış kabuğunu açmadan içindeki katmanları göremeyiz’’ Öze ulaşma isteği.(s.76) ‘’Ya evrendeki zaman? Orada zaman yok ki. O bizim uydurduğumuz bir şey’’(s.80) “Bir koku çocukluğun bütün zamanına sığar mı?’’(s.82) Ve Ay’ın Rüyası. Duyum ve algı. Duyumsanan zamanı çocukluktaki algısıyla o zamana bırakmadan taşımak. Ay da bunu yapar “Kesinlikle bu koku beni evime götürüyor’’(s.87). “Ay’ın Rüyası”nda Leyla Ablanın günün birinde yaşlandığında hayatını yazmaktan söz eder. Fakat hep erteleyen bir kişiliktir. An’ı gelecekte yaşamaya bırakır. “Soylu bir acımız olsaydı bizim de şöyle tarihi çok eskilere dayanan; acımıza hemencecik tapardık. En azından direncimiz, gücümüz olurdu. Acıya ortaklaşa tapınca yaşadığın şeye keder, hüzün ya da hastalık denmez, Belginciğim.’’(s.95) Belgin cevap verir ‘’İkinci el bir anının’’ içinden sıyrılarak: ‘’İhtiyar ressam, kırlangıçların kraliçesi, seni çok özlüyorum… senin acıların çok soyluydu, demek istiyorum.’’ (s.98)

Leyla ve Belgin kurmacanın çok özgün karakterleridir. Leyla ertelenmiş yaşantıların derin hüznünü taşır, bunu iliklerine kadar hissettiriyor. Türkiye tarihinin yaşantısının modelidir. 60’lı 70’lı 80’lı 9O’lı yılların yaşanmış gençlik dönemi siyasal olaylar. Leyla,  siyasal eylemlerin içindedir. 12 Eylül askeri darbenin yaşandığı kırılmalar yaşanacak anların sürekli geleceğe ertelenmesi ve tabi yaşlılık, yalnızlık; çocukları sevmesine rağmen evlenmeme, alkol bağımlılığı vs. Geleceğe ertelenen Leyla’nın yaşantısını Leyla değil kardeşi Belgin, biriken hüzünlerin ağır yükü altında hem kendi anını hem de Leyla’nın geçmişten birike birike gelen hüzünlerinin ağırlıklı birikimini yaşar. Bu özgün iki karakter, Fadime Uslu’nun affına sığınarak söylüyorum, kadrolu karakterler. Farklı kitaplarında ve birçok öyküde karşımıza çıkarlar. Şöyle bir düşünce oluştu bende. Burada bilinçli ya da bilinçsiz uzun soluklu bir proje gibi görüyorum. Çok ileride bütün öyküler, ileride yazılacak ve yazılmakta olan öyküler de dâhil. Büyük bir toplumsal psikolojik romanı biz okuyucularıyla hatta kadrolu karakterlerle birlikte adım adım yazıyoruz.

Kitabın “Gölge Ufku” bölümü beş öyküden oluşan son bölümü ve en yoğun bölümlerinden de biri. Kitap her ne kadar ayrı ayrı bağımsız öykülerden oluşsa de tematik bir bütünlüğü var. Yazarın anlatmak istedikleri vardı. İmgesel yoğunluk söz konusudur. Dolayısıyla ilk öyküde, öykü yazmaya nereden başlama sorunsalıyla başladı, gelişti, yoğunlaştı. Teknik yapısıyla, anlatımda ayrıntılara dalmak, boğulmadan herhangi bir sıkıntı yaşanmadan su yüzüne çıkma ustalığıyla son bölüme odaklanıp ve çözülme aşamasına ulaşır. Felsefi aforizmalarla örülmüş yepyeni öyküler bunlar.

