...
Başlık : Çoğu Nereye Niçin Gittiğini/ Bilmeden Gidiyordu…”
Yazar : Çiğdem Ülker

Kopuk ve Hiç (*)uzun bir şiir serüveninin,uzun düşünmelerin, felsefi bir yolculuğun ürünüdür.Aydın Şimşek’in ilk romanı, onun şairliğine özgü örtülü bir dile ve edebiyat araştırmacılığına uyan bir kurgusal yönteme sahiptir.
Aydın Şimşek, süregelen şiir birikimini, bu kez düzyazı cümlesine taşımıştır,Kopuk ve Hiç alışılagelmiş roman kurgusunun dışında, özgün bir düzlemde oluşur, genişler, toplumsal bir çerçevenin içindeki özeli ve tekili anlatır.
Yazarın şiir kitaplarının adlarına bakıyorum. Arınmış ve Ölümsüz, Ayrılıklar İmgedir, Aşk Ayrılığı da Bilir,Susmalar Kitabı, Sesler Kitabı, Bahçeler Dili.Şiirindeki temaları (ayrılıklar, ölüm, susmalar, sesler, bahçenin dili) bu kez farklı bir tezgâhta dokur,romanın başkişisi Ejder’in portresini çizerken, okurundan resmin bütününü görmesini ister. Sebep sonuç ilişkisinin ve toplumsal koşullarının ürünü bir adam’ın öyküsünü anlatır.
              Ejder, hiç de ismi ile müsemma olmayan biridir ve roman, bu şaşırtmaca ile başlar. Ejder ismi bir tuzaktır…Sonra Ejder’in “kopuk” ve “hiç” olma sürecini okumaya başlarız. İlk sayfadaki dört dize Aydın Şimşek’in bu karanlık yola koyduğu bir aydınlatma feneri gibiokuma yolculuğu boyunca ışıyıp durur orada.

Kıyıdakilerin de bir hayatı vardır, belki bir geleceği…
Ötekilerin…
Onların; azların, ayrıntıda kalmışların, öbür günü
Olmayanların umutlarını yazacağım size…
Kopukların ve hiçlerin!” (sayfa 5)

“Kopuk” kavramı, metin boyunca Türkçedeki iki anlamını da hissettiriyor. Evet, Ejder’e daha çocukluğundan beri yakıştırılan sıfat budur. “Bir çocuk Tanrının öldüğünü annesinin öldüğü gün öğrenir” diye açılan romanda o hep annesiz bir çocuktur “iç geçiren, kirli, cılız Ejder”dir.(sayfa 9) Anne sevgisinin iyileştiren, onaran şefkatinden yoksun büyümüştür ve insanı yabani bir çalı gibi şekilsiz kılan o hiç’lenmişliği yaşamıştır.

Ejder’in hayatını anlatan kurgu, çizgisel bir zaman takip etmez. Her paragrafta, Ejder’in yaşamındaki farklı bir dönem birbiriyle iç içe, üst üste ve yan yana durur. Bilinç akışı romanın başat anlatı tekniğidir, anlatıcının çağrışımları,  kopuk zaman parçalarını bağlar. Bunları kronolojik sıraya koymak, olup bitenin mantıksal akışını kavramak okurun görevidir. Metinlerarası göndermeleri  ve ayrıntı ile önemli olanı fark etmek de okura düşer.

Sonra, manzara belirginleşir. Okur, yazarın koyduğu dönemeçleri aşar; anlatının düğümlerini çözer ve Türkiye’de 1900’lerin son çeyreğinde yaşanan ve gençlerin hayatını darmadağın eden sürecin şifresini satırarasında bulur.
Çoktan Yazılmıştır Mezar Taşları…

Bu roman, Ejder’den yola çıkarak bir kuşağı ve bir dönemi anlatır. Hiçlenmiş, yaralanmış, örselenmiş bir kuşaktır bu. Şimdi elde kalan, kopuk kopuk anı parçacıkları, geçmişin hayal meyal görüntüleridir.Aydın Şimşek, romanın finalini yazarken sanki bu yenilmiş kuşağın son sözlerini  dile getirmektedir. “Ben zavallı Ejder. Yedi kardeşten olma… Belleği çürümüş, anımsaması az, aklı kıt, hayalleri çok, hep yenilmiş, hep yenilmeye hazır Ejder. Parça parça bir dünyaya sığınan, parçalanmış dünyalardan oluşan; Ben Ejder! Mezar taşında  ‘Bunca gürültü koca bir sessizlik içinmiş’ yazan Ejder.”
Şimdi anımsadığım tek şey unuttuklarım, bir tek bunu biliyorum.”
  (sayfa 157)