“Gölge Ufku”nda yazar sade, açık, net sözcük ve cümlelerle ustalıklı bir girişle zaman ve mekân boyutu belli olmayan bir tablodaki resme bizi odaklar. Hatta onunla yetinmemiş canlı ve yaşanan bir anlatım tekniğiyle artık harman yerindeyiz. Öküzler, düven, harman yeri ve çevresi canlı, diri anlatılıyor. Tablonun içi sınırları çok güzel çizilmiş oluyor. Harman yeri ve dolayısıyla ağustos gibi yaz ayları imgesiyle mekân ve zaman algılarına oturtulur. Zemini hazırlanan öyküde aydınlık bir Anadolu görüntüsü canlanır. Güneşin yansımasıyla köylünün terinde ay parlıyor. IŞIK varsa GÖLGE vardır. Hayvanlarda, iki adamın ayakkabılarında ve yabada vardır. Tabloda gölge derinliği artırıyor. ‘’Salondaki tek resim bu’’ cümlesiyle tablo ve karakterin bir mekânda, salonda olduğu sade bir geçişle sağlanıyor. Perspektif de genişletilmiş oluyor. Kamera zum yaptığı tablodan geriye doğru çekilerek salonda olduklarını görüyoruz. Bu noktada öykü, resim, felsefe, sinema, öykü kahramanı, anlatıcı ve anlatıcının teyzesi merkeze oturtulur. Bir iki sözcükle teyzenin davranış ve beğenisiyle tanışırız. Karakterin resimle ilgili olması teyzeyi mutlu eder.  Yazar, karakterin “Oysa buraya geliş nedenim bambaşka’’ dediğinde öykü bir başka noktaya evrilir. Bir sorun olduğunu hissettirir. Bunun açılımına geçilir. Resim,  köy enstitülü babasından teyzeye kalmıştır. Köy enstitüsü imi öyküyü 1940’lı, 1950’li yıllara doğru bir açılıma sürükler.  Teyzenin, gençlik yıllarını anması, şiir yazdığı yılları anmasıyla, anlatıcı, “Bunca yıl geçtikten sonra anılar senin mülkiyetinden çıkar başkasının yaşadığı olaylarmış gibi görünür gözüne’’(s.105). Bu aforizma ile yazar teyzenin geçmişi anlatması aslında geçmiş değil şimdiki zamanın yaşananlarıdır. Bunlar öykünün temel materyalleridir. Zaman anıları toplumsallaştırarak başkasının ya da kamusal mülkiyetine sokar. Teyze, lisede şiir yarışmasında “kir’’ sözcüğünü kullanmış olmasından dolayı birinci olamaz. “Kir’’ sözcüğünden hareketle, sözcüklerin çok önemli olduğu ama günümüzde kirletildiklerini ve üstelik de herkes kendi kirine âşık olduğu belirtilir. (s.106) Bu aforizma aracılığıyla geçmiş gelecek arasındaki bağıntıyla yani sözcüklerle siyasal bir atmosfer çizilir. Bazı dönemlerde bazı sözcükler ön plana çıkar, olumlu ya da olumsuz. Bir işlev görürler. Kir, aydınlık, karanlık gibi sözcüklere bu tür işlevler yüklenmiştir. İnsan yaşamındaki ağırlığı ve yaşananlar. Bugün sözcüklerin böyle bir ağırlığı yoktur. Gençlerin ellerinde tablet var ama resim bilgisi yok diye düşünüyor. Yine yumuşak bir geçiş cümlesi, “Teyzeni bunca zaman ihmal edersen’’(s.106) Anlatıcı ve teyzesinin ilişkilerinin çok yakın ilişki olmadığı pekiştirilmiş oluyor. Anlatıcının başka bir amaç için burada olduğu anlaşılır. Öykü perspektif olarak tablodan tamamen uzaklaşmış, anlatıcı ve teyzesine yoğunlaşmıştır. Baştan beri anlata geldiğim gibi sinema sanatının tekniği öyküye yedirilmiş ve özel bir noktada başlayan öykü genele açılmıştır. Buna en uygun teknik olarak sinemadan faydalanmış Uslu. Tersi de yapılabilirdi. Genelden özele doğru bir gidiş de izlenebilirdi.

Anlatıcı bir cevap cümlesiyle bir iş dolayısıyla gitmek zorunda kaldığını ve buralardan uzakta yaşadığını anlıyoruz. Teyzenin teklifiyle balkona geçilir. Tek başına yaşayan teyzeye evin çok büyük oluşuna kameralar çevrilir. Çok eşya olmasına rağmen evin çok büyük olması eşya yokmuş algısına neden oluyor. Teyze kir sözcüğüne takıntılıdır. Kirletilmiş dünyadan kendimizi kirden koruyarak aydınlıkla yıkanmalıyız.  Kurabiye için mutfağa geçiş, mutfaktan balkona gidiş gelişlerle teyzedeki fiziksel değişimi fark eder. Gözleri küçülmüş ve yüzü buruşmuş yufka gibiydi. Teyze anlatıcının niyetini okumuştur. Anne ve dayısı tarafından evin satılmasına ikna edilmek için gönderilir. Teyzenin fotoğraf albümü ve kurabiye almak için içeri geçtiğinde kamburunun çıktığını da fark eder.

Sehpaya konulan kandil yakılır, “Gökyüzü alacalanmıştı’’yla zaman aralığına geçiş yapılır. Bozkır serinliği ile havayla ilgili bir atmosfer yaratılır. Albümdeki fotoğrafta ceketin düğmesi babanın anneye (teyzenin annesi) ilk ve tek hediyesidir. Nesnelerle atmosfer yaratılıyor. Teyzenin çocukluk ve gençlik yıllarındaki karı koca ilişkileri dolaylı nesneler aracılığıyla verilir. Yazar okuyucuyu da kendisi ile birlikte fotoğrafa odaklar. O ceketin etrafı beton binalarla doldurulmuş aşağıdaki evde yalnız kalmak istediğini düşünerek orda tek başına bırakmış, Oradan aldığı tek eşya ‘’Harman yeri’’ tablosudur. Anlatıcı şaşkındır, anneanneyi tanıdıkça şaşkınlığı da daha artar. ‘’Kızlar anneannelerinin yazgısını sürdürürmüş’’(s.112) söylentisine takılır.

O tablo teyze için geçmişti. Eski ev teyze tarafından kutsanmıştır. Evin satılamayacağını anlar ve müsaade ister.

Son cümle ‘’Gözüm salondaki tabloya kaydı. İki öküz de kuyruklarını sallıyordu’’(s.112). Aynı cümleyi öykünün başında teyze de söyler. “Resmin karşısına geçip baktığımda o iki öküz kuyruklarını sallamaya başlardı hemen’’(s.104). Teyze için geçmişte o eski evde, o iki öküzün kuyruğunu salladığı zamanda kaldığını çizilen atmosferle 70-80 yıllık zaman kesiti içindeki mekânlar, olaylar, karakterler çok özel betimlemelerle, diyaloglarla yaşatılır. Bana göre oldukça özel bir öykü. Oldukça sade, anlaşılır cümlelerle geçişler sağlanmış, olaylar örgüsü kurulmuş canlı bir öykü ki o iki öküz kuyruklarını sallıyor, ben de gördüm. Öykünün paradigması zamandır. ‘’Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır’’. ‘’Bizler sadece taşıcıyız yani sözcük hamalı’’.(s.127) Gölge Ufku öyküsü de bu aforizmalar üzerine kuruludur. Zaman her şeyi yutan bir burgaçtır. Kitabın kapak tasarımı yani salyangoz burgacı, soğanın katmanları bunları imler. Öykülerin hep karşıt ya da birbirine bağlı olarak var olan sözcük ve kavramları vardır. Mum yandığında titrer duvarda gölgesi oluşur. Elektrikler geldiğinde gölge kaybolur. Kirin yok edicisi aydınlıktır.  