İnsan, Yaşadığı Gibi Düşünür…
Ancak “Ejder, bir kuşağın temsilcisidir” demek de romanın düşündürdüklerini açıklamaya yetmez. Romanın aynasına yansıyan kopuk kopuk sahneler, sonu ve başı olmayan resimler hayal gücünün olduğu kadar gerçekliğin de izdüşümleridir. Ama neresi ilk sahnedir neresi son sahnedir, kırılmış parçacıklar nereden birleşebilir; bunu anlamak okurun görevidir. 
Sözü, burada Bedri Rahmi’ye bırakmak istiyorum. Bu roman, bana onun şiirini hatırlatıyor, sayfa aralarında gelip dilime takılıyor.
“Ağaç bütün / Meyve bütün / Işık bütün / Benim dünyam paramparça / Bir büyük ayna kırılmış / Kırılıp yere dökülmüş / Kâinat içine düşmüş / Düşmüş ama paramparça / Yaprak yaprak yapıştırdım / Diyar diyar dolaştırdım / Bir alevdir tutuşturdum / Yandım ama paramparça”

Başlangıcını hatırlamadığımız, sonunu unuttuğumuz,  ayrıntısını kaybettiğimiz olaylar, kopuk hatıralara dönüşür.
Kopuk ve Yitik Hatıralar  
Yaşadıklarımızın çoğu, belleğimizdeki kara deliğe düşmüş kaybolmuştur.  Onları belki sadece bir psikanaliz seansı ile ya da bilinçaltımızın yansıması olan rüyalar ile hatırlayabiliriz.  Hangi olay bir diğerinin sebebidir ve sonrakinin sonucudur, düşünmeyiz; zaten düşünsek de bulamayız. Ayna kırılmış, hatıralar oraya paramparça yansımıştır. Sürrealist bir resim gibi… Her şey oradadır ama saf aklın (onları) algıları sıraya ve biçme koyan zaman ve mekân algısı yoktur artık.
Ve Saf Aklın Kritiği’ndeki mantık kategorileri de orada yoktur. Hatıra dediğimiz zihinsel sürecin; niceliği, niteliği, nedenselliği yoktur. Hatıra; zaman ve mekân kategorilerinden münezzeh’tir. Belki de bu yüzden hafif’tir, hızlı’dır,kesin’dir,görünür’dür ve çoğul’dur.
Ve hayatımıza ait hatıralarımız, yazınsal bir metnin öznesi olurken bilincimizin katlarına öylece yığılıverir. Aklın kategorilerinden bağımsızdırlar ama bu bağımsızlık edebiyata en yakışandır.
Postmodern algıların yönettiği böyle bir görsellik çağında hem her şeyi görürüz hem de hiçbir şeyi göremeyiz. Gördüklerimiz ise kopuk kopuk’tur ve bütünlükten yoksun bir hiç’tir.Gerçeği, yazınsal bir metinde sunulan insan ve toplum hikâyeleri aracılığıyla, biraz kavrayabiliriz. Sadece bir edebiyat okumasında  “metnin gerçek niyetini, bir okur olarak tahmin etme hakkımız vardır” diyen Eco’nun işaret ettiği bir şansımız hâlâ vardır. Posttruth diye adlandırılan çağa doğru savrulurken, geçmişe ait olan gerçeklik bağlantılarını görmek belki de sadece edebiyatla mümkündür. Paramparça olmuş hayatlarımızın, israf edilmiş kuşakların, aslında hepimizin hikâyesi olan hiç’lenmişliklerin, ilk bakışta birbirinden çok “kopuk” görünen dönemlerin bütüncül özetleri oradadır.

              Edebiyattadır.
              Ve Kopuk ve Hiç tam da buradadır.

 

 

 

 

Sayfa : 9