Kirden arınmalıyız kendimizi aydınlıkla yıkamalıyız. Ama günümüz gençliği kendi kirinde o kadar kayıp olmuştur ki bunu aydınlığı sanır. Kendi özünden uzaklaşma, yozlaşma batağına saplanıp olumsuzluklarıyla boğuşma problemi yaşanmaktadır. Gerisi Teferruat, Kısaca “Eyvallah’’ öyküsünde olaylar köyde geçer. ‘’Zamanı geldi’’ denilerek mevsim değişikliğine işaret edilir. Yazarın ağzından dinleriz öyküyü. Bilge mertebesinde hissettirilen baba, Serkan ve Salih Ağbi diğer karakterlerdir. Diyaloglar aracılığıyla Salih Ağbi’nin bakkal işlettiğini öğreniriz. Baba ise toprak adamı, bilgedir. Serkan’ ı tanıyoruz önceki öykülerden. ‘’Koyun, keçi gübrelerinin kokusunu buğulandıran sıcaktan eser kalmamıştı’’(s129). Ben bu betimlemeyi bir ayrı beğendim. Sıcaklığın derecesi ve öykünün atmosferi daha güzel nasıl betimlenebilirdi. Müthiş bir betimleme ve gün içindeki atmosfer değişikliğini de kapsıyor. Sıcaklığın yerini serin bir havaya terk etmesi yaz aylarının akşama doğru olan zaman dilimini çağrıştırıyor. Kuşlar, börtü böcek de olay örgülerinin diğer tutaklarıdır. Nem, sıcak, ter, serinlik gibi sözcüklerle atmosfer çizilirken yazarın hastalığı, hastalığın boyutu ve hastalıkla mücadelesi de bu süreçteki yerini alır. ’’Toprak şifa verir kızım,’’ diyordu babam, ‘’radyoterapinin yan etkisini topraklayarak atacaksın üstünden’’. (s.133) Felsefi aforizmalarla kitap bütünsel olarak muhasebesini yapar. Betimlemeler yoğun, aforizmalar yoğun ve bu yoğunlukta yazarın yeni kurmaca karakter yarattığını ve bu Bilge Babayı da kadrolu yapacağına inanıyorum. Düşünüp planlamadıysa da benim torpilimle alsın kadrosuna. Toprak dilini, kuşdilini ve bulutun dilini bilen baba sözü yazardan alır götürür. Onun ağzından duyarız bilgece betimlemeleri. Tek anlatıcı var demiştik, o da zaman ki doğanın sinir sistemini de ayarlar. Dolayısıyla her şeyin bir zamanı var. “On dördü dolunay ya, ay ondan sonra eskimeye başlar. O vakitten sonra ağacı buda, aşıla daha da gürleşir. Ama ikindiden sonra yapacaksın ne yapacaksan, öncesinde fide bile dikilmez. Toprak sıcak olduğundan kökleri pişirir. İkindiden sonra fideyi sal toprağa, ver can suyunu. Sabaha kadar kendini toplar.’’(s.134). Yazar ‘’nefes alıp vermeyi başarıyoruz ya, gerisi teferruat!’’ (s.135)  diyor.  Sonuç olarak o kadar dolu ve birikimli, estetik doyumu yüksek, ayrıntılar okyanusunda kaybolmadan sağlam bir öykü dokusuyla karşımıza çıkan Fadime Uslu Öyküsünü ve Öykücülüğünü hep merak edeceğim. Her yeni çalışmasını beklemek beni çok heyecanlandıracak. Öğrenilecek çok şey var. Öyküleri canlıdır. Teyzenin tablosundaki öküzler gerçekten kuyruklarını sallıyorlardı ve etrafında vızıldayan sinekleri de gördümbetimlemelerle, diyaloglarla yaşatılır. Bana göre oldukça özel bir öykü. Oldukça sade, anlaşılır cümlelerle geçişler sağlanmış, olaylar örgüsü kurulmuş canlı bir öykü ki o iki öküz kuyruklarını sallıyor, ben de gördüm. Öykünün paradigması zamandır. ‘’Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır’’. ‘’Bizler sadece taşıcıyız yani sözcük hamalı’’.(s.127) Gölge Ufku öyküsü de bu aforizmalar üzerine kuruludur. Zaman her şeyi yutan bir burgaçtır. Kitabın kapak tasarımı yani salyangoz burgacı, soğanın katmanları bunları imler. Öykülerin hep karşıt ya da birbirine bağlı olarak var olan sözcük ve kavramları vardır. Mum yandığında titrer duvarda gölgesi oluşur. Elektrikler geldiğinde gölge kaybolur. Kirin yok edicisi aydınlıktır.  Kirden arınmalıyız kendimizi aydınlıkla yıkamalıyız. Ama günümüz gençliği kendi kirinde o kadar kayıp olmuştur ki bunu aydınlığı sanır. Kendi özünden uzaklaşma, yozlaşma batağına saplanıp olumsuzluklarıyla boğuşma problemi yaşanmaktadır. Gerisi Teferruat, Kısaca “Eyvallah’’ öyküsünde olaylar köyde geçer. ‘’Zamanı geldi’’ denilerek mevsim değişikliğine işaret edilir. Yazarın ağzından dinleriz öyküyü. Bilge mertebesinde hissettirilen baba, Serkan ve Salih Ağbi diğer karakterlerdir. Diyaloglar aracılığıyla Salih Ağbi’nin bakkal işlettiğini öğreniriz. Baba ise toprak adamı, bilgedir. Serkan’ ı tanıyoruz önceki öykülerden. ‘’Koyun, keçi gübrelerinin kokusunu buğulandıran sıcaktan eser kalmamıştı’’(s129). Ben bu betimlemeyi bir ayrı beğendim. Sıcaklığın derecesi ve öykünün atmosferi daha güzel nasıl betimlenebilirdi. Müthiş bir betimleme ve gün içindeki atmosfer değişikliğini de kapsıyor. Sıcaklığın yerini serin bir havaya terk etmesi yaz aylarının akşama doğru olan zaman dilimini çağrıştırıyor. Kuşlar, börtü böcek de olay örgülerinin diğer tutaklarıdır. Nem, sıcak, ter, serinlik gibi sözcüklerle atmosfer çizilirken yazarın hastalığı, hastalığın boyutu ve hastalıkla mücadelesi de bu süreçteki yerini alır. ’’Toprak şifa verir kızım,’’ diyordu babam, ‘’radyoterapinin yan etkisini topraklayarak atacaksın üstünden’’. (s.133) Felsefi aforizmalarla kitap bütünsel olarak muhasebesini yapar. Betimlemeler yoğun, aforizmalar yoğun ve bu yoğunlukta yazarın yeni kurmaca karakter yarattığını ve bu Bilge Babayı da kadrolu yapacağına inanıyorum. Düşünüp planlamadıysa da benim torpilimle alsın kadrosuna. Toprak dilini, kuşdilini ve bulutun dilini bilen baba sözü yazardan alır götürür. Onun ağzından duyarız bilgece betimlemeleri. Tek anlatıcı var demiştik, o da zaman ki doğanın sinir sistemini de ayarlar. Dolayısıyla her şeyin bir zamanı var. “On dördü dolunay ya, ay ondan sonra eskimeye başlar. O vakitten sonra ağacı buda, aşıla daha da gürleşir. Ama ikindiden sonra yapacaksın ne yapacaksan, öncesinde fide bile dikilmez. Toprak sıcak olduğundan kökleri pişirir. İkindiden sonra fideyi sal toprağa, ver can suyunu. Sabaha kadar kendini toplar.’’(s.134). Yazar ‘’nefes alıp vermeyi başarıyoruz ya, gerisi teferruat!’’ (s.135)  diyor.  Sonuç olarak o kadar dolu ve birikimli, estetik doyumu yüksek, ayrıntılar okyanusunda kaybolmadan sağlam bir öykü dokusuyla karşımıza çıkan Fadime Uslu Öyküsünü ve Öykücülüğünü hep merak edeceğim. Her yeni çalışmasını beklemek beni çok heyecanlandıracak. Öğrenilecek çok şey var. Öyküleri canlıdır. Teyzenin tablosundaki öküzler gerçekten kuyruklarını sallıyorlardı ve etrafında vızıldayan sinekleri de gördüm.betimlemelerle, diyaloglarla yaşatılır. Bana göre oldukça özel bir öykü. Oldukça sade, anlaşılır cümlelerle geçişler sağlanmış, olaylar örgüsü kurulmuş canlı bir öykü ki o iki öküz kuyruklarını sallıyor, ben de gördüm. Öykünün paradigması zamandır. ‘’Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır’’. ‘’Bizler sadece taşıcıyız yani sözcük hamalı’’.(s.127) Gölge Ufku öyküsü de bu aforizmalar üzerine kuruludur. Zaman her şeyi yutan bir burgaçtır. Kitabın kapak tasarımı yani salyangoz burgacı, soğanın katmanları bunları imler. Öykülerin hep karşıt ya da birbirine bağlı olarak var olan sözcük ve kavramları vardır. Mum yandığında titrer duvarda gölgesi oluşur. Elektrikler geldiğinde gölge kaybolur. Kirin yok edicisi aydınlıktır.  Kirden arınmalıyız kendimizi aydınlıkla yıkamalıyız. Ama günümüz gençliği kendi kirinde o kadar kayıp olmuştur ki bunu aydınlığı sanır. Kendi özünden uzaklaşma, yozlaşma batağına saplanıp olumsuzluklarıyla boğuşma problemi yaşanmaktadır. Gerisi Teferruat, Kısaca “Eyvallah’’ öyküsünde olaylar köyde geçer. ‘’Zamanı geldi’’ denilerek mevsim değişikliğine işaret edilir. Yazarın ağzından dinleriz öyküyü. Bilge mertebesinde hissettirilen baba, Serkan ve Salih Ağbi diğer karakterlerdir. Diyaloglar aracılığıyla Salih Ağbi’nin bakkal işlettiğini öğreniriz. Baba ise toprak adamı, bilgedir. Serkan’ ı tanıyoruz önceki öykülerden. ‘’Koyun, keçi gübrelerinin kokusunu buğulandıran sıcaktan eser kalmamıştı’’(s129). Ben bu betimlemeyi bir ayrı beğendim. Sıcaklığın derecesi ve öykünün atmosferi daha güzel nasıl betimlenebilirdi. Müthiş bir betimleme ve gün içindeki atmosfer değişikliğini de kapsıyor. Sıcaklığın yerini serin bir havaya terk etmesi yaz aylarının akşama doğru olan zaman dilimini çağrıştırıyor. Kuşlar, börtü böcek de olay örgülerinin diğer tutaklarıdır. Nem, sıcak, ter, serinlik gibi sözcüklerle atmosfer çizilirken yazarın hastalığı, hastalığın boyutu ve hastalıkla mücadelesi de bu süreçteki yerini alır. ’’Toprak şifa verir kızım,’’ diyordu babam, ‘’radyoterapinin yan etkisini topraklayarak atacaksın üstünden’’. (s.133) Felsefi aforizmalarla kitap bütünsel olarak muhasebesini yapar. Betimlemeler yoğun, aforizmalar yoğun ve bu yoğunlukta yazarın yeni kurmaca karakter yarattığını ve bu Bilge Babayı da kadrolu yapacağına inanıyorum. Düşünüp planlamadıysa da benim torpilimle alsın kadrosuna. Toprak dilini, kuşdilini ve bulutun dilini bilen baba sözü yazardan alır götürür. Onun ağzından duyarız bilgece betimlemeleri. Tek anlatıcı var demiştik, o da zaman ki doğanın sinir sistemini de ayarlar. Dolayısıyla her şeyin bir zamanı var. “On dördü dolunay ya, ay ondan sonra eskimeye başlar. O vakitten sonra ağacı buda, aşıla daha da gürleşir. Ama ikindiden sonra yapacaksın ne yapacaksan, öncesinde fide bile dikilmez. Toprak sıcak olduğundan kökleri pişirir. İkindiden sonra fideyi sal toprağa, ver can suyunu. Sabaha kadar kendini toplar.’’(s.134). Yazar ‘’nefes alıp vermeyi başarıyoruz ya, gerisi teferruat!’’ (s.135)  diyor.  Sonuç olarak o kadar dolu ve birikimli, estetik doyumu yüksek, ayrıntılar okyanusunda kaybolmadan sağlam bir öykü dokusuyla karşımıza çıkan Fadime Uslu Öyküsünü ve Öykücülüğünü hep merak edeceğim. Her yeni çalışmasını beklemek beni çok heyecanlandıracak. Öğrenilecek çok şey var. Öyküleri canlıdır. Teyzenin tablosundaki öküzler gerçekten kuyruklarını sallıyorlardı ve etrafında vızıldayan sinekleri de gördümbetimlemelerle, diyaloglarla yaşatılır. Bana göre oldukça özel bir öykü. Oldukça sade, anlaşılır cümlelerle geçişler sağlanmış, olaylar örgüsü kurulmuş canlı bir öykü ki o iki öküz kuyruklarını sallıyor, ben de gördüm.

Öykünün paradigması zamandır. ‘’Bence hikâyelerin bir tek anlatıcısı vardır, o da zamandır’’. ‘’Bizler sadece taşıcıyız yani sözcük hamalı’’.(s.127) Gölge Ufku öyküsü de bu aforizmalar üzerine kuruludur. Zaman her şeyi yutan bir burgaçtır. Kitabın kapak tasarımı yani salyangoz burgacı, soğanın katmanları bunları imler.

Öykülerin hep karşıt ya da birbirine bağlı olarak var olan sözcük ve kavramları vardır. Mum yandığında titrer duvarda gölgesi oluşur. Elektrikler geldiğinde gölge kaybolur. Kirin yok edicisi aydınlıktır.  Kirden arınmalıyız kendimizi aydınlıkla yıkamalıyız. Ama günümüz gençliği kendi kirinde o kadar kayıp olmuştur ki bunu aydınlığı sanır. Kendi özünden uzaklaşma, yozlaşma batağına saplanıp olumsuzluklarıyla boğuşma problemi yaşanmaktadır.

Gerisi Teferruat, Kısaca “Eyvallah’’ öyküsünde olaylar köyde geçer. ‘’Zamanı geldi’’ denilerek mevsim değişikliğine işaret edilir. Yazarın ağzından dinleriz öyküyü. Bilge mertebesinde hissettirilen baba, Serkan ve Salih Ağbi diğer karakterlerdir. Diyaloglar aracılığıyla Salih Ağbi’nin bakkal işlettiğini öğreniriz. Baba ise toprak adamı, bilgedir. Serkan’ ı tanıyoruz önceki öykülerden. ‘’Koyun, keçi gübrelerinin kokusunu buğulandıran sıcaktan eser kalmamıştı’’(s129). Ben bu betimlemeyi bir ayrı beğendim. Sıcaklığın derecesi ve öykünün atmosferi daha güzel nasıl betimlenebilirdi. Müthiş bir betimleme ve gün içindeki atmosfer değişikliğini de kapsıyor. Sıcaklığın yerini serin bir havaya terk etmesi yaz aylarının akşama doğru olan zaman dilimini çağrıştırıyor. Kuşlar, börtü böcek de olay örgülerinin diğer tutaklarıdır. Nem, sıcak, ter, serinlik gibi sözcüklerle atmosfer çizilirken yazarın hastalığı, hastalığın boyutu ve hastalıkla mücadelesi de bu süreçteki yerini alır. ’’Toprak şifa verir kızım,’’ diyordu babam, ‘’radyoterapinin yan etkisini topraklayarak atacaksın üstünden’’. (s.133) Felsefi aforizmalarla kitap bütünsel olarak muhasebesini yapar. Betimlemeler yoğun, aforizmalar yoğun ve bu yoğunlukta yazarın yeni kurmaca karakter yarattığını ve bu Bilge Babayı da kadrolu yapacağına inanıyorum. Düşünüp planlamadıysa da benim torpilimle alsın kadrosuna. Toprak dilini, kuşdilini ve bulutun dilini bilen baba sözü yazardan alır götürür. Onun ağzından duyarız bilgece betimlemeleri. Tek anlatıcı var demiştik, o da zaman ki doğanın sinir sistemini de ayarlar. Dolayısıyla her şeyin bir zamanı var. “On dördü dolunay ya, ay ondan sonra eskimeye başlar. O vakitten sonra ağacı buda, aşıla daha da gürleşir. Ama ikindiden sonra yapacaksın ne yapacaksan, öncesinde fide bile dikilmez. Toprak sıcak olduğundan kökleri pişirir. İkindiden sonra fideyi sal toprağa, ver can suyunu. Sabaha kadar kendini toplar.’’(s.134). Yazar ‘’nefes alıp vermeyi başarıyoruz ya, gerisi teferruat!’’ (s.135)  diyor.  

Sonuç olarak o kadar dolu ve birikimli, estetik doyumu yüksek, ayrıntılar okyanusunda kaybolmadan sağlam bir öykü dokusuyla karşımıza çıkan Fadime Uslu Öyküsünü ve Öykücülüğünü hep merak edeceğim. Her yeni çalışmasını beklemek beni çok heyecanlandıracak. Öğrenilecek çok şey var. Öyküleri canlıdır. Teyzenin tablosundaki öküzler gerçekten kuyruklarını sallıyorlardı ve etrafında vızıldayan sinekleri de gördüm

Sayfa : 6